Afili Erkek Edebiyatı
Sibel ÖZ
Artı Garçek - Güncel anti-kahraman hikâyelerinin 2000’lerden itibaren artış gösterdiğini belirtmek yanlış olmaz. Bu durumun toplumsal nedenleri olduğunu görmek zor olmasa gerek. Biraz geriye gidersek, 1980 darbesiyle demokratik değişim için mücadele eden muhalefetin susturulması ve ezilmesinin ardından, 80 sonları ve 90’lı yıllarda toplumsal muhalefet, üzerindeki ölü toprağını silkelemeye başlamış ve toplumsal mücadele işçi grevleri, memur sendikalaşması, akademik-demokratik öğrenci hareketi gibi dinamiklerle yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu dönem edebiyatı da toplumsal dinamiklerin özgürlük talebiyle nefes almış, adeta sokağa çıkmıştır. Güçlü eserler okurla buluşmuş, gerçeklik duygusunu okurun dünyasında yeniden kurmuşlardır.
2000 sonrasının gerçekliği ise daha farklıdır. 2002’de tek başına iktidara gelen AKP, özellikle ilk yıllarda toplumun önemli bir kesimini demokratik değişime inandırmış, 2010’larda ‘yetmez ama evet’ tutumuna çekilen, ‘kötünün iyisi’ne ‘yanlışlarına rağmen evet’ diyen bu kesimlerin, zaman içinde hayal kırıklığına uğradıkları gözlenmiştir. Sözü edilen süreçte edebiyatın da yeniden kendine kapandığı, toprağına küstüğü ya da bunaldığı belirtilebilir. Rafları kaplayan pek çok yeni eserde edebiyatın da toplum gibi zorlukla nefes alabildiği, ancak nefes alamayan toplumu tanımlamaktan da uzak durduğu görülür. Toplum büyük oranda “dışarıda” kalmış, içi boş, adeta aforizmalarla konuşan birey yeniden keşfedilmiştir.
SLOGANLAR, DUVAR YAZILARI ÇAĞIMIZDA AFORİZMALARA MI DÖNÜŞÜYOR?
Aforizmalar, edebi yazınlarda okur açısından neden bu kadar etkili? Sloganlar, duvar yazıları çağımızda aforizmalara mı dönüşüyor? İnsanların ciltlerce iktisat, tarih, siyaset, felsefe, psikoloji, hatta edebiyat okuyacak zamanı, mecali, sabrı ya da yeterli donanımı yok. Sıradan birey yaşamında karşılaştığı sorunlara, açmazlara, meselelere bir cümlelik ya da paragraflık çözümler arıyor. Aslında değişen bir şey yok; sıradan insan ‘bilgi’ çağında da hazır reçete arıyor. Aforizmaların, duygu dünyasında da sağaltıcı bir yeri var. Somut soruna soyut ve duygusal bir karşılık vererek an’lık bir rahatlama yaratarak, anlaşılma ihtiyacını tatmin ediyorlar. Yüzeysel olduğu için hatırda tutması zor olmayan aforizmalar kestirmeden ve dolaysızca söz söyleme yeteneğini edebi kata yükseltme gayretiyle dili sağa sola eğip büküyor. Aforizmalar kâh şiirin kâh sloganın yerine geçip, dijital ortamda etkileyiciliğiyle doğru orantılı olarak sınırsızca çoğalırken insanlar için adeta yaşam koçluğu yapıyorlar. Dikkat edilirse yazar da artık edebiyatçı değil, yaşam koçu, psikolog, stand up’çı, sosyal medya fenomeni gibi kimliklere bürünerek kendini var ediyor.
Okurun bu furyayı coşkuyla karşıladığı önemli kavşakları düşündüğümüzde, akla ilk olarak Afili Filintalar grubu gelmektedir. Afili Filintalar, 2010 yılında Murat Menteş, Onur Ünlü ve Alper Canıgüz’ün yazılarının yer aldığı bir blog olarak hayata geçer. Bloğun adı, Murat Menteş’in Dublörün Dilemması adlı romanında yer alan liseli çeteden gelmekte, kitapta Afili Filintalar, okulda öğretmenlere başkaldıran bir grup öğrenciden oluşmaktadır. Blog kısa sürede büyük ilgi çeker ve yeni yazarların katılımıyla yazar sayısı kırkları bulur. Özellikle genç kuşağı hızla yakalayan ve aralarında yazarların yanında çizerler, senaristler, yönetmenler ve oyuncuların da bulunduğu grup, pek çok sevilen televizyon dizisine, filme, romana ve şiire de imza atar. Afili Filintalar’a katılan isimler dünya görüşleri ya da ideolojileri açısından da homojen değildir, aralarında sosyalistinden İslamcısına kadar değişik ideolojik eğilimleri barındırırlar. Belki, bu da günün trendidir. Ekibin ilerleyen zamanlarda ‘hazla ve hızla okunan dergi’ hedefiyle önce Öküz, daha sonra Hayvan dergisini ve 2013 yılında da ‘maksat yeşillik olsun’ sloganıyla hatırlarda kalan Ot dergisini çıkardığını görürüz.
"BU DİL, EDEBİYATIN BİR DİL İŞÇİLİĞİ OLDUĞU GERÇEĞİNİ GÖLGELEMİŞTİR"
Afili Filintalar’ın, edebiyatımızda 2000 sonrası dijital ortamın ve dijital okurun taleplerine karşılık verecek şekilde konumlandığını belirtmek yanlış olmaz. Hatta daha da ileriye giderek, Afili Filintalar’ın, edebiyatımızda tam da 2000 sonrası eğilimleri ve yukarıda sözü edilen furyayı pek çok açıdan temsil ettiğini belirtmek mümkündür. Kuşkusuz bu noktada yazarların hepsini aynı kefeye koymak ya da tümünü bağlayıcı genellemeler yapmaktan kaçınmak gerekir. Ancak edebiyatımıza –adına ne denirse densin- bir akım, ekol, damar olarak damgasını vuran bu eğilimi kişilerden bağımsız olarak çözümlemek ve anlama çabası içine girmek de zorunludur.
Ergen erkeklik dünyasını, baba-oğul ilişkisini, erkekliğin türlü hallerini didikleyen, genellikle aforizmalarla, afili cümlelerle konuşan, altı boş olsa da okuru ‘derin’ adamların dünyasına buyur eden bu metinler, uyumsuzluğu ya da reddi bir tavır olarak değil, bir imaj olarak giyinmiş durumdadırlar. Kaybedenler Kulübü ya da Issız Adam havasındaki bu erkeklerin imkânsız aşkları, egosal patlamaları, polisiye tadındaki maceralı yaşamları, şiddete yatkınlıkları ya da hiç olmayı kutsayan ancak hiç olmanın dayanılmaz ağırlığıyla sağa sola saldıran müzmin hatta keş muhaliflikleri üzerine hikâyeler yazılıp filmler çekilerek, 2000 sonrası edebiyatımızda kalburüstü arabesk kahramanlar yaratılmıştır. Sosyal medya çağının sınırsız, kuralsız, dünü ve yarını olmaksızın an’ı yaşayan insanı, bu yolla öfkesini kusma, her şeye -alayına- isyan etme, kendi ‘edebiyat’ını ve kahramanlarını yaratma olanağı bulmuştur. Söz konusu metinlerde revaçta olan sokak Türkçesi, ilk yıllarda olumlu karşılansa da dildeki bu dejenerasyon etkisini uzun yıllar hissettirmiştir. Bu dil sokağın dili, doğal, samimi, dolaysız, duru bir dil olarak pompalanmış, edebiyatın aynı zamanda bir dil işçiliği olduğu gerçeğini gölgelemiştir. Meselesi sadece kendisi olan, sorunları aforizmalar düzeyinde ele alan, bir ucundan isyana diğer ucundansa arabesk bir dünyaya kolayca savrulan bu ekol, edebiyatın kendi ‘derin’ adamlarını yaratmıştır. Geçmişten farklı olarak, sosyal medya ortamında küfredebilen, kitaplarında da küfretmiş ve çağın ‘özgürlükçü’ atmosferi gereği bunun böyle olması gerektiği savunulmuştur.
BİR YANDAN BAŞININ OKŞANMASINA İHTİYAÇ DUYAN DİĞER YANDAN DÖVÜP KÜFÜR EDEBİLEN ‘AFİLİ’ ERKEK KAHRAMAN
Her açıdan kadını nesneleştiren, itibarsızlaştıran bu tutunamayan/kaybeden erkek edebiyatının, deşifre olmasına karşın henüz miadını doldurmadığı da belirtilebilir. Konunun, geleneksel rolü ve konumundan çok şey yitirmekle karşı karşıya olan erkeğin patolojik sarsılmasına ve bunalımına uzanan bir boyutu olsa da, bir yandan başının okşanmasına ihtiyaç duyan diğer yandan dövüp küfür edebilen ‘afili’ erkek kahramanın yukarıda anılan özellikleriyle bir anti-kahraman olarak sunumunun, edebiyatın arabeskleşmesine ve içinin boşaltılmasına hizmet ettiği açıktır.
Toplumsal mücadelenin geri çekiliş yıllarında güven sarsılır; bu dönemler bilginin hayattaki karşılığının sorgulandığı, her türlü entelektüel üretimle birlikte deneyimin ve birikimin de küçümsendiği dönemlerdir. Bu özel dönemin sorunlarına, Endüstri 4.0 teknolojisinin yarattığı olanaklar ve sorunlar da eklenmiştir. Sanal ortamda kimlik inşası, sosyal medya ağlarındaki etkileşimin sosyal-toplumsal ilişkilerin önüne geçmesi, internet ortamındaki kuralsızlık, etik yoksunluğu ve gerçeklik duygusunun sarsılması gibi sorunlar, edebiyatın da 2000 sonrasında farklı mecralara açılmasında ve değişiminde etkili olmuştur. Okurun artık okumaması, kitapla bağını yitirmesi, okumak yerine metni bilgisayar tabanlı taraması, yüzergezer, bağlamsız, aforizmaya dayalı üretimlerin önünü açmış, edebiyat belki de tarihinde hiç olmadığı kadar piyasa ilişkilerine bağımlı hale gelmiştir. 2013 yılında Gezi eylemleriyle ortaya çıkan ‘genç’ ve taze enerjinin, birikimsizliği ve toyluğuyla doğal olarak taşıdığı kırılganlık, hareketin sert bir şekilde ezilmesiyle birlikte içe kapanmaya yol açmıştır. Gezi’deki duvar yazılarından, sloganlardan bildiğimiz ironi, mizah ve neşe, yanı başında umut eksik olunca, acılı bir tona bürünerek, nihilist bir havayla toplumsal politik eleştirinin sularından uzaklaşmıştır. Hal böyle olunca geriye eleştirel, mücadeleci niteliğini yitirmiş, olan biten her şeyle dalga geçen, dalga geçerken uzlaşan, adeta hiçbir şeyin, bu memleketin, halkın, dünyanın değişemeyeceği üzerinden mizah malzemesi üreten, aforizmalarla konuşan, edebi olarak da racon kesebilen entelektüel bir ‘erkek’ ağzı kalmıştır.
BU ÇİZGİ, TÜKETİM KÜLTÜRÜNÜN EDEBİYAT ALANINDAKİ ATEŞLEYİCİSİ OLMUŞTUR
Bu furyanın ya da dalganın cemaatleri, mekânları, dergileri, kitapları, filmleri, dizileri ortaya çıkmıştır. Kendince duyarlı, kesinlikle kırılgan ve duygusal, kaybetmiş ama gururlu bu erkek tipolojisi, Gezi’nin adeta içini boşaltma işlevini yerine getiren üretimlerde bulunmuştur, bulunuyor. Sınıfsal ufukları ve solukları toplumsal mücadelenin uzun maratonuna yetmediği noktada, ‘Niye ölmüyoruz?’ sorusundan, her şeyi kendine hak sayan bir ‘Sınırsızca yaşa’ düzlemine hızla savrulan bu çizgi, tüketim kültürünün edebiyat alanındaki ateşleyicisi olmuştur.
Tüketim kültüründen beslenen, umutsuz, çıkışsız, boş vermiş, “cool” karakterler sadece televizyonda değil, edebi yazında da “anti-kahraman” olarak sunulmakta ve post-modern edebiyatın yeni trendi bu şekilde belirmektedir. “Bizim” afili erkek anti-kahramanlarımız 2000 sonrası çoğunlukla bir itiraz içermeyen itirazlarıyla, duvar yazılarını çağrıştıran beylik sözleriyle, dramatik hayatlarıyla, “Tanrısal” yalnızlıklarıyla, hepimize küs oluşları, travmaları ve ümitsizlikleriyle, bir durumu/gerçeği tokat gibi yüzümüze çarpmamakta, ilk kavşakta, ilk kırılma anında bir Müslüm Baba filminin, bir Sezen Aksu şarkısının, sulandırılmış bir duvar yazısının gölgesinde soluklanmaktadırlar. Belki de bu yüzden içimizde bir şey yapma ya da aynaya bakma isteği değil, sadece acıma duygusu uyandırmaktadırlar.
Anti-kahramanlar, bir eleştiri ve derinlik kaygısı bulunan modern kentli temsil örnekleri olarak edebiyat tarihinde yer edinmişlerdir, oysa arabesk, bu tür derinlikten uzak bir tür uzlaşma biçimi olarak kendini var eder. Dolayısıyla arabeskleşmiş kahramanın anti’liği de yalnızca bir imajdır. (KÜLTR SANAT)