Abraham Accords ne söylüyor?

Abraham Accords ne söylüyor?
BAE ve Bahreyn'in İsrail ile Beyaz Saray'da anlaşmalarının Trump'ın seçim manevrası diye değerlendirilmesi yetersiz açıdan bakmaktır. Arap ülkeleri İran ve Türkiye'ye karşı alan açıyor.

Mehmet Ali ÇELEBİ*


İsrail ile BAE, ABD Başkanı Donald Trump ve ekibinin arabuluculuğunda İsrail'i tanıma, diplomatik ilişki kurma, ekonomik ilişkiler geliştirme, ikili ilişkileri normalleştirilme konusunda 13 Ağustos 2010'de uzlaşmaya varmışlardı. 

Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'un; Theodor Herzl, Haim Weizmann Azriel, Lord Rothschild'in yükselttiği merdivenlerin üstünden 2 Kasım 1917'de ilan ettiği Balfour Deklarasyonu'un 102. yıldönümünden hemen önceye denk gelen 15 Eylül'de imza töreni için Beyaz Saray'da üç ülke vardı. İsrail’in tanıyan üçüncü Arap ülkesi BAE, dördüncü sıraya geçen Bahreyn. ABD gözetiminde normalleşme anlaşmasına imza koydular. ABD Başkanı Trump, Likud lideri-İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed el Nahyan, Bahreyn Dışişleri Bakanı Abdullatif el Zayani imzaladı. Konuşmalarda "tarihi" diye lanse edildi. Trump, imza töreninde anlaşmada katkısı olanlara teşekkür ederek "Bugün, tarihin yönünü değiştirmek için buradayız. Yıllar süren bölünme ve çatışmadan sonra, yeni Ortadoğu'nun şafağındayız" dedi. (BBC/15 Eylül 2020) Trump'ın sembolik "Beyaz Saray anahtarı" hediye ettiği Netanyahu "Bu birkaç yıl önce hayal edilemezdi" deyip güvenlik ve müttefiklik vurgusu yaparken, BAE dışişleri Bakanı "tarihi bir başarı", Ortadoğu için "bir umut" diye niteledi.

Üç ülke de İbranilerin atası sayılan, üç Semavi dinde de kıymeti olan Hz İbrahim'den (Abraham) mülhem anlaşmalara Abraham Accords adını verdi.
İsrail adı da, binlerce yıl önce İsrail Krallığı, Yehuda Krallığı,  Haşmonayim Krallığı'nın kurulmuş olduğu bölgede, İbrahim, İshak, Yakup (İsrael) soyundan gelenlere verilen isim. 

İsrail bölgede 14 Mayıs 1948'de önce çiftlikleri (Kibutzlar) korumakla görevlendirilen sonra düzenli savaş grupları oluşturan Haganah, İrgun Lehi (Stern) gibi grupların Arap ve İngiliz mandasına karşı savaşmaları, göç eden Yahudileri bölgeye yerleştirmeleri sonucu kuruldu. Nazi Almanyası ve bu faşist rüzgara kapılan ülkelerin Holokost ve tehcir politikaları göç dalgalarını artırıp nüfusu çoğaltmıştı.  

İsrail bugün 72 yaşında. İbrahim Anlaşmalara, sadece Trump'ın seçim kazanma manevrası olarak okunması yetersiz açıdan bakmak olur. Trump boyutunda seçim kazanma güdüsü de var. Ancak ABD, Afganistan dosyasını Rusya'ya bırakıp Ortadoğu ve Çin'e odaklanmak istiyor. Dolayısıyla Trump ya da Biden da kazansa ABD, seçim sonrası Ortadoğu'daki manevralarını artıracaktır. İsrail ve Türkiye korkusu yaşayan Arap ülkelerine güvence ve İbrahim Anlaşmalarını korumak için, İsrail güvenliğini pekiştirmek için.

Eğer sadece seçim kazanma zaviyesinden bakılırsa şu söylenebilir: Mısır 1922''de bağımsız oldu. Suudi Arabistan 1932'de bağımsız oldu. Suriye ve Ürdün 1946'da bağımsız oldular. BAE ve Bahreyn 1971'de bağımsız oldular. İsrail kurulurken 33. ABD Başkanı Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası attıran Harry S. Truman idi. 72 yıl boyunca Beyaz Saray'da 13 ABD başkanı oturmuş. Eğer salt seçim kazanmaya meselesi olsaydı bu başkanlar anlaşma yaptırabilirlerdi. Başkan adayları sözler verip oyları alınca anlaşmalar yaptırabilirlerdi.

Mesele konjonktür olgunlaştırmada, konjonktür dalgalanmalarını kıvrak şekilde kullanıp güç dengelerini yönlendirebilmede düğümlü. Anlaşmanın diğer kanatları BAE, Bahreyn ve teşvik edici pozisyondaki Suudi Arabistan ve Mısır'ı görmek gerekir. Bu ülkeler, anlaşmaları imzalarken "Filistin direniş hattına ihanet", "Filistin davasına ihanet", "kara gün" yakıştırmaları göze alıyordu. Hatırlarsak  Mısır diktatörü Enver Sedat,  Irgun silahlı grubunun liderliğinden Likud'un kuruculuğuna geçen İsrail Başbakanı Menahem Begin ile Camp David Anlaşması yaptığı için (İkisi de NOBEL Barış Ödülü alacaktı) Mısır'ın bağımsızlığı töreni sırasında Ekim 1981'de suikast sonucu öldürülmüştü. Ki Begin'in anlaşma yapmak istediği yeni seçilen Maruni Lübnan Cumhurbaşkanı Beşir Cemayel de suikast sonucu Eylül 1982'de öldürülmüştü. Ki farklı etnik ve dini grupların, aynı dinden olan grupların çelişkileri ve çekişmeleriyle kaynayan, Filistinli mülteci ve örgütlerin artmasıyla iyice kaynayan Lübnan kazanında bu suikast Lübnan iç savaşını boyutlandırıp İsrail işgalini getirecekti.

Yani bunları göze alıyordu BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkelerin liderleri İsrail'le anlaşmalar organize ederken. Buradan itibaren imzaya götüren süreçleri açımlayalım...

NEOM Projesi

Küresel ısınma, ani seller, ani kuraklık dönemleri, gıda sıkıntılar Corona pandemisi Arap ülkelerini arayışlara itmiştir. Çünkü Pandemi sürecinde ülkeler sınırlarını birbirine kapattı. Yeterli temiz su ve yeterli gıdanın, temiz doğanın ne kadar hayati olduğu daha net görüldü. Varil varil petrol evlerin kapısına bıraksan da bir şişe süt, bir ekmek, bir avuç meyvenin yerini tutmuyordu. Petrol ve doğalgaz tükendiğinde, su kaynaklar ve gıda krizleri olduğunda ne olacaktı? Kitlesel mültecileşme ve yeni trajediler... Bu nedenle Arap ülkeleri bir süredir enerji dışı yatırım olanakları için yordamlar geliştirmeye, teknoloji ve ticareti geliştirecek kapılar açmaya çalışıyordu.

Kral olması beklenen hatta fiilen krallık yapan Suudi Veliaht Prens Bin Selman'ın 2030 Vizyonu kapsamında 2017'de ilan ettiği Kızıldeniz’e yakın alandaki NEOM Projesi'nin hayat bulması da İsrail'in kapı aralamasıyla mümkündü. İsrail'in teknoloji transferine, ABD’den askeri uçak ve silah transferine izin vermesi gerekiyordu. Neydi NEOM Projesi, petrol ve doğalgaz bağımlılığından kurtaracak farklı teknolojik üretimlerin yapılacağı şehirler oluşturmaktı. 

Bu proje şehri İsrail'in Eilat kentinden, Ürdün'ün de Akabe kentinden Akabe Körfezi üzerinden Kızıldeniz'e bağlandığı alana yakın olacaktı ki ticaret hızlı gelişsin. Yani İsrail'i kaldıraç olarak değerlendirmek isteniyordu.

İran korkusu

Nedir peki onları anlaşmaya sürükleyen. Bir İran faktörü. İki Türkiye faktörü. ABD İran'a karşı söz vermese bu anlaşmaların olacağına ihtimal vermiyorum. Arap ülkeleri İran'ın; Yemen, Irak, Lübnan, Suriye'deki asker varlığından rahatsızdı. İran ile Türkiye Irak ve Suriye'de anlaşmalar yapıp ortak da hareket edebiliyordu. ABD'nin desteğini alıp İran'ı ringden düşürmek istiyorlardı. Yerin gelmişken bir parantez açmakta yarar var: Beyrut Limanı patlaması sonrası İran ve Lübnan'daki ittifakı Hizbullah ciddi irtifa, prestij kaybetti. Lübnan'daki krizin sorumlularından gösterilmeleri, yolsuzluklar, paranın değer kaybetmesi, yoksulluğun artmasından sorumlu tutulmaları, kaynakları Hizbullah üzerinden Suriye iç savaşın ve orda ölenlerin çevresine aktarmaları konuları Lübnan'da tartışma konusu. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov'un da 8 yıl aradan sonra Suriye'ye geniş kadroyla çıkarma yapması, İsrail'in Suriye'deki İran-Hizbullah güçlerine hava harekatlarına yol vermelerine Beyaz Saray'daki anlaşmalar da eklenince Hizbullah ve İran yeniden halkın gözünde prestij kazanmak için, Corona pandemisi ve Sezar Yasası ile ağırlaşan ekonomik göstergeleri perdelemek için bazı eylemlere yönelebilirler. Yine İran, Türkiye ile daha sıkı ilişkiler kotarma ve ortak operasyonlar geliştirme politikasına yönelebilir. İran'la nükleer anlaşmayı iptal eden, "sonuz savaşlara" asker sokmak istemediğini, "sonsuz savaşlardan" asker çekeceğini sıkça söyleyen Trump'ın stratejisi ise "benim askerim değil senin askerin yapacak. Ben de destek olacağım" üstüne kurulu olduğundan, İran'ın askeri güç bulundurduğu ülkelerde yeni hamleler beklenebilir. Ki Rusya da bunu ellerini ovuşturarak izleyecektir.

Türkiye korkusu

Arap ülkeleri, Türkiye'nin de Suriye, Katar, Somali, Libya, Irak, Kuzey Kıbrıs, Azerbaycan, Sudan'da üsler kurması, Libya ve Doğu Akdeniz hidrokarbon yataklarını denetleme çalışması karşısında tedirgindi. NATO ve BM gücü bünyesinde de Türkiye; Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Bosna, Kosova, Lübnan, Arnavutluk, Afganistan'da asker bulunduruyordu.  
Arap yarımadasındaki ülkelerden bir tek Katar yönetimi Türkiye ile birlikte hareket ediyordu. Kuzey Afrika'da da Ankara'nın Cezayir, Fas ve Tunus'u İhvan üzerinden yedekleme çalışmaları istenen düzeye getirilememişti, ancak Türkiye Astana-Soçi'de  İran ile iş tutup Suriye ve Libya'ya iyice yerleşiyordu. Türkiye-Katar ekseninin; İhvan üzerinden Sudan, Libya, Suriye, Tunus, Mısır, Fas, Cezayir gibi ülkeleri yutacağı, Süveyş Kanalı'nı ve Kızıldeniz ticaretini hegemonyasına alacağı, Doğu Akdeniz enerjisinde ciddi musluklar da açarsa bunun Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika iktidarlarını çöküşe sürükleyeceği korkuları dalgalanıyordu.

Doğu Akdeniz petrol ve doğalgazı Arap ülkelerin gelirlerinin düşmesi anlamına gelecekti, bu nedenle Doğu Akdeniz'de kıyısı olan ülkelerle ilişki geliştirmek önem kazanıyordu.

Arap ülkeleri İran ve Türkiye yayılmacılığının uzun vadede iktidarlarının temellerini sarsacağını düşünüyordu. Bir an evvel güç sınırlandırması gerekiyordu. Bunu da İsrail olmadan yapamayacaklarını düşünüyorlardı. Çünkü İsrail denince ABD okunuyordu.

Doğu Akdeniz ve Oruç Reis'i çekme

Bugüne kadar Doğu Akdeniz krizinde dengede durmaya çalışan ABD'nin Kıbrıs'a silah ambargosunu kaldırması Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'un  Kıbrıs'a giderek Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis ile görüşmesini (12 Eylül 2020), "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kendi münhasır ekonomik bölgesinde bulmuş olduğu hidrokarbon da dahil olmak üzere doğal kaynaklarını kullanma hakkı var" demesini, "Kıbrıs Kara, Deniz ve Liman Güvenliği Merkezi -CYCLOPS" (BBC/12 Eylül 2020) kuracaklarını açıklamasını Beyaz Saray'daki imza sürecinden bağımsız okumamak gerekir. Bölge ülkelerine güven verme ihtiyacı duymuştu. (Bir boyutu Rusya'nın bölgedeki nüfuzunu artırmasına, Kıbrıs limanlarından faydalanmasına engel olmaktı. Sonuçta ABD'nin ağırlığını koymasıyle AB "yaptırım toplantısı" hazırlıkları birleşince Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisisnin Kıbrıs açıklarından Antalya Körfezi'ne çekilmesini (13 Eylül 2020) izlemiş olduk.)

Dışişleri açıklaması

Anlaşmalara sert tepki gösteren ülkelerden biri olan Türkiye için bir parantez açarsak... Türkiye Dışişleri ağustosta uzlaşma deklare edilir edilmez çıkmaz şu açıklamayı yaparak imzadan caydırmaya çalışmıştı: "Kendi dar çıkarları uğruna Filistin davasına ihanet ederken, bunu adeta Filistin için yapılan bir özveri gibi takdim etmeye çalışan BAE'nin bu riyakar davranışını tarih de, bölge halklarının vicdanı da unutmayacak ve asla affetmeyecektir." (mfa.gov.tr/14.08.2020) Ancak uluslararası ilişkilerde bir aktörün yaptığıyla söyledikleri birbirini tutmaz ise diplomaside ciddiye alınmaz. Ki imzalar atıldıktan sonra 16 Eylül itibariyle bu yazı yazılırken de resmi açıklama yapılmamıştı.

Bu minvalde İsrail kurulurken ilk tanıyanlara bakmalı. SSCB 17 Mayıs 1948'de yani üç gün sonra tanıyor. Polonya 18 Mayıs'ta,  Çek Cumhuriyeti 18 Mayıs'ta, Nikaragua 18 Mayıs'ta, Uruguay 19 Mayıs'ta, Guatemala 19 Mayıs'ta, Macaristan 1 Haziran'da, Romanya 12 Haziran'da, Panama 19 Haziran'da, Kosta Rika 19 Haziran'da, Venezuela 27 Haziran'da tanıyor. Fransa 24 Ocak 1949'da, ABD fiilen 14 Mayıs 1948'de hukuken 31 Ocak 1949'da, İngiltere 28 Nisan 1950'de tanımış. Oysa Türkiye, İsrail'i ilk tanıyan Müslüman ülke. Türkiye İsrail'i fiilen 28 Mart 1949'da hukuken 12 Mart 1950'de tanımış. İslam ülkelerinden Mısır Mart 1979'da, Ürdün Ekim 1994'te, Moritanya Ekim 1999'da tanımış.

Mavi Marmara baskını ve "One Minute" çıkışı sonrası da diplomatik temsilcilikler kapatılmadı, ticaret sürdü. "Ticaret Bakanlığı verilerine göre, Türkiye'nin 2013'ten bu yana 5-6 milyar dolar bandında seyreden İsrail ile dış ticaret hacmi, 4 milyar 464 milyon doları ihracat, 1 milyar 601 milyon doları ithalat olmak üzere geçen yıl 6 milyar 65 milyon dolar düzeyinde gerçekleşti." (AA/29.05.2020) Şimdi bunlara bakınca Ankara'nın açıklamaları, feveranları dikkate alınır mı başkentlerde?  Velhasıl gelişmeler gösteriyor ki küresel internet çağında dış politikayı artık salt "kuvvet", "silah", "ordu" üçgeniyle yürütemezsiniz. "Ben istediğimle iş yaparım sen yapma" sözü tedavül kaldırmıyor. Ayasofya'nın statüsünü değiştirip cami yaptığında Mescid-i Aksa meselesinde, Kudüs meselesinde, yerine Hindu tapınağı inşaatına başlanan Babür Camii (Babri Masjid) vb konularda söz mühürleyemezsin. 
Konu o açıya geldiğinde nerdeyse her cümleye "Darbeci Sisi ile görüşmeyiz", "Darbeci Hafter ile görüşmeyiz" derken Darbeyle koltuğa oturup işlemediği suç kalmayan Ömer Beşir devrilene kadar ağırlarsan, 18 Ağustos 2020'de ordunun 2013'te seçimle göreve gelmiş Cumhurbaşkanı İbrahim Boubacar Keita ile Nisan 2019'da Başbakan olmuş Boubou Cisse'ye darbe yaptığı Mali'ye 9 Eylül'de gidip (Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu) cuntayla görüşürsen dış politikada sözünün hükmünü yürütemezsin. Başka söze gerek yok tanıklar sizin...

*Gazeteci

Öne Çıkanlar