Almanya hangi yöne gideceğini seçiyor

Almanya hangi yöne gideceğini seçiyor
Alman hükümeti değer odaklı bir dış politika konusunda ciddi olsaydı Erdoğan'la kirli anlaşmaları müzakere etmeyi bırakırdı.

Özlem Alev DEMİREL*


ARTI GERÇEKAlmanya'da 26 Eylül'de seçimler yapılacak ve 16 yıl sonra Merkel dönemi kapanacak ve önümüzdeki yıllar için yeni denizlere yelken açılacak.

Angela Merkel ve CDU-SPD koalisyonu, arkalarında toplumsal olarak derinden bölünmüş bir ülke bırakıyorlar. Tüm çalışanların yüzde dokuzu, iş sahibi olmalarına rağmen yoksullukla karşı karşıya kaldı. Merkel, Şansölye olarak görevi devraldığından bu yana bu sayı neredeyse iki katına çıktı. 2,8 milyon çocuk ve genç yoksulluk riskiyle karşı karşıyayken, en zenginlerin yüzde onu, toplumsal servetin üçte ikisinden fazlasına sahip.

Zengin ve fakir arasındaki uçurum giderek açılıyor. Elbette bu, Merkel'in selefi SPD‘li Schröder'in Gündem 2010 politikasının da bir sonucu: Daha önceki SPD/Yeşiller federal hükümeti iş piyasasının şiddetli şekilde düzenini bozmakla kalmadı, refah devletinin ortadan kalkmasına da sebep oldu. Ayrıca vergi sistemi de 1998'den bu yana giderek daha adaletsiz bir hal aldı. Orta sınıf aşırı yükün altında ezilirken, şirketlere ve büyük servet sahiplerine neredeyse hiç dokunulmadı.

DIE KOLUMNE KÖNNEN SIE HIER AUF DEUTSCH LESEN

Buna ek olarak, kiralar son beş yılda yüzde 13'ün üzerinde arttı, büyük şehirlerdeki evler, daireler normal ve düşük gelirliler için çok yükseldi.

Federal hükümet, sağlık sisteminde, bakım personelinin ücret ve çalışma saatlerinin kendisi için önemli olmadığını göstermiştir. Hastanelerde ve bakım tesislerinde hala çok az sayıda personel var. Ücretler kötü ve çalışma koşulları felaket. Bakım çalışanlarının üçte biri tükenmişlik sendromu (Burnout) riski altında. Ancak hastanelerde daha fazla personel ve daha iyi çalışma koşulları için kamu yatırımları yerine federal hükümet, özellikle pandemi döneminde çalışanlara sadece alkışladı ve tebrik etti.

Hemşirelik ve sağlık personeli, diğer pek çok meslek grubunun durumuna da örnek teşkil etmektedir.

Bir sonraki seçim, emeklilerin giderek daha fazla yoksulluk riski altında olup olmadığına ve emekli maaşlarının geçinmek için yeterli olmaması takdirde, çöpten depozitolu şişeleri toplamak zorunda kalıp kalmayacağına da karar verecek.

Sadece kira artışına seyirci mi kalmak istiyoruz, yoksa kira üst sınırını belirleyecek bir yasa mı getirmek istiyoruz? Zengin ve fakir arasındaki uçurumun genişlemesini mi istiyoruz, yoksa multimilyonerleri de içeren adil bir vergi sistemi mi getirelim? Sağlık sektörü gibi önemli bir kolu kâr avcılarına mı bırakmak istiyoruz, yoksa devletin iyi maaşlı birinci sınıf sağlık hizmetini garanti etmesini mi?

CDU SOLA KAYMA KORKUSUNU KÖRÜKLÜYOR

Bu soru ve sorunlarda biz DIE LINKE olarak, bunlara dair değişiklikleri isteyen nüfusun çoğunluğunun yanında yer almaktayız. Muhafazakar CDU, DIE LINKE'nin SPD ve Yeşiller ile olası bir hükümetin parçası olabileceği konusunda tüm kanallardan uyarıda bulunuyor. Bazı anketlere göre SPD, Yeşiller ve Sol Parti’den oluşacak ittifak çoğunluğu alabiliyor, bu yüzden CDU "sola kayma" korkusunu körüklüyor. Sözde iş ve özgürlük risk altındaymış. Beklenen bu karalama kampanyasıyla şaşkına dönen SPD ve Yeşiller, soğukkanlı kalmaktan oldukça uzak. DIE LINKE ile böyle bir hükümet ittifakını reddetmemekle birlikte, halkın çıkarları doğrultusunda bir değişikliğin önünü kesmek için anlamsız engeller koyuyorlar.

DIE LINKE, NATO'ya taahhütte bulunmalı ve kendisini dış politika duruşunu tekrar gözden geçirmeliymiş. Ancak Afganistan'daki 20 yıllık NATO savaşı felaketi, DIE LINKE'nin Batı'nın müdahalesini eleştirmekte ne kadar haklı olduğunu göstermiştir. Hatta Haziran ayında DIE LINKE yerel personelin tahliye edilmesini talep etmişti, çünkü o zaman Batı tarafından Kabil'de kurulan yolsuzluk hükümetinin kendini uzun süre tutamayacağı aşikârdı. CDU/CSU ve SPD, Federal Meclis'teki ilgili bir girişimi reddetmişti.

DIE LINKE HEP ŞUNU SÖYLEDİ: DEMOKRASİ VE KADIN HAKLARI BOMBALARLA GELMEZ!

Afganistan'daki 20 yıllık savaşta 200.000'den fazla Afgan sivil öldü ve yüz binlercesi göç etmek zorunda kaldı. Sadece açlıktan, yoksulluktan ve perspektifsizlikten değil, aynı zamanda NATO askerlerinden, Afgan hükümet birliklerinden ve onların müttefikleri olan savaş ağalarının milislerinden de kaçtılar. Bu çılgın savaşın sonunda, NATO silahları ve mühimmatıyla donanmış Taliban iktidara geri döndü.

DIE LINKE Federal Meclis tartışmalarında hep şunu söyledi: Demokrasi ve kadın hakları bombalarla gelmez! Hem zaten: Neden DIE LINKE'den, şu anda silahlanmaya bir trilyon ABD dolarının üzerinde harcama yapan NATO askeri ittifakına taraftar olması bekleniyor? Bu para, içme suyu kaynaklarını genişletme veya açlık ve hastalıkla mücadele programlarına yatırılsaydı, bu parayla dünya çapında kaç insan hayatı kurtarılabilirdi? Bunun için tek bir bombanın bile düşmesi gerekmez. İşte DIE LINKE böyle bir politikaya kendini adamıştır.

ERDOĞAN'IN SIRTINI SIVAZLAYAN ALMANYA'NIN DIŞ POLİTKASIDIR

NATO'ya bağlılıklarında, diğer parti politikacıları bu sözde "Batılı değerler topluluğu"nun avantajlarını vurguluyorlar. Özellikle Yeşiller‘in Şansölye adayı Annalena Baerbock, DIE LINKE'nin ancak NATO'yu ve onun sözde değerler topluluğunu kabul etmesi ve ayrıca "yurtdışı görevleri"ni benimsemesi doğrultusunda tolere edilebilir olduğunu yinelemekten geri kalmadı („savaş" demek yerine "yurtdışı görev"i tabirinin kullanılması, allayıp pullamak için ne hoş bir laf!). Hatta SPD‘nin Şansölye adayı Olaf Scholz daha da abartıp, SOL Parti'nin bu onayının "kalpten gelmesini" bekliyor. Ancak bunun ne kadar riyakâr olduğu, NATO ortağı Türkiye ile ilişkilerde görülebilir. Erdoğan yönetiminde muhaliflere zulmediliyor ve insan hakları çiğneniyor. Buna karşın Erdoğan'ın sırtını sıvazlayan yine Alman dış politikasıdır. Federal hükümet, Türkiye'ye en son 2020'de 22,9 milyon euro tutarında silah teslimatı olmak üzere, defalarca silah yollanmasını onayladı. Aynı zamanda, Almanya liderliğindeki AB, muhtaç insanların Avrupa'ya kaçmasını önlemek için Erdoğan ile mülteci anlaşmaları yaptı. Alman hükümeti değer odaklı bir dış politika konusunda ciddi olsaydı, her şeyden önce Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, Mısır ve diğer ülkelere silah ihracatını durdururdu ve Erdoğan'la kirli anlaşmaları müzakere etmeyi bırakırdı. İşte DIE LINKE tüm bunlara karşı çıkmakta, hiç bir şeyin değişmediği bir "değişmezliğe devam" politikasına da karşıdır.

FEDERAL MECLİSTE GÜÇLÜ BİR SOL GEREKİYOR

DIE LINKE değil dış politika duruşunu değiştirmek zorunda olan, asıl SPD ve Yeşiller, yıllardır destekledikleri dış politikanın başarısız olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır!

Durum şu ki, SPD ve Yeşiller şu anda DIE LINKE ile hükümet kurup, ülkeyi birlikte yönetmek zorunda kalmamak için bahaneler arıyor. Yoksa programlarının bazı kısımlarını sermayenin çıkarlarına ters düşecek kararlar almak zorunda kalacaklar. Eğer SPD adayı Scholz ve Yeşiller adayı Baerbock şimdi agresif şekilde koalisyon için neoliberal FPD’yi kazanma yoluna giderse, bir sonraki seçim sahtekarlığı kaçınılmaz olur. Çünkü FDP ile iklim koruması, sosyal güvenlik ve adil vergilendirme asla sağlanamaz. Ancak seçimlerde DIE LINKE’nin eli ne kadar güçlenirse, SPD ve Yeşiller için politikayı değiştirmek o kadar zorlaşacaktır. Gerçek sosyal politika ancak hükümet içinde baskı oluşturan bir parti veya sol muhalefet varsa olacaktır.

Yeşiller‘den Baerbock, Özdemir ve Habeck gibi NATO'ya onay beklemek demek, Erdoğan rejiminden, AB mülteci anlaşmasından ve tüm dünyaya silah ihracatından kopmayı istememek demektir. Aynısı burada da geçerlidir: Federal Meclis'te güçlü bir SOL, bu politikanın nihayet sona ermesini sağlayabilir. Artık bu siyasetin vadesi doldu!


*Avrupa Birliği Parlamentosu Die LINKE (Sol Parti) milletvekili Özlem Alev Demirel, 26 Eylül'de yapılacak olan Almanya genel seçimlerini Artı Gerçek için yazdı.

Öne Çıkanlar