'Türkiye'de sözün üzerine ciddi baskı var: 'De', 'da'nın peşinde koşmak mesele'

'Türkiye'de sözün üzerine ciddi baskı var: 'De', 'da'nın peşinde koşmak mesele'
6 yılı geride bırakan 'Düşünen spor dergisi' Socrates'in Yazı İşleri Müdürü İnan Özdemir ile spor medyasını, sporun topluma etkisini ve cinsiyet eşitsizliğini konuştuk.

Emre CAKA


ARTI GERÇEK- 6 yıl önce ‘Düşünen spor dergisi’ sloganıyla adını Socrates olarak duyuran spor dergisi birçok spor severi heyecanlandırmıştı. Türkiye spor medyasının aksine genç bir ekiple yola koyulan Socrates, 74 sayıyı geride bırakarak 6 yılı devirdi. Bu dönemde Muhammed Ali dosyası, Fransa Bisiklet Turu, Vakıfbank’ın başarısının arkadasındaki organizasyon, Beşiktaş’ın Metin, Ali, Feyyaz üçlüsü, Caferağa Spor Salonu’nun hikayesi, Nadia Comăneci posteri, Maradona’nın erken vedası… Akla gelebilecek tüm spor branşlarından dosyalar ile spor severlerin karşısına çıkan Socrates, adını doktor lakaplı Brezilyalı futbolcudan alıyor. Socrates, sadece doktor lakabıyla değil birçok kişi tarafından da filozof olarak biliniyordu. Düşünen spor dergisi iddiası olan bir dergi için bundan daha güzel isim bulunamazdı elbet. ‘Adına yakışır’ diyebileceğim tarzda yaşamını sürdüren Socrates, şiarındaki düşünme kısmını da yerine de getirerek Türkiye’nin toplumsal olaylarına da yüzünü çeviriyor. Bazen ‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır’ paylaşımı ile bazen ‘Boğaziçi Öğrencileri Yalnız Değildir’ diye çıkışlarıyla karşılaşmak mümkün bu mecrada. Öğrencilerini yalnız bırakmayan Feyzi Erçin ile Boğaziçi direnişini konuşup, avukatlardan insan hakları üzerinden Türkiye’nin neden büyük organizasyon alamadığını tartışıyorlar…

Aradan geçen 6 yılda neler yaptılar, Türkiye’de neden düşünen bir spor dergisine ihtiyaç duydular, toplumsal olaylar ile ‘spor dergisinin ne işi var?’ sorularını Socrates Yazı İşleri Müdürü İnan Özdemir’e sorduk…

Nasıl başladı süreç, şimdi neler yapıyorsunuz?

En başta spor medyasının gittiği yerde kendine bir yol arayan, farklı işler yapmak isteyen bir grup arkadaştık. İnsanların ‘Dergi satmaz’ dediği bir dönemde sözlü tarihlerle, araştırma dosyalarıyla, uzun röportajlarla sporun farklı yönlerini görmek ve göstermek istedik. Eurosport tarafında anlatıcı, Yazıhane’de yazar olarak yer almıştı pek çoğumuz. Sevgili Bağış Erten ve Can Öz’ün önderliğinde 6 yıl önce başladığımız macerayı bugün aylık derginin yanında YouTube kanalı ve Podcast mecrası olarak da devam ettiriyoruz. Merkez medyada kendine yer bulamayan pek çok spor dalına ve figürüne eğilmeye çabalıyoruz.

‘SPOR MEDYASININ GİTTİĞİ YER…’

‘Spor medyasının gittiği yer’ dediğiniz nokta neresi, farklılıklar neler?

‘Türkiye spor medyasında her şey çok kötüydü, biz de çok onurluyduk, ilkeliydik’ falan demek istemem. Bu ukalalık olur ve manzarayı da yanlış anlatır. Ama dergiyi kurduğumuz dönemde de merkez medyanın spor ya da futbol konuşma biçimi tek tipti. Taraflılık, kavga dövüş, savaş dili, cinsiyetçilik… Bunu futboldan ziyade bir şov programına dönmüş, parodileşmiş pazar programlarında da görebilirsiniz. 1980 ve 90’lı yıllarda gazetelerin tiraj savaşıyla birlikte artan, özel televizyonların reyting mücadelesiyle birlikte iyiden iyiye futbolun göbeğine oturan bir keskin laf üretme kavgası egemendi her yere. Bahsettiğim zaman diliminde, o teknolojik dönüşümün yanında, siyasi gündemin de etkisiyle daha milliyetçi bir havaya bürünen Türkiye’de futbol sahaları ve medyası da iyice sert, şovenist bir çizgiye kaymıştı zaten. Reyting kavgası direksiyona geçmişti, futbol gündemi diğer bütün sporları gölgelemişti, basketbol ya da voleybol gibi hevesli ve yatkın olduğumuz dallara bakış tamamen uluslararası başarılara endekslenmişti.

Gidişat buydu. Biz bu koşulların ortasında snooker, bisiklet, yüzme, jimnastik gibi sporlara eğilmek istedik futbol ve basketbolun yanında. Bunlar elbette futbol kadar reyting almayacaktı ama herkesin birbirini hainlikle suçladığı, yaftaladığı, kulüplerin ‘Biz Türkiye’yiz’ diye açıklamalar kaleme aldığı bir yerde farklı bir söz söyleme çabasıydı bizimkisi. Yıllar içinde de hatırı sayılır, sadık bir takipçi kitlemiz oldu. Onlarla futbol ve basketbolun yanında bisiklet, tenis, olimpiyat paylaşmanın da keyfini gördük ve çok güzel geri dönüşler aldık.

‘RONALDO POSTERİ DE VEREBİLİYORUZ NADAL POSTERİ DE’

Okuyucularla etkileşim halinde kalmak neler katıyor?

6 sene oldu, 74. sayımızı çıkardık. Cristiano Ronaldo posteri de veriyoruz, Michael Jordan da… Ama sadık okurlarımız ‘Ne zaman Rafael Nadal posteri vereceksiniz?" diye de soruyor ve bu da bizi gelişmeye zorluyor. O okuyucu ‘Türkiye’de bu satar’ algısıyla sadece Messi ya da LeBron işlemeni istemiyor, Nadia Comaneci yazmanı da teşvik ediyor. Sana "Evet futbol röportajını yapabilirsin ama ben senin sadece futbol röportajı yapmanı istemiyorum" diyor. Mesela iki sayı önce sevgili arkadaşım Aras Yetiş nefis bir Chris Evert röportajı yaptı, 70’lerin 80’lerin efsane tenisçilerinden Evert. Okuyucuların bize sağladığı o nefes alma alanı olmasa bizim de Evert’a ulaşma çabamız daha cılız kalırdı belki. O destekle hevesimiz artıyor.

Boğaziçi eylemleri, insan hakları röportajları, İstanbul Sözleşmesi… Spor medyasında hiç de alışık olmadığımız bir tarzda siz bu başlıkları ele alıyorsunuz. ‘Siz spor dergisisiniz ne işiniz var bunlarla?’



Evet, bu cümleyi çok duyuyoruz. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi’nden sevgili Feyzi Erçin ile yaptığımız röportajı okuyan biri haliyle "Bunun neresinde spor var?" diyebilir. Ben zaten orada, daha ilk sorulardan birinde "Sizinle spor da konuşabilirdik ama okuyucuların da affına sığınarak başka bir şey konuşmak istiyorum" demiştim. Ama farklı alanlara, hatta politikaya girmemizin gerisinde basit bir açıklama var: Biz dergiyi konumlandırırken saha içiyle sınırlı kalmasını hedeflemedik. Tabii ki konu planımızda taktik incelemeleri de 3 sayı devriminin NBA’i nasıl değiştirdiğini anlatan bir yazı da olmalı ama mesela Kathrine Switzer’ın öyküsü de olmalı. En nihayetinde sporu toplumdan veya politikadan ayırıp sadece sahadaki bir takım hamlelere odaklayamazsınız.

‘TÜRKİYE’DE SÖZÜN ÜZERİNE ÇOK CİDDİ BİR BASKI VAR’

Ama böyle her çabamızın neticesinde dediğin ‘Spor medyasısınız, neden bu konulara giriyorsunuz?’ tepkisi geliyor. Artık hemen her yerde kanıksanan bir durum var, sporla politikayı veya sosyolojiyi birbirinden ayıramazsınız. Özellikle Türkiye’de sporla birlikte bu alanlara girmek çok daha önemli bana kalırsa. Çünkü burada sözün üzerine büyük bir baskı kurulmuş vaziyette. İnsanlar rahatça herhangi bir konuda konuşamıyorlar, yazamıyorlar, düşüncelerini söyleyemiyorlar. Başlarına bir şey geleceği endişesiyle tweet atmaktan bile endişelenir hale geldiler. Söz baskı altında. İşte bu ortamda inandığınız sözü söyleyebilmek, yani mesela İstanbul Sözleşmesi’nin değerinden bahsedebilmek değerlidir bence. O söze alan açmamız lazım. Tabii bu bizim kişisel duruşumuz, dergiyi de buna alet ediyoruz bazen, sporla kesişim noktaları üzerinden. Ama alet etmekten de çok memnunuz.

‘ONLAR KONUŞABİLİYORSA BEN DE KONUŞABİLMELİYİM’

Bunu yaparken de baskıcı bir şekilde futbolcular da spor medyasının geri kalanı da bunu söylesin demiyoruz. Sporcular ya da medya mensupları muhalif olmak zorunda değiller. Arda Turan iktidarın yanında olabilir, Burak Yılmaz veya Rıdvan Dilmen destek verebilir herhangi bir siyasi kampanyaya. Ama iktidara destek verenlerin istediği zaman spor istediği zaman siyaset konuşabildiği bir yerde ben de konuşabilmeliyim. Biz spor dünyasında kimseye muhalif veya politik olmak zorundasın demiyoruz. Ama muhalif ‘De’ olabilirsin, politik ‘De’ olabilirsin. Hakikaten o ‘De’, ‘Da’nın peşinde koşmak mesele. Sporun zaten toplumsal bir yanı olduğunu düşünüyoruz ve o toplumsallığın çerçevesini genişletmeye çalışıyoruz.

Sonuçta Türkiye’de spora siyasi bağlantılarını karıştırıp para kazanmak isteyen ve bunun dışında sporla siyasetin ya da toplumsal meselelerin yan yana gelmesine engel olan bir takım elbiseliler düzeni var. Oysa ki sadece iktidara veya federasyona yakın olanların değil, bizim de söz söyleme hakkımız var. O yüzden de sporu toplumsal ve politik yönden inceleyebilecek alanlar açmak bizi mutlu ediyor.

‘Politiksiniz’ denilerek takipten çıkan insanların sayısı tahminimce azımsanmayacak kadardır. Bu tür durumlarda ne yapıyorsunuz, bir kriz masası mı var yoksa ‘Hoşça kal’ mı diyorsunuz? 

Tabii ki var ama editöryel olarak yapabileceğimiz bir şey olduğunu düşünmüyoruz. Yoksa eleştirileri dikkate alıyoruz. Mesela ‘Şu içerikte sporu çok çiğ bir yerden politikaya bulaştırmışsınız…’ tepkisi gelse eminim daha farklı bir açıdan tartışılır, değerlendirilir. Ama fikirlerimizi söylediğimiz veya söyleyebildiğimiz için takipten çıkanlara da yapabileceğimiz bir şey yok. En doğal hakkı tabi ki onların da istedikleri tepkiyi vermek...

Socrates anlık haberlerden ve özellikle de futbolda Türkiye gündeminden biraz ‘kaçıyor’ gibi…

Öncelikle şunu belirteyim, ben Socrates’in her mecrasına iş yapıyorum ama herkes adına konuşursam çalışma arkadaşlarıma saygısızlık etmiş olurum. Daha kişisel bir pencereden ama ağırlıklı olarak dergiyi ilgilendiren şekilde cevapladığımı belirtmek isterim bu soruları.

Tabii bu sezonla birlikte Türkiye’ye özellikle de futbola biraz daha fazla yer ayırdık. Geçmişte de işler yapıyorduk ama artık biraz daha ağırlık veriyoruz. Daha öncesinde ulaşmadığımız geniş bir kitleye de ulaşma şansımız oldu bu vesileyle. Bu da bir zenginlik sonuçta ama o zenginliğin içinde başka tartışmalar da olabiliyor.

Muhakkak size de geliyordur, "Şunu gördünüz-bunu görmediniz" tepkileri. Siyaset işi yapan da, spor işi yapan da, sinema işi yapan da bu tepkiyi alıyordur. Bizim dergimize, sosyal medyamıza, kanalımıza bakan birileri de çelişkiler bulabilir. Ama içimizin rahat olduğu bir nokta var. Bu 6 senede kimsenin yanında durup ayrıcalıklar elde etmeye çalışmadık. Herhangi bir toplantıda kimsenin ağzından ‘Biz Fenerbahçe’yi ya da Galatasaray’ı görelim bu sefer’ gibi bir cümle çıkmadı. Konularımızı, temalarımızı, odağımızı herhangi bir kulübün emrinde çizmedik. Vicdanımızın rahat olması da bu yüzden. Yoksa her tartışmada yüzde yüz haklıyız demiyorum. Zaten her şeyin bu kadar hızlı değiştiği bir ülkede, her konuda haklı ya da doğru olmak imkansız.

Sorunun özüne dönersem, bizim düşüncemiz anlık haber vermekten ziyade olayları, haberleri yorumla sunmak. Zaten herhangi bir haber sitesinden daha hızlı ya da anlık olma iddiamız yok. Biz gelişmeleri bir programla, yazıyla veya dosyayla değerlendiren bir ekip olmayı tercih ediyoruz.

‘MARADONA’NIN POSTERİ DENK GELDİ’

Maradona 25 Kasım’da öldü ve sizin Aralık sayınız da Maradona posteri oldu. Hemen bir öykünmecilik, nostalji gibi bir çalışması mı var Socrates’in?

O süreç bizim için de ilginçti. 80’ler özel sayısı hazırlıyorduk aralık ayı için. Haliyle Maradona’yı da 80’ler özel sayısında detaylı bir şekilde inceleme planımız vardı. O sırada ölüm haberini alınca insanlar farklı bir amacımız var gibi düşünmüş olabilir ama biz zaten Maradona posteri verecektik. Zaten 25’inde matbaaya giden bir derginin 24’ünde öyle bir poster kararı vermesi imkânsız. Ha ama buna farklı bakan, romantikliğin veya nostaljinin kârını kovaladığımızı düşünenler olabilir. Türkiye’de hayatta olmayan insanların eserlerinden ziyade görünüşlerine, tavırlarına odaklanan bir romantizm dalgası var neticede, onun bir parçası görebilirler. Ben biraz daha farklı olduğuna inanıyorum.

'ULUS BAKER’İ KAPAĞA KOYUYORSUN AMA…'

Mesela görüyorum, Ulus Baker’i odağına veya kapağına alan mecralar oluyor ama çoğunlukla konu edilen Baker’in sureti, görünüşü, tavırları. Eserleri ya da fikirleri değil tartışmaya açılan şey. Biz bundan kaçmaya çalışıyoruz elimizden geldiğince. Maradona’yı da Muhammed Ali’yi de yaşarken de öldükten sonra da her yönüyle işlemeye çabaladık. "Ne efsaneydi be" yaklaşımından uzakta her insanı, artılarıyla ve eksileriyle, dengeli bir şekilde değerlendirmenin önemine inanıyoruz. Az önce anlattığım tuzağa düştüğümüz de oluyordur belki ama bence karikatürize bir romantizm ya da hikâyecilik yanımız yok. Mesela ‘Solcu Livorno’nun hikâyesini işleyen romantikler’ gibi tanımlar duyuyoruz ama 74 sayının birkaçına göz gezdirenler bile biliyorlar ki spora asla tek bir açıdan yaklaşmıyoruz. Fakat herkese dair bir karikatür vardır hayatta, bize dair de böyle bir şey oluşmuş olabilir kimi çevrelerde.

Dosyalarınızda kişilerin karakterleri, geçmişleri, adli vakaları sizi haberden uzaklaştırıyor mu? Mesela bir dosya yapacak olsanız bir futbolcunun eşine uyguladığı şiddet nedeniyle o ismi almama durumunuz oluyor mu?

Elbette bütün bunlar hesaba katılmalı. Örneğin Kobe Bryant öldükten sonra özel bir dosya yaptık hakkında, kapağa taşıdık Kobe’yi, posterini verdik. Ve o geniş dosyada başarılarının ya da efsanevi performanslarının yanında tecavüz davası da vardı. Bize göre o davadan söz etmeden Kobe Bryant’tan tam olarak söz etmek imkânsızdı. Sonuçta ortada mahkeme kayıtları ve ciddi iddialar vardı. O noktada editöryel olarak tek taraflı görmek bize eksik gelecekti. Kobe bir örnek tabii, çoğaltılabilir. Ortada adli bir suç veya iddia varsa, örneğin kadına şiddet ya da taciz söz konusuysa, bunlardan bahsetmeden bir portre çıkarmak eksik kalır. Yani Roman Polanski’nin sadece filmleri üzerinden geniş bir portresini göremezsiniz bence...

TOPLUMSAL CİNSİYETİN SPORDA ETKİSİ

Spor izleyicileri ekranlarda ve yazılı basında birçok kez argo diyebileceğimiz sözler ve bilinçli olduğunu düşündüğüm şekilde cinsiyetçi söylemlerde bulunuyorlar. Bu topluma nasıl etki ediyor sizce?

Bugün Türkiye’de hangi spora bakarsanız bakın, çok ciddi bir kadın-erkek eşitsizliği görürsünüz. Bize röportaj veren sporcularımız da genelde altını çiziyorlar, uluslararası bir başarı yoksa kimsenin kadın sporculara ya da takımlara ilgi duymadığından yakınıyorlar. Örneğin kadın voleyboluna medyada az da olsa yer ayrılıyor çünkü orada ‘başarı’ var. Ama oradaki sistemin nasıl diğer sporlara uygulanabileceği, elde edilen başarının nasıl başka alanlara örnek olabileceği tartışılmıyor. Başarı üzerinden bir öykü yakalanıyor sadece, yalnızca kazanma çizgisinden görülüyor. Ama voleyboldaki yapının köklü bir dönüşüme, genel bir spor politikasına ön ayak olması akla gelmiyor.

Bu bağlamda medya da üzerine düşen görevi yapmalı ve sporun dönüştürücü etkisini kullanmalı. Kadın sporcuları ya da takımları ne kadar fazla gösterirsek, yazarsak, konuşursak ilgi de katılım da o kadar artar. Diyelim ki Eurosport’u açtınız ve önce kadınların sonra erkeklerin bisiklet yarışlarını seyrettiniz. Eminim arada çok bir kalite farkı bulamayacaksınız, hatta belki de o güne dek pek seyretmediğiniz kadın bisikletçilerin mücadelesini erkeklere göre çok daha heyecan verici, tahmin edilemez, yaratıcı bulacaksınız. Sadece bisiklet değil, pek çok spora da uyarlanabilir bu. Kadın sporlarında para ve ilgi, erkek sporlarına göre daha az. Neden? Başka büyük sebepleri atlamadan basitçe örneklemek gerekirse birini sürekli ekranlarda veya internette görebiliyoruz, diğerini göremiyoruz. Bu dengesizliği meydana getiren de ticari koşullar, spor kapitalizmi.

Bunu değiştirebilmek adına üzerimize düşen görevleri yapmalıyız. Örneğin Serena Williams’tan bahsederken "Tarihin en iyi kadın tenisçilerinden biri" dememize gerek yok illa, "Tarihin en iyi tenisçilerinden biri" de diyebiliriz. Bu konuda da kendimizi eğitmeye, geliştirmeye çalışıyoruz. Dil üzerine kafa yoruyoruz. Zira spor konuşma ve yazma dili, savaş edebiyatından çok şeyi almış. Spor konuşurken rahatça kullandığımız ifadelerin, fiillerin hangi toplumsal cinsiyet eşitsizliğine katkıda bulunduğunu tartışıyoruz kendi aramızda, tashih aşamalarında çözüm yolları arıyoruz.

‘TOPLUMSAL ADALETSİZLİKLERİ KONUŞMAYA ÇALIŞIYORUZ’

Aslında bu başarılar da milliyetçi duygulardan kaynaklı görülüyor diyebilir miyiz?

Türkiye’nin toplumsal hayata bakışında maalesef bu hep var. Bir fizikçi veya tarihçi de milliyetçi tezlere katkı bulunabildiği ölçüde övülür. Yani yurt dışında ödül alan biri ya Türkiye’ye karşı söz söylediği için ödül almıştır ya da Türkiye’nin adını yedi düvele duyurmuştur bizim mantalitemize göre. Hiçbir şey sadece öznel şartlar ve bireylerin çabaları üzerinden konuşulmaz. Sporda da durum böyle. Özellikle kadın sporcular uluslararası başarı elde edebildiği ölçüde basında kendilerine yer bulabiliyorlar. Başta da dediğim gibi, biz bu ortamda, spordaki kadın-erkek eşitsizliğini veya başka toplumsal adaletsizlikleri yazmaya, konuşmaya çalışıyoruz.

Öne Çıkanlar