Belgesel sinemacılar 'Dargeçit'i anlattı: 'Cezasızlık, inkarın hukuki bir terimi'
Deniz ÇAKMAK
"Bizi gözaltına aldıklarında, askerler beni döverek panzere bindirdi, ağabeyim 'o daha küçük bir çocuk, vurmayın' dedi. Beni döven asker, postalını ayağından çıkardı ve 13 yaşında bir çocuk olan abimin yanaklarına postalıyla vurmaya başladı. Gözlerinden kuru kuru yaş geliyordu ama ağlamadı. Bize yaşattıkları o vahşetten sonra bir daha hiç ağlayamadım…"
1995 yılında Mardin Dargeçit’te ağabeyi Seyhan Doğan ve beş köylü ile birlikte gözaltına alınıp işkence gördüğünde henüz 11 yaşında olan Hazni Doğan, yedi insanın katlediği faili meçhul cinayetin hayatında bıraktığı izleri bu sözlerle anlatıyor.
İnfazlardan 20 yıl sonra açılan ve çoğu devlet görevlisi 14 kişinin ‘kasten öldürme’ suçuyla yargılandığı dava, 2022’de tüm sanıkların beraatiyle sonuçlandı. O yıllarda yakınlarıyla birlikte gözaltına alınan aileler, işkencelerin hem tanığı hem de kanıtı. Ancak beş yıl süren dava, onların tanıklıklarının önemsizleştirildiği, dosyaya bakan heyetin defalarca değiştiği, adaletin adliye eşiğinde bekletildiği bir cezasızlık sürecine sahne oldu.
43. İstanbul Film Festivali’nden ‘En İyi Belgesel’ ödülü ile dönen ‘Dargeçit’, dava sürecini celseler boyunca kayıt altına alarak ailelerin mücadelesini toplumsal hafızaya nakşetmenin yanı sıra, yalnızca 1990’lara ait bir yüzleşmenin konusu olarak görülen faili meçhul cinayetleri yaratan dinamiğin hâlâ devam ettiğini gösteriyor.
17 Mayıs Kayıplar Haftası'nda belgeselin yönetmeni Berke Baş ve yapımcısı Enis Köstepen’le ‘Dargeçit’i konuştuk.
D.Ç: Belgesel fikri nasıl ortaya çıktı? Kayıp aileleri ve avukatlarla iletişim nasıl kuruldu?
E.K: Ben 2017 yılında Hafıza Merkezi'nde yarı zamanlı proje ve kaynak geliştirme koordinatörü olarak çalışıyordum ve o dönem merkezin ‘Faili Belli’ sitesi üzerinden devam ettirdiği dava takip projesinin bir kapanış toplantısı gerçekleştirilmişti. O toplantıya davaları takip eden gazeteciler, akademisyenler, araştırmacılar, davadaki maktüllerin yakınları ve avukatlar da katılmıştı. Ben o toplantıda yoktum ama toplantının bir aşaması da taleplerdi. Daha fazla ne yapılabilir bu alanda sorusuna yanıtlar aranıyordu. Bana iletildiğine göre ailelerden gelen bir talep de bu davalara ilşkin bir belgesel film yapılması yönündeydi. Benim yapımcılık da yaptığımı bildikleri için sordular kimle yapabiliriz diye, ben de Berke'ye teklif ettim. Berke de sağ olsun hem uzun süreli projelerde çalışmayı hem de küçük ekiple kendisinin kamerayı kullandığı bir biçimde çalışmayı sevdiği için bu projeyi kabul etti.
Fakat ilk başladığımızda, Dargeçit Davası'nın belgesini yapacağız diye başlamadık. O dönem devam eden Lice Davası da vardı. 2015 sonunda bitmiş olan Cizre Temizöz Davası da vardı, ona dair çeşitli görüntüler de vardı. O yüzden projeye ilk başladığımızda esasında bu üç davayı odağımıza aldık. Zaman içinde bu belgeselin sadece Dargeçit Davası'na odaklanacağı ortaya çıktı.
'BÜTÜN DAVALARI TEMSİL EDEBİLECEK GÜÇTE BİR FİLM YAPMAK İSTEDİK'
Siz belgeselde, insanların faili meçhul cinayetlere dair medyadan öğrenebileceği bilgilerin ötesinde, cinayetlerin hem mekansal ve zamansal hem politik ve sistemik örüntülerini açığa çıkarıyorsunuz. Başka türden bir enformasyon biçimini de örgütlüyor çalışma. Başlarken böyle bir işlev yüklemeyi düşünmüş müydünüz?
B.B: Bu noktada bizden önce çıkan işlere teşekkür etmeliyiz. Biz filmi 2017’de düşünmeye başladık ama çekimlerimiz 2018’de başladı. Ve ondan önce bizi bu sürece hazırlayan işler vardı; bunlardan en yenisi o dönem Veysi Altay’ın çektiği “Bîr Kuyu” filmiydi ama onun daha öncesinde “Faîlî Dewlet” diye bir belgeseli de vardı. Yine aynı meseleye ilişkin farklı kısa filmlerin çıktığını biliyorduk. Yani bildiğimiz ve takip ettiğimiz bir arşiv vardı. Biz biraz da sırtımızı bu arşive dayayarak yola çıktık diyebilirim. O yüzden çok müteşekkiriz ki Veysi Altay, Burkay Doğan, Ersoy Tan gibi arşivlerini bizimle paylaşan bazı isimler oldu. Fakat onun ötesinde Mezopotamya Ajansı’nın da arşivi vardı.
Şöyle düşündük hep: Üç dava da olsa, bir dava da olsa diğer bütün davaları da temsil edebilecek güçte bir film yapalım. Ama sadece sayılarla, rakamlarla bunu ifade etmek değil, mümkün olduğunca ailelerin tecrübesi üzerinden, avukatın tecrübesi üzerinden bunların kendini nasıl manifeste ettiğini, nasıl gösterdiğini ortaya koymaktı amaç. Bu filmin ilk gösteriminden sonra bir kayıp yakını, filmde konu etmediğimiz Ankara Jitem davasıyla ilgili bize “İsimleri değiştirin, avukatı değiştirin, bire bir yaşadığımız tecrübe” dedi. Bu bizim de bir şekilde amaçladığımız bir şeydi. Çünkü mekanizma aynı mekanizma, suçlu aynı, suçu örtme mekanizması aynı, avukatların mücadele biçimi aynı. Biz biraz onları da temsil etsin arzusundaydık tabii.
E.K: Uzun bir süreç olduğu için tabii her şeyi en baştan tasarlayarak başlamıyorsunuz ve belli kurgular ortaya çıktıkça, o kurguları izledikçe ve başkalarıyla paylaştıkça ne eksik kaldı, ne anlaşılmıyor, neyin ortaya çıkması lazım?, Bizim bildiğimiz ama bu konuları bilmeyen birileri için neyin bilinmesi lazım? gibi sorular yanıt buluyor. Hep adım adım ilerleyen bir süreç. Siz soruyu sorarken aklıma belgeselde de yer alan Ankara Barosu’ndaki panel geldi. Orada Erdal Kuzu (Dargeçit Davası avukatı) bu cinayetlerin, infazların nerede işlendiğini ve infazların işlendiği boşaltılmış köylerin ortak özelliklerini anlatıyor. Mesela mekansal olarak bu bilgiye bizim ihtiyacımız olduğunu belli bir aşamada fark ettik. Onun çekimleri bizde olsa bile, kurguda belli bir noktada yerini buluyor ya da diğer davalardan bahsettiğimiz bir bölüm var belgeselde, o yerini ancak bir noktada buluyor.
B.B: En sonda buluyor. Bizim kurguda da en sonda buldu. Başlangıçta filmi o görüntülerle açma arzumuz, öyle denemelerimiz oldu ama ben Enis’e hep şey diyordum: Kurgu çağırdığı zaman koyacağız. Kurgu oturduktan, yapıyı çözdükten sonra aslında diğer davalara da referansımız netleşti. Yani arada kaybolmaktansa aslında bu işin ne kadar büyüdüğünü oraya yerleştirmek istedik.
'MESELEYİ YAKICI HALE GETİREN SADECE KAYIPLARIN ÇOCUK OLMASI DEĞİL'
Özellikle bu dosyada, çoğu 12-13 yaşlarında çocuk kayıplar var. Bu meselelere aşinalığı ya da teması olmayan biri için belgeselin öne çıkan bir yanı da bu. Sizin çocuk kayıplara odaklanma nedeniniz neydi?
E.K: Bu tartıştığımız da bir konuydu. Dediğiniz gibi bilmeyenler için… Hâlâ bilmeyen var mı bilmiyoruz tabii. Malum, bu da bir tartışma; faili meçhullerle ilgili bir bilmeme durumu mu yoksa bildiğine kayıtsız kalma durumu mu var? Bu da konuşulması gereken bir konu. Ama iki şekilde de Davut’un (Davut Altınkaynak) ve Seyhan’ın (Seyhan Doğan) hikayesini yakalayan bir tarafı var belgeselin. Bu çocuklar o yıllarda, bazen çobanlık yapıyorlar bazen okula gidiyorlar. Fakat tüm kayıpları kapsayan o 1353 rakamının içerisinde çocuk olmayan yüzlerce de isim var. O yüzden meseleyi yakıcı hale getiren sadece çocuk olmaları değil, bizim bu belgeselde odaklandığımız hikaye özelinde bu böyle.
'ŞİMDİ DE PANZERLERİN ÇARPTIĞI ÇOCUKLAR VAR... CEZASIZLIK BAŞKA BİÇİMLERDE DEVAM EDİYOR'
Zamansallıktan kastettiğiniz şeyin burada da karşılığı var. Mesela “Faili Belli” sitesine girerseniz şu an Hafıza Merkezi’nin takip ettiği bazı davalarda yine çocuk ölümleri var ama bu çocuk ölümleri bu sefer panzerlerin çarptığı çocukların ölümleri. Devlet şu an zorla kaybetmeyi belki 90’larda olduğu gibi uygulamıyor ama çocuk ölümleri ve bunu takip eden cezasızlık başka biçimlerde devam ediyor.
Bu filmde yakalamak istediğimiz şey en çok, olan bitenin 25- 30 yıl önce olmuş ve bitmiş bir şey olmadığını yani günümüzü tanımlamaya devam ettiğini anlatmak. Zaten bunun çeşitli ipuçları da filmde var ve belki bunun en çarpıcı yeri Abdülaziz Altınkaynak’a (Davut Altınkaynak’ın babası) sokağa çıkma yasakları sırasında Davut'un kemiklerinin teslim edilişi ve onu ya şimdi burada gömersin ya da ben onu Adıyaman Adliyesi’ne yollarım demesi. Savcının oradaki tavrı geçmiş ve şimdi arasında bir fark olmadığını gösteriyor. Yani aynı şiddetin farklı döngülerini yaşamaya devam etmek zorunda kalıyorlar.
B.B: Şunu da söylemek gerek: Biz çocuk meselesini daha kabul edilebilir bir hikaye olarak kullanmak istemedik. Dargeçit Davası o zaman zarfında hâlâ devam ettiği için ve gerçekten kayıpların altısı da 20 yaşın altında olduğu için anlatı böyle kuruldu. Ama biz hiçbir zaman diğer kayıpları görmezden gelen ve diğerlerinin vehametini ve korkunçluğunu çocuklar üzerinden dışlayan bir anlatı kurmadık baştan beri. Fakat öte yandan, maalesef olayın şiddetini de bu gerçek gösteriyor. 12 -13 yaşındaki çocuklardan bahsediyoruz. İnsanlar mimlenmiş, çocuk büyük fark etmeden bu şiddete maruz bırakılmışlar, o kadar çığrından çıkmış bir kötülük görüyoruz.
'SADECE MAHKEMENİN DEĞİL, BELGESELİ İZLEYENLERİN DE VEREBİLECEĞİ BAŞKA TÜRLÜ BİR KARAR VAR'
Belgeseldeki aileler sadece yakınlarını kaybetmiş aileler değiller, onlarla birlikte gözaltına alınmışlar. Bir anlamda cinayetlerin hem tanığı hem kanıtı onlar. Ancak dava süreci boyunca mahkemeye bu hakikat yetmiyor. Fakat aileler umudunu korumaya devam ediyor. Belgeseli izleyenler görecek ki ailelerin umudunu yargıya duyulan güvenle izah etmek zor. Öyleyse nedir oradaki umut ve ısrarın kaynağı?
B.B: Buna ben hemen Erdal’ın (Erdal Kuzu) bir sözüyle başlamak istiyorum. Biz de belgesel boyunca süreci gözlemlerken, muhabbet ederken anlamaya çalışıyorduk ama bir gün Erdal'la arabada giderken şu soruyu sorduk: Nasıl dayanabiliyorlar aileler ve hâlâ neden böyle bir umut var? Erdal'ın kendisinin dediği bir şey vardı, bu aileler için o kadar önemli ki kayıplarının hatırasını onore etmek ve şu anda onları onore edebilecekleri alan bu; onların hakkını aramak. Bu sadece yargının ceza vermesi değil, kendilerinin hak arayışı aslında. Asıl mücadelenin ana meselesi bu mücadeleyi veriyor olmak, yani kayıpları için hala dimdik duruyorlar, ayaktalar. Şartlarını zorlayarak mahkemeye geliyorlar. Mahkemede her seferinde suçluların cezalandırılması talebini dile getiriyorlar. Yani burada bu haklılığın dile getirilmesi durumu var. Bu sadece orada mahkeme heyetindeki üç yargıcın kararı değil, orada olan herkesin ya da bu filmi izleyen herkesin verebileceği başka türlü bir karar var. Çocuklarının, kardeşlerinin başına gelenlerin bilinmesini ve haklarını arıyor olmalarının gerçekliğini ortaya koymak istedik biz. Bu mücadele aslında bir şekilde onları böyle güçlü tutuyor diye düşünüyorum. Bir de Enis’le konuşuyorduk, umutsuzluğa kapılıyorduk falan ama hep şey diyorduk: Ya bu da ellerinden alınırsa, yani mahkeme süreci de ellerinden alınırsa ne kalacak? Hak arayışlarını devam ettirecekleri yeni mücadele alanı neresi olacak?
'CEZASIZLIK İNKARIN HUKUKİ TERİMİ GİBİ...'
Seyhan Doğan’ın kardeşi Hazni Doğan'ın hafızası çok canlı. Fakat tanıkların hafızasını geçersiz sayan celselerde defalarca heyet değişiyor, Ağır Ceza Davası deneyimi olmayan hakimler dosyaya atanıyor. Cezasızlığı da o adalet arayışı ile belleğin ilişkisi görünür kılıyor sanki belgeselde. Sizin açınızdan ne ifade ediyor adalet ve bellek ilişkisi?
E.K: Cezasızlık esasında inkarın bir hukuki terimi gibi geliyor bana. İnsanlar maruz kaldıkları şiddeti kendileri biliyor; tanıklar, bire bir yaşamışlar ve karşılarında bunu yargılayacak sistem, bunu inkar etmek için çabalıyor. O sebeple bu inat biraz da inkara karşı durmaktan geliyor. O kadar iyi biliyorlar ki, Lice Davası bittiğinde o davaya katılanlardan biri olan Lice Adalet Platformu’ndan Şiyar Kaymaz, savcıyı dinlerken, “Benim yaşadığım şeyden bahsetmiyor mu, bunları ben yaşamadım mı?” diyordu. Yani insana kendi yaşadığı deneyimi sorgulatan bir inkar mekanizması karşısında aslında o ısrar ve inat. İnattan başka elinizde bir şey kalmıyor bence.
Ailelerden biri belgeselde şunu söylüyordu: "Mahkemede stres altına giriyoruz, o yüzden kendimizi de iyi ifade edemiyoruz.” Mahkemede gösterecekleri performansı çok önemsiyorlar. Hatırlamayı bir sorumluluk gibi taşıyorlar sanki…
B.B: Çok güzel bir tespit bu teşekkür ederiz. O anlamda ben Enis’in söylediklerine de bir ekleme yapmak istiyorum. Filmde bunu çok iyi kullanamadığımız için biraz mutsuzum ama savcılığın söz konusu beraat mütalaasında “İnfazın video kaydı olmadığı için…” diye bir ifade var. Yani aslında hukuk öyle bir noktaya gelmiş ki artık tanıklık o kadar ikincil ve gereksiz bir detay ki onlar için, infazın “video kaydı olması gerekiyor” diyebiliyor. Filmde de Erdal biraz anlatıyor zaten, eline silahı alıp ateş ettiğine dair bir belge, bir görüntü var mı? Yok. 1995’te işlenmiş suçları savcı 2022’de bu gözle değerlendirip suçun işlendiğine dair video kaydı yok diyebiliyor ve bunu mütalaasına koyabiliyor. Erdal aynen şöyle diyor belgeselde: 1995’in Dargeçit’inde Jandarma Komutanlığı’nda “video kamerayla kayıt edilmemiştir” diye argümanını geliştirmiş savcı.” Filmde biz bu video konusunu çok açamadık ama hukuki anlamda tanıklık meselesini de epey sorgulatan bir noktaya geldi aslında. Sanki sadece dijital kayıtların ya da video arşivin geçerliliği ve söz hakkı varmış gibi değerlendiriliyor. Yani bu insanların her celsede hissettiği o söyleme arzusu, tekrar tekrar anlatma arzusu o kadar geçersiz ve önemsiz kılınıyor ki, bu kayıtsızlık onları en çok bu yüzden yaralıyor.
'OHAL’İN İLANI, ASKERİ SORUMLULARLA HESAPLAŞILMAYACAĞINI ORTAYA ÇIKARDI'
Her üç davanın da (Cizre, Lice, Dargeçit) akıbeti açısından 2015 göze çarpıyor. Çözüm sürecine denk gelen dönemde de davalar açılıyor fakat 2015, kısmi ilerlemelerin kaydedildiği dosyalarda da beraat kararlarının geldiği bir yıl. Faili meçhul davalarının avukatlığını üstlenen Tahir Elçi de benzer şekilde o yıl katlediliyor. Neler oluyor 2015’te?
E.K: Bu soru bana, Beyoğlu Sineması’nda İstanbul Film Festivali gösteriminden sonra soru-cevap bölümünde ya da ertesi gün de olabilir, belgeselimizde de yer alan avukatlardan biri olan Veysel Vesek’in sözlerini hatırlattı. Kendisi Cizre Davası’nı da yakından takip eden hukukçulardan biri. Avukatların bu süreçlerdeki yorgunluğu ve ihtiyaç duydukları destekten bahsederken 2015’i kastederek,“Biz o dönemde Erdal ile Mardin’deki morgdan 100 cenaze aldık” dedi. Yani bir yandan çok sert bir şiddet döneminin başladığı zamana denk geliyor ama öte yandan da ellerindeki davaları takip etmek ve sonuna getirmek için de bir sorumluluk hissediyorlar. İşte orada umut, umutsuzluk ve sorumluluk arasında kalıyorlar ama tabii hem barış sürecinin bitmesi hem 2016’da darbe girişimi sonrası OHAL’in ilan edilmesi artık o dönemki askeri sorumlularla ciddi bir hesaplaşmanın olmayacağını ortaya çıkarıyor. Zaten o yüzden Erdal’ın konuşurken mahkeme heyetinin vicdanlı davranması gerektiği konusunda hep bir vurgusu var. Orada eğer mahkeme heyeti mesleğinin gereğini yaparsa ellerindeki dosyalar ceza vermesine yeterli ama siyasi konjonktüre bakarsanız bunun olmasının imkanı yok. Erdal Dargeçit dosyasını çok önemsiyordu. Yedi maktülün de kimliklerinin tanımlanmış olmasını, onu diğer davalardan ayıran bir dava olarak görüyordu. Eğer kendini o siyasi baskıdan azade tutabilecek bir mahkeme heyeti oluşabilseydi yine de bir karar çıkabilirdi Dargeçit Davası özelinde. Fakat genele baktığınızda tabii, Türkiye’nin içine girdiği koşullarda bu davaların, devletin görevlilerinin cezalandırılacağı bir noktaya gelmesini beklemek çok iyimserlik olurdu.
'YEDİ KAYIP AİLESİNİN HEPSİ MAHKEME SÜRECİNE DAHİLDİ'
Belgeselde, aynı davanın maktülleri arasında Dargeçit İlçe Jandarma Komutanlığı’nda görevli Uzman Çavuş Bilal Batırır’ın da adı geçiyor. 1995’te bu cinayetleri ihbar ettiği için infaz edildiği iddiası duruşma tutanaklarında da var. Yakınlarına ulaşmayı denediniz mi? Neden yer almadı belgeselde?
B.B: Biz bu süreci takip ederken biraz gözleme dayalı belgesel olsun istedik. Hep orada olan aileleri, avukat Erdal Kuzu’yu, onunla arada yolculuk yapan Veysel Vesek’i takip ettik. Yani biz orada olmak ve orada gözlemlediğimiz şeyler üzerine filmi kurmak istedik ve o dönemde Batırır’ın ailesi yoktu. 1996’da sanırım böyle bir şikayetleri, arayış süreçleri falan oluyor ama onlar daha sonra gerçekten çekiliyorlar. Fakat Radikal’e verdikleri bir röportaj var. Radikal gazetesinin yaptığı bir röportajı bulduk. O dönemde sanki dahil olacaklar gibi bir tavır varken daha sonra tamamen çekiliyorlar ve duruşmalara katılmıyorlar ve biz bu konuyu Erdal ile konuştuğumuz zaman da onlar davadan vazgeçtiler mealinde bir yanıt geldiği için bizim o aileyi zorla, olmadıkları bir yere dahil etmemiz belgeselci olarak mümkün olamazdı. Çünkü farkındaysanız ailelerin bizi yönlendirdiği, onların bizi içine aldıkları ortamı gösterebildik. Yani orada olmayan, mahkemeleri takip etmeyen, basından da çekilmiş olan bu aileyi tekrar filme dahil etmek ya da onları yaftalamak istemedik. Yoklar ve onların yokluklarına da saygı duymak gerekiyor. Başka davalarda da öyle. Kızıltepe olsun başka Jitem davaları olsun, çok aile aslında geri duruyor ve Erdal Kuzu'nun Dargeçit davasıyla ilgili umutlu olmasının bir sebebi de yedi kayıp ailesinin hepsinin bu sürece dahil olmasıydı. Aileler bu davayı bu noktaya getirdi diyor hep Erdal. Sadece avukatların taşıyabileceği bir süreç değil. Bu karşılıklı oluyor. Onlar avukata güveniyorlar. Erdal Kuzu da onların orada olacağına, yani her duruşmada geleceklerine, davalarına sahip çıkacağına güveniyor. O yüzden bizim Batırır’ın ailesini dahil etmemiz mümkün değildi. Batırır, iddianamede de adı geçen bir asker. Fakat ailenin davalara katılmadığını dile getirip neden filmde işleyemediğimizi açıklamak durumundaydık.
E.K: Bu belgeselde iyi kötü bir çerçeve bulup kendimizi sınırlamamız gerekiyordu yoksa her konu kendi başına bir belgesel haline gelebilir. Yani siz Bilal Batırır’ın ailesi hakkında şu an internette bir araştırma yapsanız onun ölümü, kaybı, sonra ailenin tavrı üzerine bambaşka bir film de yapılabilecek kadar malzemeye denk geleceksiniz. Zaten o odağı bulmak ve konunun büyüklüğüne hakkını vererek yine de bir film yapmak bu projenin oldukça zorlayıcı kısımlarından birisiydi.
Belgeselin festivaldeki gösteriminden sonraki soru - cevap bölümünde filmin kurgucularından Catherine Gouze da bunu söyledi. Yani malzeme kendisine ilk geldiğinde hazırladığı çok fazla tema vardı belki ama bütün bu temaları kurguda dengeli bir şekilde katman katman nasıl birbirine geçirebilecekleri Berke’nin, diğer iki kurgucu Catherine’ın ve Eytan’ın da en çok uğraştığı meseleydi.
'DAVALAR ZORLA KAYBETME SUÇUNDAN AÇILMIYOR... TCK'DA TANIMLI BİR SUÇ DEĞİL'
2022’de faillerin beraat aldığı nihai karara avukat Erdal Kuzu itiraz etti. Fakat bildiğimiz kadarıyla yakında zaman aşımından düşecek dava. Ne söylemek istersiniz?
E.K: Olay 1995’te yaşandığı ve zaman aşımı için belirlenen süre 30 yıl olduğundan 2025’te doluyor o süre. Tam şu gün doluyor gibi bir şey değil de, mahkeme genelde daha önceki bazı davalarda o 30 yılın içinde olduğu yıllarda zaman aşımı kararını verdi mesela. Musa Anter Davası'nda sanırım bu karar verildi. Esasında 30 yılın üzerine geçmek için, bu zaman bizim için geçerli değil diyor hem avukatlar hem aileler. O bariyeri de kabul etmeyen bir duruş sergiliyorlar.
Yani bu 30 yıl geçti ve mesele kapandı gibi düşünülemez, bunlar temelde insanlığa karşı işlenmiş suçlar; işkence de öyle zorla kaybetme de öyle. Fakat Türk Ceza Kanunu'nda bunlar bu şekilde tanımlanmadığı için zaman aşımına tabi kalıyorlar. Bu davalar zorla kaybetme suçundan açılmıyor, kasıtlı insan öldürme suçundan açılıyor. Esasında zorla kaybetme gibi bir suç Türk Ceza Kanunu'nda da tanımlı değil. Bu iddianameler o suçtan hazırlanmış olsa zaten böyle bir zaman aşımı hükmü geçerli olmayacak.
'İNSALIĞA KARŞI SUÇLARDA ZAMAN AŞIMI OLAMAZ... FİLM SÖZÜNÜ BÖYLE SÖYLEDİ'
B.B: Biz belgeselin gösterildiği gün izleyicilerde de gördük ve böyle birtakım tweetlerde ve filme gelen olumlu tepkilerde de hep o dile getirildi. Bu gerçekten insanlığa karşı bir suç ve zaman aşımı diye bir şey söz konusu olamaz. Film de sözünü böyle söylemiş oldu zaten. Biz film bitmeden kaba kurgusuyla bazı ön gösterimler yapmıştık ve Diyarbakır'da yaptığımız gösterimde konuştuğumuz şey bu oldu. Bu meselelerin zaman aşımına uğramasına izin veremeyiz. Tamam mahkemeler bırakıyor ama biz gündemde tutmak, belki yeniden davaların açılmasını sağlamak için ne yapabiliriz? Çünkü sizin sözünü ettiğiniz, filmde geçen minicik sahnede “stresten kendimizi iyi ifade edemiyoruz” diyen Mehmet Coşkun “Tekrar açabilecek miyiz bu davaları” sorusunu soruyor.
Ya da Davut’un babası Abdülaziz Altınkaynak’ın “26 yıl mücadele verdik, 26 yıl daha vereceğiz” demesi… Sadece mahkeme salonunda belirlenemez bunun sınırı, üstü kapatılamayacak bir suç bu. Fakat ne olur, yasal olarak ne gibi düzenlemeler olur da bu suç başka türlü tanımlanır ve yeniden davalar açılır bilemiyorum. Ancak sivil toplumda böyle bir çalışma ve çaba olduğu da ortada.
'FİLM HERKESİN DESTEĞİYLE GÖRÜLECEK'
Belgeselin gösterim takvimi nasıl olacak?
B.B: 20 - 30 Mayıs arası İstanbul ve Diyarbakır’da gösterimler olacak. Kayıplar Haftası’na denk geliyor ve çok müteşekkiriz ki Cumartesi Anneleri, İHD İstanbul, İHD Diyarbakır birtakım gösterimler düzenleyecek.
E.K: Umarız haziranda Documenterist’in programında da yer alacak. Biz festival kapsamındaki gösterimden sonra da söyledik, bu gösterimler dışında bu filmi küçük büyük göstermek isteyen akademide ya da sivil toplumda bütün inisiyatiflere açığız. Şu an Türkiye'de bu tür filmleri yaygın bir şekilde göstermenin şartları çok elverişi değil. O yüzden herkesin desteğiyle görülecek.
Notlar:
* Faili meçhul cinayetlerin dava süreçlerine ilşkin detaylı bilgi için bkz: https://www.failibelli.org/
* Belgesel 24 Mayıs Cuma, film ekibinin katılımıyla, saat 20.00'da Beyoğlu Sineması'nda gösterilecek.
Dargeçit Belgeseli'nin gösterimlerine dair detaylı bilgi için Hafıza Merkezi'nin sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz.
* Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği'nin iş birliğiyle düzenlenen 'Kayıpların İzinde Belgesel Sinema' programı şöyle:
43. İstanbul Film Festivali'nde ödüller sahiplerini buldu: Altın Lale 'Yurt'un oldu