Cahit Berkay: Her kuşağın kendine ait bir gailesi var

Cahit Berkay: Her kuşağın kendine ait bir gailesi var
Anadolu pop/rock müziğinin duayeni, melodi fabrikası, beste makinası Cahit Berkay’la 73 yıla dair bir tutam yarenlik…

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – 50 küsur yılı müzikle geçen 73 yıllık bir hayat… İnsan ne soracağını şaşırıyor gerçekten. Hem bugüne kadar cevapları ezberlenmiş, klasik bir sohbet olmasın istiyorsunuz hem de yarım asırdır röportaj veren duayen bir müzisyene farklı ne sorabilirsiniz diye endişeler yaşıyorsunuz. Fakat karşınızdaki bu konularda sizden usta olunca, işiniz kolaylaşıyor. Koskoca bir ummanı birkaç sayfaya sığdırmak zor tabii ama 73 yılı elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Önemli detayları kaçırmak istemediğim için bu söyleşiyi de ikiye böldük. İlk bölümde ailesi, çocukluğu, öğrencilik hayatıyla ilgili komik detaylar, Moğollar’ın ilk yılları hatta Zeki Müren gibi yıldızlarla beraber çalıştıkları gazino dönemlerinin hikayeleri var. Sohbetin ikinci kısmı da bayağı renkli; devamı ise yarın yani 23 Aralık Pazartesi günü yayımlanacak.  

Cahit Berkay deyince bazılarımızın aklına Moğollar’dan önce ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ geliyor. En azından benim için öyle… Şahane bir film olmasına rağmen, o müzik olmasaydı, hikâye üzerimde aynı etkiyi yapar mıydı bilmiyorum. Berkay da benimle aynı fikirde ki "Cahit’i Cahit yapan şey odur" demiş bir söyleşisinde… En çok sevdiğim Türk filmlerinden olan ‘Dila Hanım’ filmindeki Kadir İnanır’ın zeybek oynadığı sahne ve çalan müzik de hala aklımdadır gerçi. Şimdi Berkay’ın müziklerini yaptığı Yeşilçam filmlerinin listesine bakıyorum da, çocukluğumda sevdiğim pek çok filmin müziğinde imzası var; bunların sadece 17’si Kemal Sunal filmleri... Bu yüzden Moğollar’ın basçısı Taner Örgün, Berkay’a "melodi fabrikası" dermiş. Bir insan en fazla kaç enstrüman çalabilir bilmiyorum ama sanırım Cahit Berkay üstünde tel olan her sazı çalabilmeye muktedir… Enstrümanları adeta onun birer yaşamsal organı gibi, çalamazsa onun için hayat bitermiş gibi, belki de o yüzden hala konser vermeye devam ediyor. 

İlkokulda mandolin ve armonika çalarak başlamış müziğe… Öyle müzisyen bir aileden gelmiyor; gerçi evlenmeden evvel babası, annesine serenat yapabilmek için bir keman almış, Berkay o kemanı hala saklıyor. Çocukluğunun bazı dönemlerini şaşırtacak kadar net hatırlıyor. Orta sonda Isparta’dan İstanbul’a taşındıklarında hala Isparta şivesiyle konuşuyormuş; mesela ne yapıyorsun yerine ‘nettiriyon’ ya da bozacaksın yerine ‘bozcen’ dermiş. Bu yüzden arkadaşları onunla alay ettiğinde çok utanırmış. Çok uğraşmış şivesini düzeltmek için ama şimdi o şiveyle konuşmaya bayılıyor.

Lise zamanı ve sonrası çeşitli topluluklarda çaldıktan sonra, 1967’de birlikte çalıştıkları Selçuk Alagöz Orkestrası’ndan tanıdığı Engin Yörükoğlu ile, aralarına Murat Ses, Aziz Azmet ve Hasan Sel’i de alarak kurmuşlar Moğollar’ı; isim babaları da Hollandalı bir yapımcı… Dünyada müzik alanında fırtınalar koparak toplulukların isimleri çok haşin ve gaddar olduğu için böyle bir isme karar vermişler. Türkçe söyleyen, kendi bestelerini çalan, Anadolu’dan beslenerek ritmik çeşitlilik ve armonik kurgular yapan Moğollar’ın kurulduğu günden sonra Berkay’ın hayatı tamamen değişmiş. Önce Avrupa’da ünlü olabilmek ve çok para kazanabilmek için Engün Yörükoğlu ile birlikte Fransa’ya gitmişler. Hayatlarını idame ettirebilmek için yan işler de yapan ikili, aynı anda ‘Les Mogol’ ismiyle müzik yapmaya devam etmiş ve iki tane plak çıkarmışlar; sonra da yolları Barış Manço’yla kesişmiş. O dönem Paris’te tanıştığı bir Fransız’la evlenen Berkay’ın bu ilk evliliği sadece üç ay sürmüş. Boşanma sebebi ise siyasi bakış açılarının tamamen farklı olması… 

Bu arada Fransa’dayken uluslararası bir başarıya imza atmışlar; müzikte yenilikçi işçilik ortaya koyan albümlere verilen ve aralarında Jimi Hendrix, Pink Floyd gibi müzik efsanelerinin bulunduğu "French Academie Charles Cros Grand Prix Du Disque" ödülünü kazanan tek Türk müzik grubu, Moğollar… Yıl 1971. Yani demokrasiye darbe vuran 12 Mart Muhtırası’nın verildiği bayağı kaotik bir yıl, ama aynı zamanda bütün dünyayı etkisi altına alan 68 kuşağı fırtınasının da koptuğu yıllar... Kısaca, gençlerin kendi kimliklerini bulmaya çalıştığı, ailelerine, otoriteye başkaldırdıkları, saç uzattıkları için "anana benzeyeceğine, babana benze" diye laflar yediği, sert ve anarşist müziklerin yapıldığı bir dönem… O büyük ödülü kazandıklarını da Türkiye’yede çıktıkları bir turnede tesadüfen öğrenmişler. 

O yıllar aynı zamanda Amerika’nın kükreyen yılları gibiymiş. İstanbul ve Ankara’da Avrupa’da bile olmayan kulüpler açılıyor, çılgın partiler veriliyor, gazinolar en parlak dönemlerini yaşıyor falan… Haliyle Moğollar da konser verdikleri pek çok yerde izdihama sebep olmuşlar, en şaşaalı dönemlerini ünlü gazinolarda, ülkenin en meşhur sanatçılarıyla sahne aldıklarında yaşamışlar. O günleri o kadar şahane anlatıyor ki, söyleşiyi okurken en az benim kadar eğleneceğinizi düşünüyorum. Çıktıkları turnelerde de başlarına akıl almaz olaylar gelmiş, hatta bir keresinde Manço’nun sahnede söylediği bir cümle yüzünden arabalarına Molotof kokteyli bile atılmış ama her şeye rağmen birlikte çok eğlenmişler. Ne var ki büyük bir başarı sayılsa da ödül topluluğa pek uğurlu gelmemiş. Ödülün ardından tekrar Fransa’ya gidilse de oradaki serüvenleri uzun sürmemiş. Askerlik, evlilik gibi sebepler yüzünden grup elemanları sık sık değişmiş ama Berkay grubun hiç değişmeyen tek demirbaşı olarak kalmış. 72’de Cem Karaca için çalmaya başlamaları, Türkiye rock müzik tarihi adına en önemli gelişmelerden biri sayılmış. Bu ortaklık sadece iki yıl sürmesine rağmen, başta ‘Namus Belası’ olmak üzere beraber birçok hit parçaya imza atmışlar. Sonrası malum, 1 Mayıs’ta komünizm propagandası yaptığı için aldığı 200 yıllık hapis cezası yüzünden Karaca’nın sürgüne gitmesiyle son bulan klasik bir hikâye… 

Berkay yurtdışında müzik yapma hayalleriyle tekrar Fransa’ya gitmiş, film müzikleri yapmaya başlamış ama 1976’da grup tamamen dağılınca 82’de ülkeye kesin dönüş yapmış ama bir bakmış ki Türkiye’de ne müzik sektörü kalmış ne de film piyasası... Her yerde gençliği ele geçiren yabancı müzik özentisiyle kurulan diskotekler; Yeşilçam’da da devletin bilinçli olarak siyasi gençliği mastürbasyon salonlarına itme operasyonu hâkim... Dolayısıyla müzik üretebilmek için gerekli ortamı bulamayınca, Berkay bir elektrik firmasında, yüksek gerilim üzerine çalışmış ve o süre içinde Bağdat’ta 80 tane trafo merkezi kurmuş. 1987’de yakın dostu Cem Karaca’nın Türkiye’ye dönmesiyle, ikili bu defa bireysel olarak tekrar bir araya gelip üç albüm çıkarmış. O dönem hayli ses getiren ‘Raptiye Rap Rap’ın müziği yine Berkay’a ait... Moğollar’dan artık tamamen umut kesilmek üzereyken, Leman Dergisi çizerlerinden Kaan Ertem’in başlattığı "Moğollar Birleşsin" kampanyası işe yaramış ve 1993 yılında verdikleri dönüş konseriyle tekrar kaldıkları yerden devam etmişler. O dönemde Türkiye müzik tarihine damga vuran ‘Bir Şey Yapmalı’ gibi çok daha duyarlı, daha politik ve daha çevreci mesajlar içeren şarkıları kim hatırlamaz ki? Ülkenin müzik tarihine ismini kocaman harflerle kazıyan Berkay’ın, onca başarıya ve müzik literatürüne kazandırdığı yüzlerce esere rağmen hiçbir zaman çok yüksek bir kazancı olmamış ve hep mütevazı bir hayat sürmüş. 

Nasıl sevecen, nasıl özenli, nasıl kibar… Devamlı gülümsüyor, ciddi konularda konuştuğumuzda bile… Telefonuma geç dönmesinin sebebi olarak su borusu patladığı için evinin neredeyse su bastığını söyleyecek kadar da samimi… En büyük keyfi çok sevdiği torunuyla zaman geçirmek… Sohbetimiz o kadar keyifliydi ki su gibi aktı gitti, iki buçuk saat nasıl geçti anlamadım. Bir ara tesadüfen Mazlum Çimen hasbıhalimize eşlik etti, iş yaptığımız için sessizce bizi dinledi, arada esprileriyle söyleşimize renk kattı; yazıda ara ara onun da sesini duyacaksınız. Bu arada Mazlum Çimen, Cahit Berkay’la vedalaşırken yine "hüt" deyince, kelimenin anlamını sordum. Çimen de "hatırını üstümde taşırım demek o" dedi.   

"AİLEM, ARKADAŞLARIM BANA CAHİT DERSE YADIRGARIM ÇÜNKÜ HERKES BANA APO YA DA APOŞ DER"

Isparta ünlü açısından biraz kurak bir yer. Bir siz, bir Zeki Demirkubuz, bir Şebnem Bozoklu, bir de Demirel çıkmış oradan… Siz nasıl hatırlıyorsunuz Isparta döneminizi?

Bir de bir sadrazam vardı. (Gülüyor) Annem babam kadın terzileri oldukları için, Isparta’nın eşrafından sayılırlardı. Terzi Rıfat ve Terzi Hacer’i o kuşak çok iyi bilir. Ben de Terzi Rıfat’ın oğluydum ya, bu yüzden süksem vardı. Nasıl haylazım, nasıl yaramazım. Benden dokuz yaş büyük bir ablam var, kulakları çınlasın, benden çok çekti. (Gülüyor) Annemle babam oğlan çocuğu olsun diye bayağı uğraşmışlar, annem 7-8 sene de düşük yapmış, ben de çok cılız doğmuşum zaten. Beni yaşatmak için bayağı bir uğraşmışlar, üstüme çok düşmüşler, dolayısıyla ben acayip şımarık büyümüşüm.

Isparta’yı hatırlıyor musunuz peki?

Çok net çünkü Isparta’dan çıktığımda çocuk değildim, İstanbul’a geldiğimizde orta sondaydım. O yıllar cumhuriyetin etkisini hissediliyordunuz Isparta’da. Herkes giyimine, kuşamına çok dikkat ederdi. Yoksul ve köylü kesim şalvar, çarık falan giyerdi ama genele hâkim olan anlayış çok moderndi. Askeriye vardı mesela, şapkalı devlet memurları falan… Babam sivil bir adamdı ama fotoğraflarına bir baksanız, Valentino… Takım elbise, kravat, fötr şapka falan. Kadınların etekleri diz kapaklarının üstündeydi. 

Annemden biliyorum, öyle mini etekler giyermiş ki şimdi giymek yürek ister. Mini giydiği için tekme, tokat yiyor şimdi kızlar… Isparta’yı da öyle modern hayal etmek zor gerçi. Şimdi biraz zor. Bir söylem var: Said Nursi öldükten sonra şehre bunun müritleri gelmiş, ondan sonra da bütün şehir değişmiş ve gitgide muhafazakarlaşmış. Gerçi bu bir söylenti, doğruluğu nedir bilmiyorum çünkü o dönem biz artık İstanbul’daydık.   

Anne baba terzi ya, Isparta’nın en iyi giyinen çocuğu sizdiniz herhalde.

Doğru. Paltolarımı babam dikerdi. Yakası kürklü falan. Öyle fotoğraflarım var. Ama o kadar haylazdım ki kıyafetlerimi temiz tutmam çok zordu. Bir fotoğrafım var, kazak, pantolon, ayakkabı yani giydiğim her şey toz ve çamur içinde… O gün de hatırlıyorum müsameremiz vardı, annem pırıl pırıl giydirmişti beni, o arada çocuklarla sokakta top oynamıştım. Annemden bir dayak yemiştim o gün…

Hak etmişsiniz ama…

(Gülüyor) Sen nasıl "Terzi Hacer’in oğlunun kıyafetine bak, kir pas içinde" dedirtirsin diye annemden çok ciddi bir sopa yemiştim, hala hatırlarım.

Biz terlik nesliyiz daha çok; siz de az dayak yememişsinizdir zaten o haylazlıkla.

(Gülüyor) Annemi çok üzerdim ben, kafama sandalye geçirmişliği bile vardır. Ama babamdan fiske bile yememişimdir. (Bu sırada Mazlum Çimen arıyor, Cahit Bey telefonu "hüt" diye açıyor)   

Çocukluğunuzu bayağı net hatırlıyorsunuz. Hatırlayabildiğiniz en eski anılardan biri nedir?

6 yaşımdayken duvara dayalı bir motosikleti kurcalıyorum, birden o motosiklet üzerime devrildi. Allahtan motosikletin gidonu elimdeki teneke trampete geliyor, trampet ortadan çöküyor, o gidon kurtarıyor benim hayatımı. Sağ kalçam kırıldığı için altı ay alçıda kaldım. Alçı çıkarıldığında sağ bacağım kolumdan inceydi. Onu hayal meyal hatırlıyorum. Evimizin ikinci katında bir cumba vardı, dışarıyı görebileyim diye Singer dikiş makinasının kapağının üstüne bir yatak yapmışlardı. O detay da aklımda hala.        

Peki, ailevi geçmişinizle ilgili neler söylersiniz? 

Biz Senirkent’iyiz ama bir tarafımız da Uluborlu’lu… Bütün aile yokluk içinde büyümüş. Babamın babası dedem Yemen’e gidiyor, asker olarak. 17 sene gelmiyor. Herkes öldü sanıyor. Babaannem üç çocuğu kendisi büyütüyor. Dedem sonra dönüyor. 

Babaannenizin yaşadığı şoku düşünemiyorum.

Ben de. Dedem 17 yıl esaret yaşamış, oralarda hastalık kapmış, döndükten birkaç ay sonra da evinde ölüyor. 1’inci Dünya Savaşı dönemi bir dramdır.

Bütün savaş dönemleri öyle. Erkekler savaşa gidince hep kadınlara çocuklara olmuş olan… İnsanoğlu hala akıllanamadık. 

Hakikaten çok anlamsız bir şey. 

Ama 68 kuşağı Vietnam Savaşı’na hayır demek için Çiçek Çocuklar hareketini başlattığında ve "savaşma seviş" sloganları attıklarında, bu rüzgâr ülkemiz dahil bütün dünyayı etkilemişti. Şimdi ise o kadar savaş oluyor ama ses çıkaran yok.   

Maalesef. Beyaz yaka diye bir şey çıkarttılar, onun tek derdi kariyer sahibi olmak, gezsin tozsun, yemek yesin…  Her kuşağın kendine ait bir gailesi var. Tabii bu durup dururken olmuyor, toplumlar üzerinde oynanıyor. Bilinçli bir atölye çalışması yapılıyor. Atatürk’le beraber daha akıllı bir döneme girmişiz gerçi fakat sonra onun yaptığı devrimlerin içi boşaltılınca bugünkü noktaya geldik. Köy enstitüleri devam etseydi çok farklı bir noktada olurduk. Amerika, İngiltere, Fransa diyorlar ya, gerek ekonomik gerek sosyal anlamda Türkiye onlardan daha ileri bir seviyede olurdu; ben buna çok fena hayıflanırım. Isparta’da ortaokulda okurken basketbol, voleybol, pinpon, futbol, hentbol gibi popüler ne kadar spor varsa hepsinin kurallarını öğrenmiştik. Okullarda takımlar kurulur ve oynanırdı bu sporlar. Sporla haşır neşir bir gençlik yetiştirmenin temelleriydi bunlar. Daha sonra eğitim çok farklı bir noktaya geldi. Biz yırtındık 80’li-90’lı yıllarda bunlar için. Resim, müzik, spor, jimnastik dersleri matematik ve fen derslerine peşkeş çekildi. Kimse bir Picasso ya da Bethoveen olmayacak ama bunların hepsi çocuğun gelişimine bir estetik, bir anlayış, bir ruh, bir kültür katacaktı. Sanatla ilgilenen bir nesil olacaktı. 

Siz de spor yapar mıydınız peki?

Maç yapmayı çok severdim. Annem babam terzi ama tüccar terzi, her sene birkaç kere İstanbul’a malzeme almaya geliyorlar. Dönüşlerinde bana kimsenin görmediği oyuncaklar gelirdi. Armonika, futbol topu falan… Ben de o zamanlar biraz şişmanım, göbek popo yerinde bayağı… (Gülüyor) Top benim olunca mahalledeki takımı ben kuruyorum, haliyle bütün iyi oynayanları kendi takımıma alıyor, zayıfları da karşı takıma bırakıyordum. Hiç yenildiğimiz maç olmadı yani. (Gülüyor)

Bir ara sinemanız da olmuş.

Evet. (Gülüyor) Teyzemin eşi Çakır eniştemin sinemasıydı aslında. O ölünce babam kiraladı orayı. İki sene sinema işlettik. Oranın jokeri gibiydim ben; gişede bilet sattım, kapıda bilet kestim, makine dairesinde film bağladım. Eskiden filmler kısımlar halinde gelirdi, onları iki büyük makara haline getirir sararsın, bağlarsın, yapıştırırsın. O zaman ark kömürüyle çalışırdı makine, bir lambası vardı, devamlı onun başında durursun; ark yandıkça diğer ucuna o kömürü yakın tutman lazım ki ışık perdeye aksetmeye devam etsin. 

Çok eğlenceli geçmiş çocukluğunuz.

Hiçbir filmi kaçırmamışsınızdır. Çok eğlenceli ve mutlu geçti. Mesela ‘Avare’ filmi gelmişti. O filmi, her gün matine suare, 14 kere falan izlemişimdir. (Gülüyor)

Raj Kapoor’undu o film değil mi?

Bir şarkısı vardı ‘Avaremu’ diye… Ben hala hatırlıyorum o filmi, çok ufak olmama rağmen. Evet, evet o film. Müzikal çünkü; şarkılar danslar, eğlenceli bir hikâye, dolayısıyla akılda kalacak bir film… Ben de çocuktum ve çocuk kafamla çok sevmiştim o filmi. 

Sadri Alışık, Turist Ömer tiplemesini oradan esinlenmiş sanki. Belki sinema, müzik o zaman içinize girdi.

Olabilir. O sinema kendimi bildim bileli bedavaydı bana zaten. Eniştemin sinemasıyken de kapıdan elimi kolumu sallaya sallaya girerdim ama sinemanın sahibi olunca daha başka girdik tabii; havalı girdik. (Gülüyor) Akraba, taallukat, arkadaşlarıma falan da hep bedavaydı. 

"O SOKAKTA YAŞANAN O FAŞİST MUAMELELERİ ASLA UNUTMAYACAĞIM, O İNSANLAR O MUAMELEYİ HİÇBİR ZAMAN HAK ETMEDİLER"

Sonra 59’da İstanbul dönemi başlamış sizin için ve hayatınız boyunca Cihangir’de yaşamışsınız, hatta hala Pürtelaş sokakta oturuyorsunuz. Orada çıkan olayları hatırlıyor musunuz? Hani trans bireylere karşı yapılan operasyondan bahsediyorum.

Hatırlıyorum tabii. 80’li yılların ortalarına doğru, Hortum Süleyman diye bir polis şefi vardı, o sokağa ve translara çok ciddi bir operasyon yapılmıştı. Orada yaşayan o insanlara yaptığı muameleyi unutamıyorum. Transları oradan uzaklaştırmak için yıldırma amaçlı hortumla dövmek, dayak atmak hiçbir insanlığa sığmıyor.

Sadece onun baskısı değildi bu tabii, mahallenin de baskısı olmuştu.

Olmaz olur mu? Bizim orada iki tane evimiz vardı, biri şimdi oturduğumuz ev, diğeri sokağın başındaydı. Hatta evlendiğimde orada oturmuştum, kızım orada doğmuştur. Bitmek tükenmez bir harala gürele vardı, kavga hiç dinmezdi mahallede. Özel şirkette çalıştığım için sabahın sekiz buçuğunda işte olmam gerekiyordu, o kavgalar yüzünden mecburen taşınmak zorunda kalmıştık. Sonra yine evime döndüm ama o sokakta yaşanan o faşist muameleleri asla unutmayacağım, o insanlar o muameleyi hiçbir zaman hak etmediler. Bu devletin ayıbıdır. O insanlara iş sahası yaratacaksın ki fuhuşla uğraşmasınlar. Neler yaşadılar, hala da yaşıyorlar işte. İkinci sınıf vatandaş bile değiller. 

Ben de 2000’lerin başında Meclis-i Mebusan’da oturdum. Gece geç bir saatte Kemancı Bar’dan çıkıp, Kazancı Yokuşu’ndan aşağı evime giderdim ve kendimi asla tehlikede hissetmezdim. Şimdi ise Ceren Özdemir olayından sonra gece arkama bakmadan yürüyemiyorum.

Maalesef. Daha neler yaşayacağız acaba? Kadın cinayetleri hep olmuştu ama hiçbir dönem bu kadar korkunç boyutlara ulaştığını hatırlamıyorum. Bu ülkemiz için felaket bir durum. 

Eğer bir yılda 400 küsur kadın öldürülüyorsa bunun ismi kadın cinayetleri değil, cinskırım bence.

Kadın düşmanlığı iyice arttı. İşte bu eğitim, hukuk ve yargı sistemiyle alakalı. Adam gidiyor kadını dövüyor, kadının her yeri mosmor, gidiyor şikayet ediyor, adam karakola gidiyor, yarım saat sonra bırakıyorlar, "ya ben bu haltı yiyip yarım saat sonra dışarı çıkıyorsam, demek ki iyi yapmışım" diyor o da.      

Size dönelim, Kabataş Erkek Lisesi’nde okumuşsunuz, o lise de o dönemin en iyi okullarındandı.

Oradaki hocalar Türkiye eğitim tarihinin en seçkin hocalarıydı. Maarifte iz bırakmış isimlerdi. Liseyi ben beş senede bitirdim. Birinci sınıfta çaktım; annem hastalanmıştı o yıl, ağır bir astım hastalığına yakalanmıştı, büyük bir perişanlık oldu, akrabalarda falan kalmıştım. Benim nüfus kağıdında ismim Abdullah Cahit Berkay’dır; nur içinde yatsın, çok meşhur bir tarih hocamız vardı, Selahattin Sel… Üç isim fazla, birini çıkartıyorum, bundan sonra sen Cahit Berkay’sın dedi ve ismim öyle kaldı. Yoksa ailem, akrabalarım, mahalledeki arkadaşlarım bana Abdullah, ‘Apo ya da Apoş’ derler.

Hala öyle mi diyorlar?

Tabii. Akrabalarım bana Cahit derse yadırgarım, onlardan hiç duymamışımdır bu ismi. (Gülüyor) Amca çocuklarım, dayı çocuklarım hala öyle seslenirler bana. Çok da kalmadık gerçi ama… 

Lise döneminden neler hatırlıyorsunuz?

Selahattin hoca bir gün hepimizden 25 kuruş topladı ve birimizi makas almaya yolladı. Sonra sıraların son kenarındaki kişileri tahtaya kaldırdı. İlk baştakine bir soru sordu, çocuk bilemeyince "üç sıfır mı yoksa saçlar mı?" dedi. Hepimiz merakla bakıyoruz. Üç tane sıfırın düzeltilmesi mümkün değil. Çocuk saçlar deyince şakaklardan ve ortadan makas attı, sen mecburen berbere gidip sıfır numara tıraş oluyorsun. Kimisi bildi, kimi üç sıfır istedi, kiminin saçı gitti falan… Bir grup daha kaldırdı, ben de varım bu defa, ikinciydim. Önümdeki çocuk soruyu bilemedi, üç sıfırı aldı. Sıra bana geldi, ne sordu biliyor musun? Ölünceye kadar unutmam. (Gülüyor) Mısır’daki üç piramidi sordu; Keops, Kefren, Mikerinos… 

Bildiniz tabii.

Yok yahu, bilemedim. (Gülüyor) Lan üç sıfırı nasıl toparlayacaksın, saçlar dedim mecburen. Saçlar gitti. Yemek molasında berbere gidip sıfıra vurdurduk kafayı. Ondan sonra hepimiz harıl harıl tarih dersi çalıştık, ne sorarsa biliyoruz falan ama bir baktık o üç sıfırların birini dokuz yapıyor, birini altı; birine bir ekliyor on oluyor, olan bizim saçlara oldu tabii. (Gülüyor)  

Sonra hocanızla hiç karşılaştınız mı?

Tabii. Ben 65 mezunuyum, birkaç yıl sonra Moğollar’ı kurduğumuzda Beşiktaş’ta karşılaştık. O zaman saçlar belimde tabii… (Gülüyor) Bak ismimi unutmamış, boncuk derdi bana; "gel boncuk, seninle iftihar ediyorum" diye elini öptürmüştü. 

Gözlerden dolayı boncuk diyordu sanırım. Gözlerin bir kökeni var mı? Bayağı farklı bir mavi… 

Annemin dedesi Osmanlı zamanı Kahire’de görevli memur. Orada İngiliz bir kadına âşık oluyor, evleniyor, onunla Isparta’ya dönüyor. Genlerde öyle bir karışım oluyor yani, belki o yüzden. Annem, dayılarım teyzelerim, alayı sarışın ve mavi gözlüdür…  

"ERKAN OĞUR’UN GÖZÜ VARDIR BENİM CURAMDA"

İlk bağlamanızı Kasımpaşalı Ragıp Usta’ya yaptırmışsınız.

Ragıp Akdeniz Usta… Cem’le (Karaca) beraber çalışırken, -o zaman sürgünden dönmüştü, 87 yılı sanırım-, bir bağlama yaptırmıştım. Bağlamanın akort sistemi değişiktir, onun burgularında akort yapmak çok zordur. Gitar fiks gibi değildir. Biz de keman fiksi yapmıştık ki mükemmel akort çekebilesin… Ragıp Usta’nın imzasıdır o. Sonrasında bir tane uzun sap, bir tane de cura yaptırmıştım. Öyle güzel bir cura yaptı ki, Erkan Oğur’un falan herkesin gözü vardır o curada… (Gülüyor) 

Orhan Gencebay’dan öğrenmişsiniz akort yapmayı…

Bağlamanın akort sistemlerini ondan öğrendim. Hiç üşenmeden bana bir saat falan sistemi anlatmıştı. O anlamda muhteşem bir adamdı. O zaman Orhan Gencebay daha Orhan değildi. Ahmet Sezgin’in baş bağlamacısıydı. Ahmet Sezgin o zaman Gar Gazinosu’nda çıkardı. Orhan’ı da çok severdim, selamlaşırdık hep, çalışına falan bakardım. 

Peki, Cem Karaca müziğe bir kızı etkilemek için başlamış. Sizin müziğe başlamanızın sebebi neydi?

Ben müziği çok sevdim sadece. Pazar günleri radyoda sabah 10:00-10:30 gibi Muzaffer Sarısözen’in ‘Yurttan Sesler’ programı vardı. Her hafta yeni 2-3 tane türkü geliyordu, tam da türkülerin devşirildiği yıllar… Babamın dayısının oğlu Erdoğan abi bağlamasıyla gelirdi bize, ondan da bir aşinalık vardı. Babamın da kemanı vardı, hala durur o keman. Rahmetli amcam anlatmıştı; daha bekarlar, o zaman evlerde su yok, çeşmeden su taşınırdı, babam da keman almış, anneme serenat yapacak. Amcam bu hikâyeyi anlatırken babamın taklidini yaparak anlatırdı. Neyse babam kemanı çalmasını bilmiyor, amcam da "şimdi keman tek tel tek nota (kolunda kemanı çalarmış gibi yapıyor) ‘saaarıkız deeereye iiindi mi’ diye çalacaksın" demiş. Annem de sarışın ya, babam da o kemanla anneme serenat yapmış. (Gülüyor) 

Sebebi bir kız değil yani?

Kız olayı lise dönemi gitarı aldıktan sonra, saçları limonla yapıştırmaya kalktığımız yaşlarla başladı, işte 14-15 gibi… (Gülüyor) Ev o zaman Ayaspaşa’da… Akyol Taksi’nin olduğu yerde yuvarlak bir taş vardı, 15:30 gibi Fındıklı Atatürk Kız Lisesi boşalırdı, kızların bir kısmı yürüyerek yukarı çıkardı. Biz mahallenin gençleri de o taşın üstüne oturur, gitar çalarak kızlara hava atardık. Ama hikayemiz çabuk geçti, öyle anlatmaya değecek bir şey olmadı.  

Siyah İnciler’i zaten lise döneminde kurmuşsunuz.

Evet. O dönem o tarz isimler modaydı. 

Beyaz Kelebekler gibi…

Evet. (Gülüyor)  

Gaddar ve haşin isimler moda olduğu için gurubunuza Moğollar ismini koymuşsunuz ama ben hiç anlayamadım sebebini, neden öyle bir isim ister ki insan?

Haramiler ismini niye ister? Apaşlar niye ister? Rolling Stone, Animals, Beatles niye öyle bir isim ister? Özel bir sebebi yok.  

Bir de Hollandalı bir arkadaşınız seçmiş ismi. 

Evet, Moğollar yeteri kadar haşin bir isim dedi, bize de o an mantıklı gelmiş.

E, dünyayı alt üst etmişler, daha ne kadar haşin olsun?

Hazar’ın altından gelmişler Anadolu’yu talan etmişler, üstünden gitmişler Macaristan taraflarını talan etmişler. Yeteri kadar gaddar ve haşin bir isim… (Gülüyor) Onlar her yeri fethetmişler ya biz de müziğimizle fethedeceğiz hesabı… Şimdiki aklımız olsa o ismi kullanmayız tabii.

O dönemde İzzet Öz haberiniz olmadan bir performansınızı kaydetmiş ve yıllar sonra dinlediğinizde "ne çalmışız be" demişsiniz.   

Cem Karaca ile beraber yaptığımız bir kayıttı o, yıllar sonra karşımıza çıkmıştı. Gerçekten çok kaliteli işler çıkarmışız birlikte… Tüm dünyada müzik büyük değişimlerden geçiyor ama bir Led Zeppelin, bir Deep Purple, Traffic, Eric Clapton, Blind Fate dönemi kalmadı artık. 

Hepsi çok sevdiğim gruplar. Özellikle Deep Purple’ın ‘Smoke On The Water’ parçası gibi hepsinin de şarkı sözlerinin içinde yaşanmışlık var, felsefe var. Şimdiki parçaların sözleri bana çok mekanik geliyor.

Kalıcılık biraz oradan ileri geliyor zaten. Mesela ben ‘Dinleyiverin Gari’ şarkısını Ergun Göknel’in başrolde olduğu İSKİ skandalına hiciv olsun diye yapmıştım. Şimdi söylediğimde "aman kimse üstüne alınmasın" diyorum ama bakarsan bugünü de anlatıyor yani. 

İSKİ skandalını hatırlayan kalmış mıdır bilmiyorum ama Türkiye’nin en büyük skandallarından biriydi.

(Yüzünü buruşturarak) Korkunç. Hele bir de sosyal demokratların içinden böyle bir skandalın çıkması, ne kadar utanç verici bir şeydi. Bunlar hep sanatı etkileyen olaylardır. Mesela ‘Issızlığın Ortasında’ şarkımı Sivas Olayları için yazmıştım. Toprak erozyonu had safhadaydı, ağaçlandırma kampanyaları oluyordu, ben de TEMA Vakfı’na destek olsun diye ‘Toprak Ana’yı yaptım. 

"BİZİM DE ‘GROUPİE’LERİMİZ VARDI; KONSERLERE GELİRLER, TURNELERİ İZLERLER, KONSER SONRASI DA KULİSE UĞRARLARDI BİZİMLE TANIŞMAK İÇİN…"

Moğollar bir ara traşlı, şapkalı, smokinli, papyonlu, bayağı janti kıyafetlerle, temiz aile çocukları olarak çıktı sahneye, o değişimin sebebi neydi?

71 yılında yaptık onu. Şok niyetli bir şeydi o. O zamana kadar uzun saçlar, koyun postlu kıyafetlerle bizleri tanıyanlar bir anda bu değişimle bayağı şok yaşamıştı. Duruşumuzda, düşüncemizde bir değişim yoktu ama bunun sebebi biz efendi olmasını da biliriz gibi bir şeydi. Zaten ondan sonra şarkılarımızdaki temaların yaşamın içinden gelmesine dikkat etmeye başladık. 

O yıl çok büyük bir ödül aldınız Fransa’dan. Pink Floyd, Jimi Hendrix gibi efsane isimlerle aynı ödülü paylaşmışsınız. Faklı ulusları çok sevmeyen bir ülkenin Türk bir müzik grubuna ödül vermeleri de hayli ilginç. 

O akademik bir ödüldür zaten. Müziğe yenilikçi bir şeyler katan, bazı şeylerde öncü olan isimlere veriliyordu o ödül. 

Hiç bekliyor muydunuz?

Yok canım. Biz Barış Manço ile birleşip, para kazanıp tekrar oraya dönmek için turne yapmaya Türkiye’ye gelmiştik, Hürriyet Gazetesi’nde gördük "aaa ödül kazanmışız diye." Fransa muhabiri Gökşin Sipahioğlu abi, tam sayfa Hürriyet’te haber yaptı. 

Çok yakışıklıymışsınız bu arada, eminim konser ve turnelerde kızlar sizi rahat bırakmamıştır. Amerika’da müzik yapan toplulukların hayranı olan, turne boyunca onların peşini bırakmayan ve onlarla birlikte olmak için can atan kızlar için "groupie" terimi kullanılır. Siziz dönemde de groupieler var mıydı? 

Vardı tabii canım, olmaz olur mu? (Gülüyor) Konserlere gelirler, turneleri izlerler, konser sonrası da kulise uğrarlardı bizimle tanışmak için… Kafe Bulvar vardı, Emek Sineması’nın sokağının dibinde ‘Yeni Ar’ sineması vardı, Pub Kafeterya vardı, yemekli bir yerdi, hep oralara giderdik. Girerken sana bir kart verirlerdi, içeride ne yiyip içtiysen üzerine işaretlerdin, çıkışta totalini öderdin. 

Bayağı hareketliymişsiniz o dönemler.

(Gülüyor) Bayağı hareketliydik. Elmadağ’da bir sürü kulüp vardı, Hidromel Diskotek vardı, hemen her gece dışarıdaydık. Viski A Go-Go kulüp açılmıştı; Durul Gence ve biz Moğollar çıkardık. (İstanbul'un en gözde gece kulübü; açılışına katılan Erol Simavi bile "Dünyayı dolaştım ama böyle bir kulüp görmedim" demiş) Kimler yoktu ki orada? O dönemin ünlülerinden, yıldızlarından aklınıza kim geliyorsa herkes oradaydı. 

Bir de gazino döneminiz var, o kültürü en iyi bilenlerdensiniz. Biraz bahseder misiniz o dönemlerden?

Biz asıl paramızı gazinolardan kazandık. Hemen her gazinoda çaldık. Yazın 15-20 günlüğüne İzmir Fuar’ına giderdik Fatma Girik’le beraber, Ankara Gençlik Parkı’ndaki Göl Gazinosu’nda da 2-3 hafta geçirirdik. Bak o zaman Fatma Girik şarkı söylemeye başlamamıştı, rahmetli Necdet Tosun’la beraber sahnede fıkra anlatmıştı, hiç unutmuyorum; daha sonraki yıllarda ders alarak sanat müziği şarkıları söylemeye başladı. Onunla kuliste Öztürk Serengil ve eşi Nevin’le çok matrak fotoğraflarımız vardır. (Gülüyor) Kışın da Ankara’da Güneypark Gazinosu ya da İstanbul’da Çakıl, Maksim veya Gar Gazinosu’nda çalışırdık. Gar Gazinosu’nda Selda Alkor’la, Maksim’de de Ajda’yla program yapmıştık. Hatta Ajda’yla iki kere turne yaptık. O dönemin en popüler orkestrası bizdik yani.

Zeki Müren’le de çalışmışsınız.

Tabii, onun kadrosundaydık. Zeki abi bizi çok severdi. Herkes paşam derken ben abi derdim, bana hiç kızmazdı. Çok saygı gösterirdik kendisine çünkü sonuna kadar hak ediyordu. Biz onunla çalışmayı çok severdik. Bak, Zeki abinin en önemli özelliği neydi biliyor musun? Onun programında olduğun zaman, soyunma odaları, kulisler ve tuvaletler hiç olmadığı kadar temiz olurdu. Kendisi kontrol ederdi. Benim tuvaletim böyleyse, bunların tuvaleti de öyle olacak diye… Bu beraber çalıştığı kadrosuna olan sevgisi, saygısıdır. 

Bak, bebek Belediye Gazinosu’nda çalıyoruz, Cem Karaca-Moğollar; o zaman Cem bir tekne almıştı, bütün gün Marmara’da tekneyle dolaşır, balık tutardık. Gece de saat 20:00-20:30 gibi gazinoda olmamız lazım. Biz de Zeki Müren’den bir önce çıkıyoruz sahneye, saçlar uzun, bütün gün denize gir çık, oldu sana saçlar rasta, tarak fırça falan girmiyor. Zeki Müren sahneye çıktığı zaman bütün yemek servisi dururdu. Biz sahnedeyken meyve servisinin son demleri olurdu. Masa kadar kocaman tepsilerin üzerinde, yanar dönerli meyveler götürülürdü misafirlere… Çıktık çalıyoruz, Cem ortada söylüyor, o sırada önümüzden o kocaman tepsiyle meyve taşıyan bir garson geçti. Cem şarkının münasip bir yerinde döndü, kulağıma "Cahit bizim yevmiye geçiyor" dedi ve şarkıya devam etti. (Gülüyor) Bak, o zaman o tepsi gerçekten büyük paraydı. Biz o zaman Cem’le beraber 4 bin lira falan alıyorduk, o tabak da aynı fiyattı. (Gülüyor) 

Zeki Müren’in bence en önemli özelliği homofobik bir ülkede, kıraathanelerde bile kendinden ‘sanat güneşi’ olarak bahsettirmesiydi.

Ya ne büyük bir tezattır değil mi? Sahneye çıktığı kıyafetlere rağmen. Ben hatırlıyorum hepsini; apartman topuklarını, tavuk kuşu kostümlerini, mini eteklerini, şortlarını… Garsonlar koluna girerdi böyle… (Tam bu sırada Mazlum Bey geliyor ve bizimle oturuyor)   

*** 

DEVAMI YARIN

Öne Çıkanlar