Buz çağının buzunu çözmek: İnsanlığın derin geçmişi hakkındaki gerçek - 1
Çeviri: Gencer ÇAKIR
Artı Gerçek - Mitlerin eski Yunanlar ya da Polinezyalılar için yaptığına benzer şekilde bugün “insanın kökenleri” hakkındaki açıklamalar da bazı yönlerden hepimiz için benzer bir rol oynamaktadır. Bu açıklamaların bilimsel titizliği veya değeri hakkında iftira atmak değil bu; sadece ikisinin kısmen benzer işlevleri yerine getirdiğini görmek gerekiyor.
Son 3 milyon yıllık bir ölçekte düşündüğümüzde, doğrusunu söylemek gerekirse, birinin ilk defa ateş yaktığı, yemek pişirdiği veya evlilik töreni yaptığı bir zaman vardı. Bu olayların yaşandığını biliyoruz. Ama gerçekten nasıl yaşandığını bilmiyoruz. Nelerin olmuş olabileceği hakkında hikâyeler; kendi korkularımızı, arzularımızı, takıntılarımızı ve endişelerimizi ister istemez yansıtan hikâyeler uydurmanın cazibesine kapılmamak elde değil. Neticede, böyle uzak zamanlar, kolektif hayal gücümüzü geliştirmek için uçsuz bucaksız bir tuval haline gelebiliyor.
İNSAN TOPLUMUNUN “İLK” BİÇİMİ EFSANESİ
1980'lerde, türümüzün güya ortak atası kabul edilen bir “mitokondriyal Havva”ya dair ortalıkta fazlasıyla söylenti vardı. Kabul ediyoruz, hiç kimse böyle bir atanın fiziksel kalıntılarını bulduğunu bilfiil iddia etmiyordu, ancak DNA dizilimi böyle bir Havva'nın, belki de 120.000 yıl kadar yakın bir zaman öncesinde yaşamış olabileceğini gösteriyordu.
Dahası hiç kimse Havva'yı bulacağımızı hayal bile edemezken Doğu Afrika'daki Büyük Rift Vadisi'nde muhtelif kafatası fosillerinin keşfedilmesi, Havva'nın neye benzediği ve nerede yaşamış olabileceği hakkında bir fikir veriyor gibiydi. Bilim insanları keşfin detaylarını tartışadursun, popüler dergiler çok geçmeden, insanlığın ilk kuluçka makinesi, hepimize hayat veren savan-rahmi Cennet Bahçesi'nin modern bir emsali hakkında hikâyeler yayınlamaya başlamıştı bile.
Çoğumuzun aklında muhtemelen hâlâ insanın kökenine dair bu tasvire benzeyen şeyler var. Bununla birlikte, çok daha yakın tarihli araştırmalar, bu görüşün muhtemelen doğru olamayacağını göstermektedir. Aslında, biyolojik antropologlar ve genetikçiler artık tamamen farklı bir tablo üzerinde birleşiyorlar.
Evrimsel tarihimizin büyük bölümünde gerçekten de Afrika'da yaşadık; ama önceden düşünüldüğü gibi kıtanın sadece doğu savanlarında değil. Bilakis, biyolojik atalarımız Fas'tan Ümit Burnu'na kadar her yere dağılmıştı. Bu popülasyonların bir kısmı, çöller ve yağmur ormanları tarafından en yakın akrabalarından koparılmış, on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyunca birbirlerinden yalıtık bir hayat sürdürmüşlerdi.
Yaşanılan bölgeye bağlı olarak öylesine güçlü özellikler geliştirdiler ki erken insan popülasyonlarının modern insanlara kıyasla çok daha fazla fiziksel çeşitlilik gösterdiği anlaşılıyor. Zamanda geriye gidebilseydik, çok uzakta kalmış bu geçmiş bizde muhtemelen bugün veya daha yakın geçmişte doğrudan deneyimlediğimiz dünyadan ziyade hobbitlerin, devlerin ve elflerin yaşadığı bir dünya izlenimi bırakırdı.
Eski insanlar birbirinden oldukça farklı olmakla beraber, Homo naledi gibi görece küçük beyinli, maymuna benzer türlerle de birlikte yaşadılar. Bu eski toplumlar neye benziyordu? En azından bu noktada dürüst olmalı ve kabul etmeliyiz ki esas itibariyle buna dair hemen hiçbir fikrimiz yok. Elde sadece kafatası kalıntılarından ve rastgele yontulmuş çakmaktaşı parçalarından yeniden oluşturabileceğiniz kalıntılar var; ve aslında sahip olduğumuz tek şey de bu.
Bildiğimiz şu ki, çoğunlukla hâlâ tahmin edebileceğimiz şekillerde birbirleriyle etkileşime giren, iç içe geçen, birbirinden ayrılan ve bir araya gelen bu ilk insan popülasyonları mozaiğinin bileşik ürünleriyiz. Üstünlük hiyerarşilerinin varlığı veya yokluğu, dil ve proto-dil biçimleri ya da çiftleşme ve çocuk yetiştirme adetleri kabilinden davranışların en az maddesel türler kadar ve belki de daha fazla değişime uğramış olması makul görünüyor.
Belki de kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey, modern insanın ilk olarak Afrika'da ortaya çıktığıdır. Afrika'dan Avrasya'ya yayılmaya başladıklarında, Neandertaller ve Denisovanlar gibi -daha az farklı ama yine de farklı- diğer popülasyonlarla karşılaştılar ve bu gruplar iç içe geçti.
Bu popülasyonların soyu tükendikten hemen sonra, gezegende yaşayan “biz” insanlar hakkında gerçekten konuşmaya başlayabiliriz. Bütün bunların açıkça gösterdiği şey, uzak atalarımızın sosyal ve fiziksel dünyasının bize tamamıyla farklı görüneceğidir; ve bu en azından M.Ö. yaklaşık 40.000'e kadar böyledir. Başka bir deyişle, insan toplumunun “ilk” biçimi diye bir şey yoktur. Böyle bir ilk biçimi aramak sadece bir efsane yaratma meselesi olabilir.
BUZUL ÇAĞI TOPLUMLARI VE EŞİTSİZLİK MİTİ
Son birkaç on yıl içinde, bilim insanlarının Üst Paleolitik dönem (M.Ö. kabaca 50.000–15.000) olarak adlandırdıkları dönemle ilgili görüşümüze tümüyle meydan okuyor gibi görünen arkeolojik kanıtlar ortaya çıktı. Uzun süre boyunca, bu döneme ait dünyanın eşitlikçi küçük avcı-toplayıcı topluluklardan oluşan bir dünya olduğu varsayılmıştı. Ancak “soylu” mezarlara ve büyük komünal yapılara ait kanıtların ortaya çıkması ile bu görüş sarsılmış oldu.
Dordogne'dan Don'a kadar Batı Avrasya'nın büyük bölümünde gösterişli avcı-toplayıcı mezarları bulundu. Bu mezarlara kaya sığınakları ile açık hava yerleşimlerindeki bulgular da dâhildir. En eski mezarlardan birkaçı kuzey Rusya'daki Sunghir ve Moravya havzasındaki Dolní Věstonice gibi yerlerden geliyor ve bunlar 34.000 ila 26.000 yıl öncesine tarihleniyor.
Burada bulduklarımız mezarlıklardan ziyade bireylere ya da küçük gruplara ait münferit mezarlardır; kişilerin vücutları genelde dikkat çeken duruşlara sahiptir, dahası bezemelerle süslenmiş hatta bazı durumlarda tamamen bezemelerle doldurulmuş haldedir. Sunghir örneğinde, ki bu isim binlerce boncuk anlamına gelmektedir, ve bunlar da mamut fildişi ve tilki dişlerinden zahmetle işlenmiş boncuklardır, en gösterişli mezar kıyafetlerinden bazıları, iki oğlanın yapışık mezarından gelen kıyafetlerdir, ve bu mezar da düzleştirilmiş mamut dişlerinden yapılma büyük mızraklarla çevrilidir.
İtalya ve Fransa arasındaki sınıra yakın Ligurya sahilinde ortaya çıkarılan bir grup mağara mezarı da benzer döneme aittir. Genç veya yetişkin erkeklerin, özellikle de arkeologlarca Il Principe (“Prens”) olarak bilinen gösterişli bir defin dâhil olacak şekilde kişilerin eksiksiz bedenleri, dikkat çeken pozlarda ortaya çıktı; dahası bu mezarların içi mücevherlerle doluydu. Il Principe bu adı taşıyor çünkü bu kişi aynı zamanda bugünden bakıldığında krallık sembolleri (regalia) olarak görünen şeylerle beraber gömülmüş: çakmaktaşından yapılma bir asa, geyik boynuzundan yapılma çubuklar ve delikli deniz kabukları ve geyik dişlerinden özenle işlenmiş süslü bir başlık.
Anıtsal mimarinin ortaya çıkması, son zamanlarda yapılan arkeolojik araştırmaların bir başka beklenmedik sonucudur; bu araştırmalar pek çok kişinin tarih öncesi avcı-toplayıcı topluluklara ilişkin görüşlerini gözden geçirmesine neden olmuştur.
Bu mimarinin Avrasya'daki en ünlü örnekleri, Türkiye'nin güneydoğusundaki Harran Ovasına bakan Germus Dağlarındaki taş tapınaklardır. 1990'larda, ovanın kuzey sınırında çalışan Alman arkeologlar, yerelde Göbekli Tepe olarak bilinen yerde son derece eski kalıntıları ortaya çıkarmaya başladılar. Buldukları şey o zamandan beri evrimsel bir muamma olarak görülmeye başlandı. Kafaları karıştıran şey etrafı çevrili 20 anıtsal yapıdır; bunlar orada ilk olarak M.Ö. 9000 dolaylarında inşa edilmiş ve sonrasında da yüzyıllar boyunca tekrar tekrar değiştirilmiş yapılardır.
Göbekli Tepe'deki bu anıtsal yapılar çok büyük. Bunlar bölgedeki kireçtaşı kayasından veya yakınlardaki taş ocaklarından yontulmuş, bazıları 5 metreden yüksek ve ağırlıkları da 8 tona kadar çıkan T şeklinde büyük sütunlardan oluşuyor. Sayıları toplamda en az 200 olan sütunlar, oyuklara yerleştirilmiş ve kaba taş duvarlarla birbirine bağlanmış.
Bunların her biri benzersiz birer heykel çalışmasıdır; sütunların üzerinde tehlikeli etoburlar, zehirli sürüngenler, muhtelif av hayvanları, su kuşları ve küçük leşçil hayvanlar gibi canlılara ait tasvirler var.
Hayvan tasvirleri, farklı rölyef derinliklerinde kayadan çıkıntı yapar: bazıları yüzeyde silik olarak yer alırken diğerleri dolgun bir şekilde üç boyuta çıkar. Birçok yerde bu kâbus gibi yaratıklar farklı yönlere doğru gider; bazıları ufka doğru ilerlerken bazıları da yeryüzüne doğru iner. Yer yer, sütunun kendisi, insan benzeri uzuvlar ve giysilerle ayakta duran bir gövde haline gelir.
Bu olağanüstü yapıların yaratılması, kesinlikle çok büyük ölçekte koordine bir faaliyete işaret ediyor. Bunları kimler yaptı? Bölgeye çok uzak olmayan insan grupları o zamanlarda ekin yetiştirmeye hâlihazırda başlamış olsa da, Göbekli Tepe'yi inşa eden insanlarda bildiğimiz kadarıyla böyle bir tarımsal faaliyet yoktu. Evet, yabanî tahılları ve diğer bitkileri mevsiminde hasat edip işlemişlerdi, ancak bu insanları “ilk çiftçiler” olarak görmek ya da geçimlerini ekinlerin evcilleştirilmesi etrafında şekillendirdiklerini öne sürmek için hiçbir neden yok. Doğrusunu söylemek gerekirse, civarlarındaki meyve, böğürtlen, sert kabuklu yemiş ve yenilebilir yabanî faunanın mevcudiyeti göz önüne alındığında, bunu yapmaları için özel bir neden de yoktu.
Göbekli Tepe sıklıkla bir aykırılık (anomaly) olarak sunulsa da, aslında avcı-toplayıcılar arasında, buzul çağına kadar uzanan dönemlerde, farklı türde anıtsal yapıların olduğuna dair elimizde çok sayıda kanıt var.
Avrupa'da, 25.000 ila 12.000 yıl önce, Krakóv'dan Kiev'e kadar uzanan bir alanda, bayındırlık işleri hâlihazırda insan yerleşiminin bir özelliğiydi. Rusya'nın Yudinovo bölgesinde yapılan araştırmalar, “mamut evleri” olarak adlandırılan yapıların aslında ev değil, tam anlamıyla birer anıt olduğunu bize gösteriyor.
Anıtlar, büyük bir mamut avının sona erişini kutlama amacıyla dikkatle tasarlanıp inşa edilmiş ve inşasında da mamutların etleri ve postları işlendikten sonra geriye kalan dayanıklı parçaları kullanılmış. Burada son derece şaşırtıcı miktarlarda av etinden bahsediyoruz: her yapı için (Yudinovo'da bundan beş tane vardı), yüzlerce insanı yaklaşık üç ay boyunca doyurmaya yetecek kadar mamut vardı. Bu türden mamut anıtların dikildiği Yudinovo, Mezhirich ve Kostenki gibi açık hava yerleşimleri birçok durumda merkezi yerler haline geldi; buralarda yaşayan insanlar son derece uzak mesafeler boyunca kehribar, deniz kabukları ve hayvan postları değiş tokuş ettiler.
Öyleyse, tarihi buzul çağına kadar uzanan, soylu mezarlar, taş tapınaklar, mamut anıtlar ve yanı sıra canlı ticaret ve zanaat merkezleri hakkında eldeki tüm bu kanıtlardan ne çıkarmamız gerekiyor? Bu insanlar orada, Paleolitik dünyada, bazı bakımlardan pek de fazla bir şeyin olduğu düşünülmeyen dahası insan toplumlarının da en fazla şempanze ya da bonobo birlikleriyle benzetme yoluyla anlaşılabileceği bir dünyada ne yapıyorlardı? Belki de, bekleneceği üzere, kimi bilim insanları eşitlikçi bir altın çağ fikrini tamamen terk edip bunun yerine bu dünyanın güçlü liderlerin, hatta hanedanların egemen olduğu bir dünya olması gerektiği sonucuna vardılar; bu nedenle de kendini yüceltme ve güç her daim insanın toplumsal evriminin ardındaki kalıcı güçler oldu. Ne var ki bu gerçekten işe yarar bir açıklama olmaktan uzaktır.
Buzul çağı toplumlarında gerek büyük mezarlar gerekse anıtsal yapılarla açığa çıkan eşitsizliğe ait eldeki kanıtlar münferittir. Gösterişli kıyafetlerle defnedilmiş kişilerin mezarları birbirlerinden hem yüzyıllarla hem de çoğu kez yüzlerce kilometre mesafeyle ayrıdır.
Bu durumu eldeki kanıtların düzensizliğine bağlasak bile, yine de ilk etapta kanıtların neden bu kadar düzensiz olduğunu sormamız gerekiyor. Bununla birlikte, bu buzul çağı “prensleri”nden bazıları (Rönesans İtalyan prensleri bir yana) tunç çağı prensleri gibi hareket etmiş olsalardı, bizler aynı zamanda merkezî güce ait tahkimatlar, depolar, saraylar gibi alelade işaretler de buluyor olurduk. Bunun yerine, on binlerce yıl boyunca, anıtlar ve görkemli mezarlar görüyoruz; “devletlere” biraz olsun benzeyen bir şey şöyle dursun, tabakalaşmış toplumların gelişimini gösterecek çok az şey var.
İLKEL ZİHNİYETLER
İnsanın sosyal yaşamına ait ilk kayıtların neden bu kadar farklı ve münferit bir örüntü sergilediğini anlamak için bizim önce “ilkel” zihniyetler hakkında bazı yerleşik önyargıları ortadan kaldırmamız gerekiyor.
19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki pek çok kişi, “ilkel” insanların politik özbilinçten yoksun olduklarına, dahası bireysel düzeyde tam bilinçli düşünceye (ya da en azından ismine layık bilinçli düşünceye) de muktedir olmadıklarına inanıyordu.
Savundukları şey, “ilkel” ya da “vahşi” olarak sınıflandırılan herkesin “mantık öncesi bir zihniyet” temelinde iş gördükleri, veya mitolojik bir hayal dünyasında yaşadıklarıydı. Bu insanlar, en iyimser görüşle, geleneğin prangalarına bağlanmış akıldan yoksun konformistlerdi; en kötü ihtimalle de, tam bilinçlilik hâlinden uzakta, herhangi bir eleştirel düşünceden yoksun kişilerdi.
Günümüzde hiçbir saygın bilim insanı böyle bir iddiada bulunamaz: İnsanlığın psişik birliğine herkes en azından sözde bağlılık gösterir; ama pratikte değişen çok az şey oldu. Akademisyenlerde hâlâ, ekonomik gelişmenin daha erken aşamalarında yaşayanları, özellikle de “eşitlikçi” olarak sınıflandırılanları, sanki bunlar bir tür kolektif grup düşüncesinde yaşıyorlarmış, kelimenin tam anlamıyla aynılarmış gibi ele alma ve yazma durumu var.
Eğer insan farklılıkları herhangi bir biçimde ortaya çıkarsa (farklı “gruplar” birbirinden farklıdır) bu ancak büyük maymun gruplarının farklılık göstermesi gibi olabilir. Bu insanlar arasında politik özbilincin olması imkânsızdır.
Şayet bazı avcı-toplayıcıların daima “gruplar” halinde yaşamadıkları, bunun yerine büyük peyzaj anıtlar inşa etmek için bir araya geldikleri, büyük miktarlarda yiyecek depoladıkları ve belirli bireylere kraliyet ailesi gibi davrandıkları ortaya çıkarsa, çağdaş bilim insanları en iyi ihtimalle onları yeni bir gelişme aşamasına yerleştirirler.
Ölçeği “basit” olandan “karmaşık” olan avcı-toplayıcılara yükselterek tarıma ve kentsel uygarlığa bir adım daha yaklaştırırlar. Ama yine de aynı evrimsel deli gömleğine hapsolmuş durumdalar. Bilim insanlarına göre avcı-toplayıcıların tarihteki yerleri kendi geçim tarzlarıyla tanımlanıyor ve rolleri de bizim anladığımız ama onların anlamadığı soyut bir gelişme yasasını körü körüne kabul etmekten ibaret. Şüphesiz, yaratmaya çalıştıkları dünyaları yaratırken bu insanlar ne düşünmüşlerdi sorusunu sormak kimsenin aklına gelmiyor.
Kabul edilmelidir ki bugün bu görüş her bilim insanı için geçerli değil. Yıllarını yerli insanların arasında, onlarla kendi dillerinde konuşarak ve birbirleriyle olan tartışmalarını izleyerek geçiren antropologlar, genelde şunu çok iyi bilirler: geçimlerini fil avlayarak ya da nilüfer tomurcuğu toplayarak sağlayanlar; geçimlerini traktör kullanarak, restoran işleterek veya üniversite bölümlerine başkanlık ederek sağlayanlar kadar şüpheci, yaratıcı, düşünceli ve eleştirel analiz yeteneğine sahiptir.
Claude Lévi-Strauss, ilk insanların entelektüel eşitlerimiz olduğu fikrini ciddiye alan birkaç antropologdan biriydi. 20. yüzyılın ortalarında Lévi-Strauss, mitolojik düşüncenin, mantık-öncesi bir tür zihinsel bulanıklığı temsil etmektense, bunun en az bizimki kadar karmaşık, fakat farklı ilkeler üzerine inşa edilmiş bir tür “neolitik bilim” olarak anlaşılmasının daha iyi olacağını savundu. Siyaset üzerine bazı erken dönem yazıları ise, daha az bilinmekle beraber, burada boğuştuğumuz sorunlarla çok daha ilgilidir.
AVCI-TOPLAYICILIK İLE ÇİFTÇİLİĞİN BİRLİKTELİĞİ
1944'te Lévi-Strauss bir makale yayınladı; bu makale, Brezilya'daki Mato Grosso'nun kuzeybatısında, tehlikelerle dolu geniş ve sert bir çayırda, yılın yarısını çiftçilik, diğer yarısını avcı-toplayıcılıkla geçiren az nüfuslu Nambikwara topluluğundaki siyaset üzerineydi. Nambikwara halkı, çok ilkel bir maddi kültüre sahip oldukları gerekçesiyle son derece basit bir halk olarak anılıyordu o zamanlarda.
Bu nedenle pek çok kişi bu halkı doğrudan Paleolitik'e açılan bir pencereymiş gibi görüyordu. Lévi-Strauss, bunun bir hata olduğunu söyledi. Nambikwara’lar modern devletin gölgesinde yaşıyor, çiftçiler ve şehir insanlarıyla ticaret yapıyor ve bazen de ücret karşılığı işçi olarak çalışıyorlar. Bazıları şehirlerden veya tarlalardan kaçanların torunları bile olabilir.
Lévi-Strauss için, Nambikwara özelinde, bilhassa öğretici olan şey halkın rekabete karşı olmasıydı, ama yine de kendilerine önderlik edecek şefler atıyorlardı. Ortaya çıkan bu son derece sade anlaşma, siyasi yaşama ait “bazı temel işlevleri”, “çok daha karmaşık ve girift yönetim sistemlerinde örtük olarak bulunan” bazı işlevleri ortaya çıkarabilirdi.
Lévi-Strauss, şefin sosyal ve psikolojik yönden oynadığı rolün, Avrupa toplumundaki herhangi bir ulusal politikacı ya da devlet adamının rolüne oldukça benzer olduğunu kaydetti, dahası şef benzer kişilik tiplerini de üzerinde topluyordu. Örneğin “arkadaşlarının çoğundan farklı olarak prestiji sadece kendisi için elde eden, güçlü bir sorumluluk hissi taşıyan ve kamu işlerini üstlenmenin ödül getirdiğine inanan” insan tipi.
Modern politikacılar, farklı seçmenler ya da çıkar grupları arasında ittifaklar kurarak veya uzlaşmaları müzakere ederek kurnaz politikacı rolü oynarlar. Nambikwara toplumunda bu pek yaşanmadı, çünkü zenginlik veya statü açısından gerçekte pek farklılık yoktu.
Ancak şefler, yılın farklı zamanlarında, birbirinden tamamen farklı iki sosyal ve ahlaki sistem arasında arabuluculuk yaparak benzer bir rol oynadılar. Yağmur mevsimi boyunca, Nambikwara halkı, nüfusu birkaç yüz kişiyi geçmeyen tepe köylerini işgal etti ve bahçıvanlık yaptı; yılın geri kalanındaysa avcı-toplayıcılık yapan küçük gruplara dağıldılar.
Şefler, kurak mevsimin “göçebe seferleri” sırasında topluluğa kahramanca liderlik ederek itibar kazandılar, yer yer de itibar kaybettiler; bu zamanlarda genellikle emirler verdiler, krizleri çözdüler ve başka zamanlarda otoriter kabul edilecek şekilde davrandılar. Sonrasında, refahın ve bolluğun çok fazla olduğu yağmur mevsiminde, takipçilerini köylerin etrafına yerleştirmek için dayandıkları şey bu itibar oldu.
Bu köylerde şefler sadece yumuşak ikna yöntemlerini kullandılar ve gerek evlerin inşasında gerekse bahçelerin bakımında olsun davranışlarıyla takipçilerine yol gösterici şekilde örnek oldular. Hasta ve muhtaçlarla ilgilendiler, anlaşmazlıklara aracılık ettiler ve asla kimseye bir şey dayatmadılar.
Bu şefler hakkında nasıl düşünmeliyiz? Lévi-Strauss, onların kabile reisleri (patriarchs) olmadığı sonucuna vardı; küçük tiranlar da değillerdi; dahası mistik güçlerle donatıldıkları da anlamsızdı.
Her şeyden çok, küçük embriyonik refah devletleri yöneten, kaynakları bir araya toplayan ve onları ihtiyacı olanlara dağıtan modern politikacılara benziyorlardı. Lévi-Strauss'u en çok etkileyen şey ise politik olgunluklarıydı. Kurak mevsimde avcı-toplayıcılık yapan küçük grupları yönetmede olsun, bir nehri geçmek ya da avı yönetmek gibi krizlerde ani kararlar almada olsun, bunlar şefleri köy meydanında arabulucu ve diplomat rolünü oynamaya yetkin kılan becerilerdi. Ve bunları yaparken de, evrimci antropologların toplumsal gelişimin tamamen farklı aşamaları olarak düşünmekte ısrar ettikleri avcı-toplayıcılık ile çiftçilik arasında her yıl bilfiil yer değiştiriyorlardı.
Nambikwara şefleri, iki farklı sosyal sistem arasında serinkanlı bir bilgelikle geçiş yapan, kişisel hırs duygusunu ortak yarar ile dengeleyen, her anlamda özbilinçli siyasi aktörlerdi. Dahası, esneklikleri ve uyum sağlama becerileri, yılın herhangi bir zamanında geçerli olan sisteme uzaktan bir bakış açısı geliştirmelerini sağlıyordu. (KÜLTÜR SANAT)