Acil ihtiyaç: Bir araya gelmek
Sibel ÖZ
Artı Gerçek - Geçen haftaki yazının başlığı “Edebiyatın Beyaz Atlı Prensi: Eleştiri” idi. Bilinçli kullanılan “Beyaz atlı prens” kavramının, yanlış bir bilince, yani “kurtarıcı” beklentisine ironik bir gönderme olduğunu söylemeye gerek var mı? Kastedilen, toplumsal cinsiyet içeren bir anlamdan çok, Parşömen Edebiyat’ın soruşturmasından yola çıkarak oluşturulan “edebiyatın en önemli sorunu” sıralamasında ilk sorunun “eleştirisizlik” olmasının, ne kadar gerçekçi olduğuydu. Geçen haftaki yazıda eleştiri beklentisinin öz eleştiriyle karşılanmadığı takdirde bunun gerçekçi bir duruş olmadığı üzerinde durulmuştu. Yani eleştiri sahiden isteniyor ve bekleniyorsa, edebiyat dünyasında öz eleştirel bir duruş ve eleştiriye açık bir ortam söz konusu olur, tersi inandırıcı değildir. Sözün özü buydu.
Günümüzde edebiyat “piyasası”nda hâkim olan eğilimin “eleştiri” adı altında tanıtım faaliyetleri olduğunun altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Kaldı ki bu iki sözcük bile -eleştiri ve tanıtım- artık birbirinin yerine kullanılmaya başlandı. Dijital mecralara olduğu kadar yazılı basına da “eleştiri” adı altında kitap tanıtım yazıları gönderiliyor. Bu durumun piyasada kanıksandığı dahi söylenebilir. “Bir dakika, bu eleştiri yazısı değil; tanıtım yazısı...” diyen var mı? Yok. Böyle bir ölçüt çoğunlukla uygulamaya konulamıyor; çünkü hâkim eğilim bu. Suyun akışı şimdilik bu yönde. Eleştirel bir mesafeden üretilen metinler yok mu? Var. Ancak birbirini övme, pohpohlama, öne çıkarma yazıları çok daha fazla.
Geçen hafta, Twitter’daki flood uygulamasının Türkçede “sel basması” anlamına geldiğinden söz etmiştik. Şu anda “sel basması” diyebileceğimiz niceliği oluşturan yazıların, okuru sağdan soldan, her yönden kuşatan metinlerin ezici çoğunluğunu bu tip yazılar oluşturuyor. Bu “operasyon”la okur, başını ne tarafa çevirse, belirli kitaplarla ilgili içeriklerle karşılaşıyor. Bu, bir algı operasyonudur ve tam, aldığınız kitapların ücretini ödemek üzereyken, kasanın yanındaki kitap kulesinden son anda bir kitap alıp elinizdekilere eklemenin, “Hadi, şunu da alayım” demenin ayartıcılığından farksızdır. Bu tip yazılar, bir ilişki zinciriyle ortaya çıkıyor. Bunun adına “atölye kardeşliği”, ahbap çavuşluk, tekkecilik, cemaatçilik, ne denirse densin, bu ilişkiler zincirinde eleştiri yapılamaz, eleştirel metinler çıkamaz. Ciddi anlamda eleştirdiğiniz yayınevinden, kitabınızı yayımlatamazsınız, kimse de “O ayrı, bu ayrı...” demez kolay kolay. Tam da burada fazla mı genelleme yapılıyor, fazla mı kesin konuşuluyor, duygusal tonda cümleler mi kuruluyor, derseniz, gördüklerimiz, duyduklarımız, bu kadar kesin konuşmaya yol açacak türden. Gerçekler acıdır; gerçekler böyle, bunlar kuşkusuz “piyasa”nın gerçekleri. Olması gerekenden değil, olandan söz ediyoruz.
Bütün bunlar, eleştirinin ve akademik eleştirinin olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak özellikle 136 kişinin yanıtladığı bir soruşturmada verilen ortak cevaplardan çıkan şu sonuç da görülmeli; “Bu tarafta bir şeyler oluyor ve biz nefes alamıyoruz. Piyasa ilişkileri yazarı boğuyor, kitabı metalaştırıyor. Bu süreç, özellikle 2000’lerin başından beri her geçen gün ağırlaşarak devam ediyor. Bu, sadece edebiyatçıların sorunu değil, aynı zamanda akademinin de sorunu.” Özetle, ortak yükselen ses ya da çağrı bu.
Soruşturma sonuçlarında, akademiyle ilgili olarak da düşündürücü, zihin açıcı açılımlar vardı. Akademiye dönük açılım ve eleştiriler son derece önemli. Akademik eleştirinin içe kapalı olduğu, günceldeki olgularla bağlarının yetersiz olduğu yönünde eleştiriler var. Öte yandan akademi dışındaki alanda ise yukarıda sözü edilen popüler kültürün hâkimiyeti söz konusu. Sonuçta edebiyatın akademi ve akademi dışı alanları arasında kopukluk var. Edebiyatın kuramının, bilgisinin akademiden doğru, güncel düzleme aktarılması, akademik gündemin alanla ilgili olarak edebiyatçılara taşırılması yanında, akademinin güncelde olup bitenlerle de ilgilenmesi büyük ihtiyaç. Edebiyatçıların, üretimleri üzerine, akademisyenler kadar düşünebilmeleri, bir yandan üretirken bir yandan böyle bir yabancılaşmayı yaşayarak bilimsel mesafeden kuram üzerine derinlemesine çalışmalar yapabilmeleri hem mümkün hem de gerekli değil. Oysa akademi bunu yapabilir, yapıyor ancak sesi bu taraftan çok gür duyulmuyor. Bu durumu, popüler kültürün özellikle sosyal medya ve dijital mecralar üzerinden edebiyat ortamına boca edilmesiyle açıklamak mümkün olabilir. Ancak içinden geçtiğimiz dönemde akademinin reflekslerinin ne kadar açık olduğunu da tartışmak gerekir. Sanırım “Tanpınar çalışmaları yetmedi mi?” esprisinin ya da tepkisinin altında bu gerçeklik var.
Nefes aldıran, zihnimizi açan, ufkumuzu genişleten, sistemde gedik açan, yeni tartışmalara kapı aralayan, ne olduğumuzu/olamadığımızı, ne ürettiğimizi, durduğumuz yeri, içinden geçtiğimiz süreci bize anlatan, edebiyat disiplini içinden ya da disiplinler arası nitelikte pek çok akademik çalışma da var. İyi ki varlar... Kadın çalışmaları alanı, başından beri edebiyatla çok ilgili. Sistemin kendini sürekli yeniden inşa ettiği, birbirleriyle “bağlantısız” görünen alanlar arasındaki ilişkileri görünür hale getiren, böylelikle çok daha kapsamlı sistem eleştirisi yapan, eleştiriyi, gündelik hayata sinen ‘kabul’leri tartışmaya açarak geliştiren, çeşitlendiren ve derinleştiren bu çalışmalar, edebiyatın da önünü açar nitelikte.
Kadın çalışmalarının edebiyat alanına ilgisini sürdürmesi, sadece edebiyat eleştirisine kattıkları ve katacakları açısından değil, toplumsal cinsiyet alanında yeni ufukları ve yeni kavramsal çalışmaları zorlamak açısından da önem taşıyor. Karşılaştırmalı Queer Okumaları, “Queer teori” ışığında yapılan eleştirel metin çalışmaları, kadını ve doğayı ötekileştiren yaklaşımlara karşı ekolojik sorunların ve perspektifin edebi metinlerde nasıl işlendiğini ele alan “ekoeleştiri”, kadın ve doğa arasındaki tarihsel, politik, kültürel, psikolojik ilişkileri tanımlamak ve eleştirmek amacıyla metin analizleri ve okumaları yapan “eko-feminizm”, edebi metinlerde cinsellik, beden ve toplumsal cinsiyete gönderme yapan örtük anlamların ortaya çıkarılmasına dönük çalışan “eleştirel feminist” okumalar, bütün bunlar aynı zamanda “eleştirinin eleştirisi” anlamına geliyor. Edebiyatta kanon oluşturucu “Eleştiri”nin bugüne dek bağrında taşıdığı her türlü cinsiyetçi, türcü, hegemonyacı ve kültürel statükocu yaklaşımların eleştirisinin yapıldığı zamanları yaşıyoruz. Bu çabaların yabana atılır bir tarafı yok. Aksine çağı ve yaşadığımız gerçeği tanımlamaya en yakın çalışmaların, sözü edilen alanlardan geldiğini ve giderek geliştiğini görüyoruz.
Akademiden ve akademi dışından, eski ve yeni kuşaklardan, edebiyata dair düşünen, tartışan, yazan, edebiyat eleştirisini çeşitli bakış açılarından yaklaşımlarla yenileyerek çok sesli hale getiren, geçmişten günümüze edebiyatı bir süreklilik içinde ele alan Nurdan Gürbilek, Necmiye Alpay, Yıldız Ecevit, Orhan Koçak, Jale Parla, Semih Gümüş, Ömer Türkeş, Jale Özata Dirlikyapan, Mahmut Temizyürek, Sevcan Tiftik, Asuman Susam, Seval Şahin, Deniz Gündoğan İbrişim, Melike Koçak, Alara Çakmakçı, Çimen Günay Erkol, Senem Timuroğlu, Zeynep Uysal, Hande Balkız, Neslihan Cangöz, Olcay Akyıldız, Emek Erez, Belma Fırat, Ezgi Hamza Çebi, Lal Hitay ve isimlerini burada saymamızın mümkün olmadığı pek çok arkadaşımızın emeği ve çalışmalarıyla edebiyat eleştirisi gelişmeye devam ediyor. Bu köşe yazısının olanak ve sınırlılıkları dâhilinde, edebiyat eleştirisine dair çalışmalar yapan bazı isimleri anmak, edebiyatçılarla eleştiri arasındaki kopukluğu gidermeye yönelik naçizane bir dikkat çekme girişimi sayılmalı. Çünkü eleştirisizliği ortaya çıkaran nedenlerden biri de bu sözünü ettiğimiz kopukluk...
Bu yazının sonunda, çeşitli disiplinlerden doğru ele alınabilecek sorunlarımızı çok boyutlu ve kapsamlı olarak tartışmaya açabileceğimiz bir çalıştay önerisi yapmak istiyoruz. Mümkünse bir üniversitenin ev sahipliğinde gerçekleşebilecek bir çalıştayda, konuyla ilgili ilk yazıda ele alınan konu başlıkları altında değerlendirilebilecek tüm sorunlarımızı -eleştiri, ekonomik kriz, sosyal medya, dijitalleşme, piyasa ilişkileri, edebiyat dünyasındaki ilişkiler, nitelik sorunları, telif hakları, örgütlenme, yayınevi politikaları, yarışma ve ödüller, editoryal sorunlar, akademi ve güncel edebiyat, egemen erkek kültürü- tartışmaya açabiliriz.
Çalıştaydan çıkacak bildirilerle edebiyatçılar, eleştirmenler ve konuyla ilgili akademisyen arkadaşlarımızla birlikte sorunlara ve sürece dönük kolektif aklı ortaya çıkarmayı, çözüm önerileri sunmayı ve tavır oluşturmayı deneyebiliriz. Geçmişte edebiyatçıların bir araya gelerek yazdıkları bildiriler ve manifestolar, sürece edebi bir müdahale, durdukları yeri tanımlama ve ortaklaşma ihtiyacını ifade eden bir gelenek oluşturmuştu. Bugünkü ihtiyaçlarımız konusunda olanaklarımız daha geniş ancak daha dağınık durumdayız. Çalıştay ya da başka tartışma zeminleri oluşturarak, çok şikâyet ettiğimiz sorunları tartışabilir, ortak çözüm önerileri geliştirebilir, birbirimizi dinleyebilir, en azından bakış açılarımızı genişletebiliriz. Sesini duyuramadığını, görmezden gelindiğini, yalnız olduğunu düşünen çoğunluk için nefes aldıran, güç veren, “piyasa ilişkileri”nden kaynaklı sorunlara bir nebze de olsa edebiyatçılar cephesinden dur diyen bir girişim olur bu...