Emeğin payı azalıyor, sermayenin payı artıyor

Emeğin payı azalıyor, sermayenin payı artıyor
Artı Gerçek olarak bugünkü dosyamızda işçilerin, emekçilerin sorunlarını, 2021 yılının işçiler açısından nasıl geçtiğini, neler yaşadıklarını konuşacağız.

Esra ÇİFTÇİ


ARTI GERÇEK- İşçi Sağlığı ve İşçi Güvenliği Meclisi'nin (İSİG) verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den bu yana en az 28 bin 380 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Türkiye’de sermaye büyüdükçe işçiler ölmeye devam ediyor. Ülkeyi bir şirket gibi yönetme anlayışıyla hareket eden siyasi iktidar sermayeyi palazlandırırken patronların iş güvenliği önlemlerini maliyet olarak görmelerini ve işçileri göz göre göre ölüme göndermelerini umursamadı. İş cinayetlerinin ardından açılan davalar yıllarca süründürüldükten sonra ödül gibi cezalarla sonuçlandı. En fazla iş cinayetinin yaşandığı tarım/orman, inşaat, metal ve maden işkolları. Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü tarım sektöründe çalışıyor. ILO verileri her yıl 250 milyondan fazla insanın tarımda iş kazalarından etkilendiğini ortaya koymaktadır. İnşaat sektörü siyasi iktidardan en fazla destek alan sektör konumunda. Ekonomik büyümeyi inşaat sektörü üzerinden sağlamaya çalışan ve devlet kaynaklarını özellikle bu alan üzerinden sermaye sınıfına aktaran iktidar, inşaat şirketleriyle müteahhitlerle iç içe geçmiştir. Hem maliyeti kısmak hem de projeleri siyasi propaganda malzemesi haline getirmek için işçiler çok yüksek tempo ve baskı ile kölelik koşullarında çalıştırılmaktadır. Ayrıca bu alanda tam bir denetimsizlik hüküm sürmektedir. Metal sektöründe de durum farklı değil. Metal işkolu ağır ve tehlikeli işkollarından biri. Somalar, Ermenekler gibi kitlesel işçi katliamlarının yaşandığı madencilik sektörü, güvenliksiz ortamlarda çalışmaya zorlanma, denetimsizlik, kaçak maden sayısındaki artış sadece tekil ölümlere değil Soma, Ermenek gibi büyük çapta katliamların yaşanmasına da yol açıyor.

Yine yaşanan ekonomik kriz tüm toplumu içine alırken, ağır koşullarda çalışan işçiler, emekçiler de krizden payına düşenin fazlasını alıyorlar. Türkiye ekonomisinin sorunları elbette Covid-19 ile başlamadı. 2018-2019 yılında da ekonomi ciddi krizdeydi. Türkiye birçok yönüyle çoklu kriz yaşıyor. Son derece tartışmalı olan TÜİK verileri işsizliğin düştüğünü ya da stabil kaldığını açıklıyor her ay. DİSK Araştırma Merkezi’nin hazırladığı Kasım ayı İşsizlik ve İstihdamın Görünümü raporunda "TÜİK ve İŞKUR’un işsiz sayıları arasında uçurum var" ifadeleri yer aldı. İŞKUR’a göre Eylül 2021’de kayıtlı işsiz sayısı önceki yıla göre 219 bin kişi artarken TÜİK’e göre işsiz sayısı 160 bin azalmıştı. DİSK, iki kurumun açıkladığı işsizlik verisi arasındaki farkın 279 bin kişi olduğunu vurguladı ve "İŞKUR verileri kayıtlara TÜİK verileri ise ankete dayalıdır. Ancak iki veri arasında bu kadar büyük fark olması ciddi bir güvenilirlik sorunu yaratmaktadır" açıklamasını yaptı.

Ekonominin dibe vurduğu Türkiye’de işçilerin, emekçilerin yaşamları daha da zorlaşıyor. Dövizde yaşanan artış, elektrik, doğalgaz fiyatlarına yansıması, Türk lirasının değer kaybetmesi, temel mal ve hizmetlere gelen yüksek zamlar, dar ve sabit gelirli milyonlarca ailenin geçim şartlarını daha da ağırlaştırdı. Günbegün artan fiyatlar karşısında zaten yetersiz olan ücret gelirlerinin satın alma gücü daha da geriledi. Artı Gerçek olarak bugünkü dosyamızda işçilerin, emekçilerin sorunlarını, 2021 yılının işçiler açısından nasıl geçtiğini, neler yaşadıklarını konuşacağız.

KRİZ DERİNLEŞİYOR, KAYGI, ENDİŞE ARTIYOR

İlk sözü Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu’ya veriyoruz. Aksu, krizin derinleştiğini, kaygı, endişe ve belirsizliğin arttığını, fabrikaların, büroların, atölyelerin, sokakların, göçmen gettolarının, evlerin içlerindeki tartışmaların merkezinde kriz ve çıkış yolları arayışları olduğunu söylüyor. Aksu, emekçi halkın tartışmasının iki karakterli hem öfke hem de var olan durumun daha beterinden duyulan büyük korku olduğunu, egemenlerin ise 2008 krizinden bugüne titizlikle kurmuş oldukları ideolojik, politik, sendikal, toplumsal düzenekler sayesinde görece rahat olduklarını ifade ediyor. Aksu, krizin sunmuş olduğu fırsatları, çok büyük bir itirazla karşılaşmadan yağma ve servet biriktirme zemini olarak değerlendirme yarışı içinde olduklarını, MGK’daki konuyu milli güvenlik zemini olarak ele alan yaklaşımın da Saray’ın hukukçularından birinin zikrettiği OHAL arayışının da bu yağma ve servet biriktirme pratiklerinin akamete uğrama olasılıklarına önlem geliştirme arayışının bir ürünü olarak olası toplumsal isyanın önüne geçmek olduğunu belirtiyor. Aksu sözlerini şöyle sürdürüyor:

"AKP, Saray rejimi artık kendi akıbeti konusunda da öngörüsüzdür. İçinde kalan son çıkar grupları ve toplumsal dinamikler de parçalı ve birbirlerine bilenmiş vaziyettedir. Saat saniye hesabıyla sürekli geleceğe kaçma arayışı içinde sakinlik, diş sıkıp bekleme çağrıları yapan muhalefet tarzına duacı bir şekilde vakit geçirmektedir. Önümüzdeki birkaç ay içinde AKP içinden yeni kopuşlar güçlü olasılıktır. Sahnenin yeniden kuruluşuna dair hesapların başındaki seçenek budur. Az kaldıcıların tezi buna dayanmaktadır. Bu kopuşu ya da diğer olasılıkları gündeme getirecek olan, hesap dışı tutulmak istenen seçenek ise aşağıdakilerin, öfkelilerin korkunun ecele faydası olmadığı noktada kendi sınıf çıkarları için ayağa kalkmasıdır."

KAOS PROLETER KESİMLER DIŞINDAKİ HERKESİN KORKUSU

Aksu, iktidarından muhalefetine egemenlerin ortak derdinin, korkusunun, planının bu olduğunu söylüyor. Aksu, "çok yakında, az kaldı, az daha sabır telkinleriyle sokağın barutuna su sıkmaya çalışan muhalefetle; barınamıyoruz diye hak sorgulayan öğrencileri, üniversite içinde krizi konuşmaya çalışan Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerini şiddetle gözaltına alan, yasal grevi savunan işçilere şiddet uygulayan iktidar yaklaşımı da aynı korku ve planın uzantısı" olduğunu söylüyor. Aksu, muhalefet zeminlerinin miting yapıp gaz boşaltma çabalarının da seçim üzerinden geliştirilen her türden eylem, miting, ittifak, birlik arayışlarının da mülkiyetin korunmasına dayanan tarihsel, sınıfsal güdülerin dönemsel tezahürleri olduğunu, Maocu karmaşadan devrimcilik türetme arayışının çok çok uzağında bir muhalif konumlanışlardan söz ettiğini ifade ediyor. Aksu, kaos, karmaşa korkusunun proleter kesimler dışındaki herkesin ortaklığı olduğunu belirtiyor. Aksu şöyle devam ediyor:

"2008 krizinin yarattığı toplumsal yıkıma itirazın görüntüleri olarak işçi hareketi zeminlerinden tekil, çoğul daha çok kendiliğinden eylemler, tepkiler, direnişler görülmeye başladı. Sonra bu eylem ve direnişlerin geçici olmayan dönemsel bir eğilimi ve de giderek bir konjonktür inşasını içinde barındırdığına şahit olduk. Tekel ve Seka Direnişleriyle kapanan bir dönem ve onun tükenen sendikal yapı ve anlayışlarının yerine yerleşmeye çalışan, 2015 baharında en büyük sanayi kuruluşlarında sarı sendikacılığa karşı ayağa kalkan on binlerce metal işçisinin Metal Fırtına isyanı ve sonrasında Anadolu’da neredeyse direniş tatmamış sanayi, enerji, maden havzası bırakmayarak bugünlere varan bu yeni işçi hareketi eğiliminin ülkemize has bir durum olmadığını, Küresel Güney olarak da ifade edilen imalat sanayinin küresel düzeyde yayıldığı coğrafyalarda benzer bir eğilimin güçlendiğini de gördük. Kapitalist emperyalist sistemin neoliberal programının çöktüğü hususu, bu programa secde etmeye çağıran vaizler tarafından da sık dile getiriliyor artık. Yeşil kapitalizm, sosyal adaletçi yeni bir emperyal dizayn politikası ile devlet kapitalizmi politikası geleceğe dair çatışan iki tez, iki konum olarak dayatılıyor ve etraflarında yeni emperyalist hiyerarşi, saflaşma inşa ediliyor."

29 KOD UYGULAMASIYLA YÜZBİNLERCE İŞÇİ İŞTEN ATILDI

Aksu, emperyal düzeyde planlanan iş bölümünün ihtiyaçları üzerinden iktidarından muhalefetine ülkemiz egemenlerinin ortaklaştığı, uzun süredir alt yapıdan üstyapıya değin dönüştürücü adımlarını attığı küresel tedarik, üretim zincirinin bir merkezi olmak hedefinin 2021’in sonbahar kışını emekçiler için karabasana dönüştürdüğünü söylüyor. Aksu, erken seçim ve restorasyon çağrılarının, Geleceği İnşa Raporları, milli güvenlik sorunu ya da OHAL vurgularının can verdirmeye çalıştığı şeyin sermaye devletinin eski rıza politikalarının çöküşüne çare üretme, ya da yeni rıza ilişkilerini inşa etme arayışları olduğunu ifade ediyor. Aksu, tamamının mevcut sömürü politikalarının aynen devam ettirmek ancak bu politikalara karşı aşağıdan, proleterlerden gelecek olası isyanı engellemek arayışında olduklarını belirtiyor. Aksu:

"Ülkemiz işçi hareketinin önünde işlevsel bir tıkaç misyonunu başarıyla üstlenmiş olan üç işçi konfederasyonunun temsil ettiği sendikal aygıt, TÜSİAD’IN, özel olarak Koç Holding İK elemanlarının (Özgür Burak Akkol, Akansel Koç, Özgür Barut vb.) Yönettiği TİSK ve ona bağlı MESS’in belirlediği, uygulamaya soktuğu yönetişim ilişkileri çerçevesinde hareket etmektedir. İdeolojik, politik, örgütsel bir hiyerarşiyi doğrudanlıklar ve dolayımlarla içermektedir bu yönetişim tarzı. Üç konfederasyonun bu isyan engelleyici konumlanışını bırakın yıkmayı, sorgulayan da yok denecek düzeydedir. İşçilerden kesilen aidatların grevsiz, örgütlenmesiz ortamda aktığı kaynak, bu merkezlere çöreklenmiş şebekelerin servet biriktirme mekanizması olarak kullandırılıyor, ayrıca vekillik, belediye başkanlığı vb. imkânlar sunan bir sosyal sermaye zemini olarak işlevlendiriliyorlar. Pandemi döneminin belirsizliklerini ve korkularını maniple ederek, dayatarak aynı gemideyiz mottosuyla işçi sınıfının içinde olduğu çoklu cendereleri yine bu üç konfederasyonun kolaylaştırıcılığıyla daha da artırdılar. Ücretsiz izin uygulamaları, kısa çalışma ödeneğinin patronlarca yağması, 29 kod uygulamasıyla yüzbinlerce işçisinin haksız hukuksuz işten atılması biçimindeki uygulamalar ciddi itirazlar olmadan hayata geçirildi."

AÇLIK, YOKSULLUK KENDİNİ DIŞA VURUYOR

Aksu, asgari ücret görüşmeleriyle, metal işçilerinin toplu iş sözleşmesi süreçlerinin çakışması işçi hareketi açısından her dönem canlılık ihtiva eden bir tür politizasyon ürettiğini, içinde olduğumuz doların 15 TL’ye doğru hareketlendiği, enflasyonun saat saat yükseldiği, kiraların uçtuğu, zamların sağanak halde yağdığı, yoksulluk ve açlığın tüm feryat, figan görünümleriyle kendini dışa vurduğu bir ortamda asgari ücretin belirlendiğini söylüyor. Aksu, Mess sözleşmesiyle de tavan ücret belirleneceğini, Mess sözleşme sürecinde sendikaların talep ettikleri zam oranlarının bile geçen iki aydan sonra yaşanan gelişmelerle komik bir düzeyi ifade ettiğini ve Mess’in kurnazlıkla yüzde 12’lik zam teklifi üzerine işçi tarafı masayı terk edip asgari ücretin belirlenmesine kadar kimi fabrika içi-dışı sembolik eylemlerle zaman kazanacağını ifade ediyor. Aksu, bu sürecin kontrollerinin elinden kaçma ihtimalinin az olmadığını belirtiyor. Aksu, kurguyla masadan kalkan Sarı Türk Metal’in "radikal" söyleminin bu ihtimali uzak tutma derdiyle olduğunu, Tisk, Türk-İş, AKP temsilcilerinin ortak ağızla asgari ücreti geçmiş yıllara göre daha erken açıklanmasına dönük, söylem ve çabalarının arkasındaki iki dinamik sınıfsal hakikatlerin, yoksulluk ve açlığın uzun süre tartışılmasının yol açacağı öngörülemez sonuçlar ve güya tavan ücret alan metal işçilerinin ücretlerinin tartışılan en yüksek asgari ücret önerilerinin de gerisinde kalmasından dolayı olduğunu ifade ediyor. Aksu örnek olarak TÜRK-İŞ’in kırmızı çizgisi 4000 TL, DİSK’in önerdiği 5200 TL, konuyla görece ilgisi olmayan KESK’in 6200 TL önerisinin ve de Kılıçdaroğlu’nun zamsız, 1 Ocak 2021’in asgari ücretinin dolar bazındaki karşılığı olan 384’ün TL karşılığı olan 5660 rakamlı önerilerinde gerisinde olduğunu belirtiyor. Aksu, asgari ücretin 4250 TL olarak ilan edildiği bir önceki yılın ocak ayının başında 384 dolar olan rakamın 260 dolar sınırına çekildiğini ve beklenildiği gibi tipik AKP manipülasyonuyla tarihi zam olarak takdim ve de takdis edildiğini söylüyor. Aksu, yine beklenildiği gibi düzen muhalefeti ve üç konfederasyonun onayıyla kamuoyuna sunulduğunu, öncesinde ifade edilen gaz alma amaçlı lafların tamamının unutulduğunu, mart ayı biterken bu ücretin daha da derinleştireceği sefaletin tetikleyeceği tepkilerin ön adımlarının görüleceğini ifade ediyor. Aksu: 

"Sonrası tarihin talihine bağlı, en az iradelerimiz kadar. Biz bu ücretli kölelik mekanizmasına öneriler geliştiren yaklaşımlarla mesafelenmeyi öneriyoruz. İlla öneri talep edilirse önerimiz, DİSK’in Lastik-İş, Genel-İş, Tekstil-İş yöneticilerinin aldığı maaşları asgari ücret olarak işçilere aynı oranda ödenmesini talep ediyoruz. Bu ortalama ise 25 bin TL’dir. Türk-İş yöneticilerinde bu maaş ortalaması 40 bin TL, Hak-İş yöneticilerinde ise 55 bin TL’dir. Sendikal aidat yağması, servet biriktirme pratiğinin sadece yüzde birini yüksek maaş alımı oluşturuyor."

Aksu, tablonun üç aşağı beş yukarı belli olduğunu, sermaye sınıfı ve onun siyasi temsilcilerinin toplumsal isyanın önüne geçmek programının karşısında olan proletarya ve müttefiklerinin görevinin sahiden isyanın önüne geçip ona yol açmak, önderlik etmek olduğunu söylüyor ve sözlerini şöyle bitiriyor.

"Son on, on iki yıldır işçi hareketi zeminden fışkıran direnme eğilimini yaygınlaştırmak, bu eğilimle, birleşik örgütlenme ve mücadele zeminleri yaratarak daha fazla buluşmak, Umutsen Konferansı Sonuç Metni’nde de ifade edilen "Sıra artık çoban ateşleri gibi Anadolu’nun dört bir yanında boy veren bu mücadele iradesini politik bir programa ve kolektif bir direnişe dönüştürecek inisiyatifin alınmasına gelmiştir. Yer altında köstebek, yeryüzünde kaplan, gökyüzünde kartal olacak, sermaye sınıfını titretecek bir proletarya hareketinin inşası için gereken adanmışlık ve cüretle işe koyulmanın zamanı gelmiştir. Tam da sermaye sınıfı ve onun devleti bir dönüşümün sancılarını yaşarken harekete geçmek, bu dönüşüm tamamlanmadan bazı kurucu hamleleri yapmış olmak gerekir. Aksi halde tıpkı AKP dönemi boyunca olduğu gibi işçi hareketi de çevre hareketi de ve diğer toplumsal mücadele başlıkları da egemenlerin iç çatışmasının kenar süsü olmaktan ileri gitmeyecekleri bir dönem daha yaşayacaktır. Buna göz yummayacağız." yaklaşımından devam etmektir."

AKP’NİN SONUNU KADINLAR GETİRECEK

Kadın İşçi İnternet Sitesi Editörü, Necla Akgökçe, kadınlar açısından geçen yılın en önemli olayının, 20 Mart’ta Cumhurbaşkanı’nın bir gecede verdiği kararla İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin geri çekilmesi olduğunu söylüyor. Akgökçe,  kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin en geniş kapsamlı sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nin kadınların tüm karşı çıkışlarına ve mücadelesine rağmen 1 Temmuz’da yürürlükten kaldırıldığını, AKP iktidarının kendi imzaladığı sözleşmeden vazgeçerek, kadınları özellikle aile içi şiddete karşı korunmasız bırakmasının yanı sıra kadın düşmanı olduğunu da açıkça gösterdiğini ifade ediyor. Akgökçe, cesaretlenen erkeklerin kadınları öldürmeye devam ettiğini, yine kravat taktı diye düşük ceza aldıklarını belirtiyor. Akgökçe şöyle devam ediyor:

"Cemaat yurtlarında çocuklar taciz edildi ve taciz eden öğretmen başka bir okula atandı. Kadınlar davaları takip etmeyi sürdürüyorlar, peşini bırakmaya niyetleri yok… Geçtiğimiz yıl kadın istihdamı son 20 yılın en düşük seviyesine indi. Pandemi nedeniyle, otel, lokanta, kafe, pastane vb. hizmet sektöründe kadınların ağırlıklı olarak çalıştığı işyeri kapandı. Burada çalışan genç kadınlar işsiz kaldılar. Ayrıca çocuk ve hasta bakımı gibi bakım hizmetleri alanında çalışan kadınlar, kadın müzisyenler, ihracata yönelik sanayi dallarında çalışan kadın işçiler ve evlere günü birlik temizliğe giden kadın işçiler de uzun süre işsiz kaldılar."

KADIN İŞSİZLİĞİ HAD SAFHADA

Akgökçe, kadın işsizliğinin her ay tüm işsizlik kategorilerinde en yüksek orana sahip işsizlik türü olduğunu, DİSK’in Kasım ayı işsizlik raporuna göre geniş tanımlı kadın işsizliği yüzde 29,9 oranı ile yine başı çektiğini söylüyor. Akgökçe, kadınların pandemi nedeniyle kaybettikleri işlerine geri dönemezken, işsizliğin yoğun olduğu cinsiyetçi emek piyasalarında bu boşluğun genç erkekler tarafından dolduruluyor gibi göründüğünü ifade ediyor. Akgökçe, kadın işsizliğinin yüksekliği, istihdam içindeki kadınları da en kötü çalışma koşullarını kabul etmeye zorladığını, kadınların düşük ücretli, sağlık açısından tehlike arz eden işyerlerinde, her türlü taciz ve şiddete açık bir biçimde çalışmak zorunda kaldıklarını ve kalmaya devam ettiklerini belirtiyor. Akgökçe sözlerine şöyle devam ediyor:

"Hemşireler, tıbbi sekreterler, temizlik işçileri pandemi sırasında sağlık sisteminin aksamadan yürümesini sağlayan ve hastanelerin tüm yükünü çeken kadınlar da ne yazık ki, en görülmeyen emek kategorisi içinde yer aldılar. Hala ücretlerinde bir düzeltmeye gidilmedi, hala bitmez tükenmez nöbet çizelgeleriyle boğuşuyorlar. Tüm baskı ve hak ihlallerine rağmen kadınlar inatla haklarını savunmaya çalışıyorlar. Feminist kadınlar İstanbul Sözleşmesi mücadelesini ev ev sokak sokak yürüttüler, her gün eylemdeydiler. Sözleşme öyle tanındı ki, sendikaların toplu sözleşme metinlerine bile girdi. Bazı sendikalarda kadın üyeler fabrika eylemleri yaptı."

KADINLAR KENDİLERİYLE UĞRAŞAN İKTİDARDAN RÖVANŞI MUTLAKA ALIRLAR

Akgökçe, 8 Mart’ta gece yürüyüşüne bu yıl her zamankinden daha fazla genç kadının katıldığını, 25 Kasım’da kadınların önlerine çıkan barikatları yıkıp geçtiğini söylüyor. Akgökçe, AKP bastırdıkça kadın mücadelesinin çok daha geniş alana yayıldığını, eskiden suskun kalan, kadın işçilerin, emekli kadınların, ev kadınlarının, santrallerle doğası katledilen köylü kadınların, ormanları yakılan kadınların bulundukları yerden ve kendi sorunları üzerinden kadın mücadelesine eklemlenmeye başladıklarını ifade ediyor. Akgökçe, son olarak şöyle konuştu:

"Bu iktidar kadınlara çok dokundu ve kadınlar bu kadar kendileriyle uğraşan iktidardan rövanşı mutlaka alırlar. Tarih boyunca bu böyle oldu. Gelecek yıl için umudumun arttığını söyleyebilirim. AKP iktidarının sonunu kadın mücadelesi getirecek gibi görünüyor."

2021 YILINDA ÇALIŞMA HAYATI NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ?

İşçi Sağlığı ve İşçi Güvenliği (İSİG) Meclisinden İş Güvenliği Uzmanı Gökhan Turan, çalışanlar olarak yaşantılarının büyük bir bölümünü mesai arkadaşlarının yanında onların sevgisiyle beraber geçirdiklerini, 2021 yılında da en büyük mücadeleyi 2020 yılında ortaya çıkan pandemi koşullarına karşı verdiklerini söylüyor. Turan, 1982 Anayasası’nın m49’ maddesine göre, "çalışma herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır" dediğini ifade ediyor. Turan, 2020 yılında önceki yıllara göre yüzde otuz artan iş cinayetlerinin 2021 yılında da hız kesmediğini, ilk 10 aya göre 1853 mesai arkadaşlarının iş cinayetin de hayatını kaybettiğini, bu cinayetlerin bir kısmının Covid kaynaklı gerçekleştiğini belirtiyor. Turan sözlerini şöyle sürdürüyor. 

"Özellikle Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında düşmesine rağmen sonrasında yeniden artış göstermiştir. Covid kaynaklı ölümlerin dağılımında her 100 kişiden 85’inin ücretli olduğunu (memur –işçi) göstermiştir. Tespit edilen her 100 kişi den 91’i erkektir. Bu arkadaşlarımızın yüzde 35’i sağlık sektörü çalışanıdır. Büro ve eğitim işkolunda bu oran azımsanmayacak düzeyde ve yüzde 32 oranındadır. Özellikle öğretmen, avukat, muhasebe vb. risk altındaki gruplar 2021 yılında da bu tehlikeyle baş başa bırakılmıştır."

NİSAN AYINDA İŞ CİNAYETLERİ EN YÜKSEK RAKAMA ULAŞTI

Turan, 2021 Eylül ayı başına kadar 465 çalışanın Covid’den hayatını kaybettiğini, nisan ayı iş cinayetlerinin en yüksek rakama ulaştığı ay olduğunu, bu ayda yüzde 53 Covid kaynaklı iş cinayetleri olduğunu söylüyor. Turan, bir dönem azalmasının nedenini çalışanların aşılanması ve çalışma alanlarında temas noktalarının yakın olmamasının olduğunu, bir metal fabrika sahası ile tekstil işkolunda çalışma alanının bir olmayacağı için tekstilde vakalar tespit edilirken metalde tespitlerin azaldığını ifade ediyor. Turan, tarım sektörünün aile işletmelerinin de bu yıl diğer yıllarda olduğu gibi iş cinayetlerinde yüksek oranda görünmekte olduğunu, özellikle trafik kazalarında çiftçi ölümlerinin 75 kişi olarak tespit edildiğini, bu alanda göçmen işçilerin çokluğu ve çalışması yasak çocuk işçiliğin varlığının önümüzdeki yıllarda da çözüm beklemekte olduğunu, burada ölümlerin 14 yaş altında olduğunun da değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Turan sözlerini şöyle sürdürüyor:

"İnşaat sektöründe cinayetler devam etmektedir. Tüm iş cinayetleri içinde İnşaat ve yol işkolunda 228 arkadaşımız hayatını kaybetmiştir. İnşaat işkolunda yüksekten düşme ve ezilme göçük elektrik çarpması, Covid kaynaklı ölümler tespit edilmiştir. Trafik servis kazalarının özellikle tarım hasat sezonu ve turizm sezonuna yönelik artış gösterdiği Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında yüzde 20’nin altına düşmediğini söyleyebiliriz. Bundan sonraki yıllarda; hayatımıza pandemi ile giren uzaktan alışveriş sektörünün bir yansıması olan kurye faaliyetlerine yönelik tespitlerde oranları daha çok etkileyecektir."

10 AY İÇİNDE 34 ÇOCUK İŞÇİ ÖLDÜ

Turan, çocuk ve genç işçiliğin yaygın olduğu ülkemizde; özellikle 4+4 eğitim sistemi ile çocuk işçi sömürü düzeninde ucuz işgücü kitlesi oluşturulduğunu, burada harcanan çocuklarımızın en az 34’ünün 10 ay içinde hayatını kaybettiğini söylüyor. Turan, bu dönemde hayatını kaybeden en az 130 kadının iş cinayetinde hayatını kaybettiğini, yine bu dönemde iş bulamadığı için intihar eden 24 arkadaşlarının olduğunu ifade ediyor. Turan, 1853 kişiden sömürü düzeninde ülkelerinden uzakta öldürülen en az 57 göçmenin hayatlarını kaybettiğini, örgütlü olmanın bir dayanışma ve birlikteliğin mücadele gücü getireceğini, iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin 159’unun örgütlü sendika üyesi olduğunu belirtiyor. Turan sözlerine şöyle devam ediyor:

"İşçi kaydı olmayan kendi nam ve hesabına çalışan en az 214 kişi hayatını kaybetti. Bu veri kaydının SGK kayıtlarında görülmeyecek olması iş cinayetlerinin oranının gerçek veri kaydının oluşmamasına neden olmaktadır. Covid ilk aylarında yayılmasın, yayılıyorsa kontrol altında tutulsun diye tercih ettirilen uzaktan çalışma bu yıl içinde (iş kanununda vardı-yönetmeliği çıkmamıştı) yönetmeliği çıkarıldı. Ancak iş kanununa ve hukuk sistemine aykırı olarak işçi ve işveren aynı haklara sahipmiş gibi değerlendirilerek çıkarıldı. Yönetmelikle iş yaşamında bazı dengeler işveren lehine bozulacak. Çünkü çalışan haklarının gasp edildiği bir standart bu yönetmelikle kazandırılmaya başlandı." 

Turan, anayasanın 17’nci maddesinin herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğunu, yaşama hakkının, bütün hakların temeli olduğunu, savaş, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde dahi durdurulamaz, yok edilemez dediğini, işverenlerin bu yılda geçen yıllarda olduğu gibi anayasanın en az 3 maddesini ihlal ettiklerini, bu 3 madde ile kendi ülke vatandaşlarını ve göçmen-mülteci dünya vatandaşlarının haklarını gasp ettiğini söylüyor. Turan son olarak yapmış olduğu bu değerlendirmede İSİG Meclisi verilerini kullandığını ifade ediyor.

Öne Çıkanlar