Edebiyatın Beyaz Atlı Prensi: Eleştiri

Edebiyatın Beyaz Atlı Prensi: Eleştiri
Sibel Öz, Parşömen dergisinin 2022 Edebiyat soruşturması verilerini değerlendirmeye devam ediyor: Edebiyatta eleştirinin yeri nedir?

Sibel ÖZ


Artı Gerçek - Geçen haftaki yazıda Parşömen dergisinin 2022 Yılı Edebiyat Soruşturması’nda yer alan son soru kapsamında 136 katılımcının verdiği cevaplardan istatistik bir veri tablosu çıkarmıştık. Buna göre; soruşturmada katılımcıların en çok değindiği – dolayısıyla en fazla üzerinde ortaklaşılan ve önemsenen- sorun, eleştirisizlik olmuştu. Yani katılımcıların verdikleri cevaplarla oluşan ‘edebiyat dünyasının sorunları’ sıralamasında ilk sırada eleştirsizlik gelmekteydi.

Konuyu önce basitleştirmeyi, sonra da karmaşıklaştırmayı deneyeceğim.

Görünen basit tablo şu: Hepimiz yazdıklarımız okunsun istiyoruz. Kitaplarımız duyulsun, yeni baskılar yapsın, okurlardan dönüş olsun, hakkında yazılar çıksın, röportajlar yapılsın… Kısacası kitabımız görülsün istiyoruz. Kim tarafından? Öncelikle “okur” tarafından. Bu, doğru bir cevap değil aslında. Sahici okur, görmez, adı üstünde ‘okur’. Kitabı “gören”, yazılı ve görsel basın, yani medyadır. Buna ‘yeni medya’ olarak tanımladığımız sosyal medyayı da eklemek gerekir. Bu mecraların kitabı ‘görme’ araçları geleneksel medyada yazılar, röportajlar ve haberler; yeni medyada ise ilk saydığımız araçların yanında ayrıca kullanıcıların yaptıkları paylaşımlardır. Bu arada tüm bu araçlar sayesinde kitabın görülmesi, okunduğu anlamına da gelmez. Nice kahve fincanlı, çay bardaklı, martılı, saksılı kitap paylaşımlarında kitabın neredeyse bir dekor öğesi olarak kullanıldığı da ortada. O zaman tekrar netleştirirsek, aslında kitabın duyulmasını, böylelikle okurun görüş alanına girmesini, okunmasını ve –insanız sonuçta- geri dönüş yapılmasını istiyoruz. Ve… Bu zincirde eleştirinin yokluğundan yakınıyoruz.

Gerçekten istediğimiz, beklediğimiz “eleştiri” midir? İşte burada öz eleştiri meselesine geliyoruz. Soruşturmada eleştiri yokluğuna değinilirken öz eleştiri yokluğuna sadece birkaç kişi değinmiş. Öyleyse burada öz eleştirel yaklaşalım, yapıcı çaba öz eleştiriyle başlar çünkü: Beklediğimiz, gerçekten eleştiri midir?

Kaçımız, kitabımız hakkında ‘gerçek’ bir eleştiriyi kaldırabilecek? On küsur senedir tam mesai edebiyat editörlüğü yapan biri olarak bu konudaki gözlemlerim, çoğu yazarın eleştirisizlikten değil duyulmamaktan, görülmemekten yakındığı. Yani yeteri kadar görülsek, duyulsak, onaylansak, çok da eleştiriye ihtiyacımız yok gibi. Adına eleştiri dediğimiz ve yokluğundan yakındığımız şey gerçekten eleştiri mi tanıtım mı? Kibrin, egonun, hastalıklı bir narsizmin ve benmerkezciliğin olduğu yerde, “Kimse beni eleştirmiyor” demek ne kadar inandırıcı? Eleştiri, tanıtım ve reklama indirgenmiş; piyasanın algısı ve operasyonu bu yönde. Peki, çoğu yazarın algısı çok mu farklı? Bu ilişkiler silsilesinde bir kopukluk yok, aksine birbirini besleyen durumlar bunlar. Edebiyatın kuramına, bilgisine dayanarak yeterince eleştiri yazılmıyor, yazar da eleştiri istemiyor, yayınevi zaten tanıtım derdinde, tanınmak, duyulmak isteyen yazarı için gerekirse ücretini ödeyerek yazı yazdırıyor, zincir mağazalarda raf satın alıyor. Çok yönlü bir tatminle süren, herkesin payının olduğu bir tablo bu. “Bu gözlemleriniz neye dayanıyor?” diye sorulabilir. Dosyaları hakkında ciddi bir değerlendirme raporuyla dönüldüğünde, daha ilk eserlerini kaleme alan bazı yazar adaylarının bile, “Siz kim oluyorsunuz da…”, “Dosyamı zaten başka bir yayınevi beğenmişti…” “Öznel değerlendirmelerinizi kendinize saklayın.” türünde cevaplar verdiğini, ‘yazarlık eşittir ego’ şeklinde kötü bir geleneğin uzun zamandır kuşaktan kuşağa sirayet ettiğini rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Kaldı ki eleştiriye açık bir ortam yoksa, sağlıklı eleştiri olabilir mi? Kişi öz eleştiriden habersizse, eleştiri kaldırabilir mi, eleştiriyi doğru karşılayabilir mi? Eleştiri, her şeyden önce büyük bir emektir, bu emek karşısında eksikliklerini görmeyi en azından denemek gerekmez mi? Burada bir başka soruna da değinmek gerekiyor; eleştiri büyük bir emektir, dedik. Ardında ciddi bir donanım, birikim, bilinç olmalı. Twitter’da 280 karakterden oluşan bir tweet atmak -hadi bir flood olsun- eleştiri yapmak anlamına gelmiyor. Bir kitap, yazı ya da eser hakkında bir eleştiriniz varsa, edebiyat dünyasında bunun karşılığı bir yazı yazmaktır. Oturup bir yazı kaleme alır, eleştirinizi yazıya dökersiniz. Tweet atmak eleştiri değildir. Flood’un sözlük anlamı “sel basması” imiş. Sel de bassa, linç de olsa, yazarı sağdan soldan kuşatsanız da, eleştiri bu değildir. Emek verilmiş bir kitabı, emek vererek, yazım kuralları çerçevesinde bir yazı kaleme alarak eleştirmek zorundasınız.

Peki, öz eleştiri nedir? İnsanın, kendi içiyle konuşmasıdır. Bu iç konuşma başkalarıyla paylaşıldığında, adına öz eleştiri denir. İşte öz eleştiri, bu kadar samimiyet gerektirir. Eleştiri öz eleştiri bir bütündür. Birisi sizin eserinizi inceler, bu incelemeye emek verir ve bir birikimin, donanımın eşliğinde bir eleştiri yazısı yazar. Öncelikle buna açık olmak, duygulardan arınmış bir mesafede kalarak niyet sorgulamasına girmemek, ne denildiğini anlamaya çalışmak ve teşekkür etmek gerekir. Eleştirinin gereksinim duyduğu özgür, demokratik ortam sanırım böyle oluşur, yani öz eleştirisel bir yaklaşımla, eleştiri-öz eleştiri kültürüyle, dürüstlük ve açıklıkla. Soruşturmada verilen cevaplarda bir arkadaşın haklı bir sorusu vardı: “Kaç yazar, göbekten bağlı olduğu yayınevinin kitaplarını eleştirir?” Çok yakıcı bir soru. Bu soru, tüm lafügüzaftan öte, durumumuzu tam anlamıyla özetlemiyor mu? Bedel ödemek istemiyoruz; köyün delisi durumuna düşmek, hedef haline gelmek, kara listelere girmek istemiyoruz. Fakat bedel ödemeden özgürlük elde edilebilir mi? Peki, burada çok yakıcı bir soru daha; insanlar düşüncelerini özgürce ifade edemiyorlarsa ya da riyakârlık hâkimse, böyle bir ortamda eleştiri gelişebilir mi? O zaman piyasa ilişkilerinden şikâyet etmek ne kadar gerçekçi?

Eleştiri konusundaki basit tablo bu. Ama konu, kesinlikle görünenden çok daha derin. O derinlik anlaşılmadan, “Eleştiri yok” demenin de bir anlamı yok. Eleştiri konusundaki tabloyu karmaşıklaştırmak ve o derinliği tüm açıklığıyla gözler önüne sermek için sözü tam da burada Tül Hocaya bırakalım. Tül Akbal Süalp, konuyla ilgili olarak 2000 yılı sonrasını şöyle değerlendiriyor:

“Düşüncenin, bilginin ve eleştirinin büyük bir sarsıntı ile geri çekilmesi, yazarın sorumluluğunu kaybetmesi, zaten sorunlu bir alan olan eleştirinin de sıradanlaşmasına yol açtı. Sanatın, kültürel üretimin, yaratıcılığın toplumsallaşması ve yaygınlaşması gerçekleşemezken sanat ve yaratıcılık popülist bir çıkarcılıkla sıradanlaşınca sanatın ve kültürün alanları da demokratikleşemedi. Azalmışlığın öfkesi ve tepkiselliği eleştirinin ve bilgi üretiminin Benjamin’in tabiriyle hoyrat ve polisiye bir kural koyuculukla aşağılanmasına ve yok edilmesine yol açtı. Dayanışma ve direnmenin örgütlenmesi çözülür dağılırken, küçük burjuva aydını da geniş ölçüde aslına rücu ederek lümpenliği kutsar hale geldi. Günlük siyasetten akademiye, haberlerden popüler kültüre her yanı ağır bir vasatlaşma ve sıradanlık sarıp muhalif eleştirel dilin suskunluğu da eklenince direnme ve mücadele pratikleri seyrelip büyük bir sıradanlık ve buna tapınma pratiği hâkimiyet kazandı. Üstelik bütün dünyada” (2020, s.15).

2000 sonrası… Neler oldu 2000 sonrasında? Mevcut siyasal iktidarın egemen olduğu dönemden, ortaya çıkan siyasi iklimden, toplumda oluşan kaygılardan, umutsuzluktan, her alanda dozu artan melodramdan, arabesk ruh halinden, çıkışsızlıktan söz ediyoruz. 2000 sonrasından günümüze uzanan süreçte, ekonomik krizden, yoksullaşmadan, gerici siyasi iklimden beslenerek büyüyen, bu arada form değiştirerek kendini güncelleyen, gündelik yaşamı entelektüel etkinliklere varana dek etkiler hale gelen popüler kültür, edebiyat alanını da vasatlaştırarak çoraklaştırdı. Sorunların adını doğru koymak, nedenleri üzerine düşünmek, öncesi ve sonrasıyla ele almak gerekli. 2000 sonrası muhalefetin, eleştirinin, alternatif ya da “karşı” pratiklerin alanında neler oluyor? Eleştiri, kültürel pratik olarak muhalefet alanındadır. Tüm muhalefetlerin susturulmaya çalışıldığı, anlamsız ve yoksun kılınmaya çalışıldığı yakın tarihte, bilgisizliğin, sıradan olanın, vasatın hâkimiyeti yaşandı. Belki de bu süreci “bağlam çöküşü” kavramıyla açıklamak daha doğru olur. Bağlamlar zayıflayarak ve karışarak sonunda birbiri üzerine çöktü. Edebiyatçının biraz tarih, psikoloji, iktisat, siyaset, kültür, estetik, dilbilim vs. bilmesi gerekliliği ortadan kalktı. Birkaç kitap okuyup eli kalem tutuyor olmak ya da bir atölyeye giderek “bu işi öğrenmek”, oradan ilişkiler kurmak, en azından bir kitap çıkarmak için yeterli görüldü. Gerisi PR çalışmalarının alanında. Gerçek anlamda kültür sanatı ve bilgiyi üretenlerin, bu süreçte geri çekilerek, sinerek ya da yeni sürece çıkar ilişkileriyle uyum sağlayarak silinmesi ise halkın tabiriyle “köpeksiz köyde değneksiz gezmek” denilen tabloya yol açtı. Sadece edebiyat alanında değil, her alanda bu böyle. Tül Hoca’nın sözleriyle, olan bitenin özeti şu: “Belki bir çıkar ittifakı, belki uyumlu olma gayreti, belki korku ve sinme, belki de aslında hiç de üzerinde durulmamış bir tuhaf düşünsel, ideolojik uzak akrabalığın önlenemez kaynaşması ve muhtemelen bunların hepsinin harmanlandığı bir kültürel iklim oluştu. Bu da aleni olarak apolitikleştirmenin politikası olarak okunabilir” (2020, s.19).

“Örümcek orada olmadığında özenle dokunmuş ağ, havada, öylece oluvermiş, nedensiz, süreçsiz bir süs gibi görünecektir.” diyor Oya Yağcı yazısında. “Örümceğin orada olmamaklığının, hiç olmadığı anlamına gelmediğini biliriz. Ağın bilgisine sahip olmaktır bizi şaşkınlıktan kurtaran. Ağın bilgisine sahip olmayan ya da böyle bir bilgiyi yadsıyan ve gizleyen için, ağın havadaki süreçsiz-tarihsiz varlığı hem bir sıkıntı hem de tatlı bir metafizik soru olabilir. Her iki olasılıkta da ortada çözülmeyen bir sorun vardır. Ağ oradadır ama varlığı temelsizdir” (2020, s.134). Ağ orada; kolumuza, bacağımıza takılıyor, bazen nefes almamıza dahi izin vermiyor. Günümüzde bu ağı, soruşturmaya yanıt veren çoğu katılımcı vasatlık, sıradanlık, yüzeysellik olarak tanımlamış. Ama ağın bilgisi yok sevgili arkadaşımız Oya Yağcı’nın deyimiyle. Çünkü ağın bilgisi eleştiridir. Akademik eleştiri, bilimsel eleştiri, edebiyat disiplini içinden yapılan eleştiri.

Bilginin ve entelektüel birikimin geri çekildiği, aynı zamanda kitleler tarafından hor görüldüğü kültürel kuraklaşma çağındayız. İdeolojik, siyasi ve en önemlisi iktisadi nedenlerle tüm dünyada ve ülkemizde böyle bir süreç yaşanıyor. Bu süreç sona ermeden, yazarlardan ayrı bir eleştirmen zümresinin ortaya çıkmasını beklemek ne kadar doğru? Gerçekliği olabilir mi bu çağda? Artık içerik üreten de tüketen de bir. Her okur aynı zamanda –neredeyse- yazar. Her okur, aynı zamanda –neredeyse- eleştirmen. Eskisi gibi köşesinde okumuyor kitabını, okuduğunu eleştiriyor, yazıyor, dalga geçiyor, önemsediğini duyuruyor, yazar fanları oluşturuyor vs. Sonuçta okuduğunu kendi meşrebince ve diliyle değerlendiriyor. Edebiyat eleştirmenleri kimler? Geçmişteki gibi çok belirgin, sadece eleştiri türünde eserler verenler kimler? Güncelde tüm bu türlerin her geçen gün biraz daha fazla iç içe geçtiğini görmek gerekiyor. Eleştirmenler yoksa, ortada kitap haberi yapan, karınca kararınca yazılar yazan, kafa yormaya çalışan, röportajlar yapan –asgari ücret sınırlarında çalışan- basın emekçisi arkadaşlar kalıyor. Bir de biz. Biz yazarlar… Belki de bu çağda biz, birbirimizin eleştirmeni olmak durumundayız. Sağlıklı eleştiri için ortam hazırlamalı, genel edebiyat için bu emeği vermeye aday olmalı, eleştiri kültürünü geliştirmeye çalışmalı, gelecekte eleştirinin çıtasını yükseltecekler için kolaylaştırıcı bir rol oynamalıyız. Her yazarın aynı zamanda iyi bir okur olduğunu, olması gerektiğini düşündüğümüzde, bunun mümkün olduğu görülüyor. Oysa arkadaşların çoğu diğer yazarların kendi kitaplarını okumalarını, hakkında yazmalarını vs. istiyor. Bu, bir dayanışma ya da kolektif bir öğrenme süreciyse eğer, bu ilişkinin karşılıklı olması gerekmez mi? Neden herkes seni okusun? Hangi zorunlulukla?

Genel olarak edebiyata emek vermek biraz sevgi işi, biraz sorumluluk, biraz bilinç… Eleştiri de bencillikten değil, buradan gelişip serpilecektir.

Akbal, Z. T. (2020). “Son Bakışta Aşk”, Müzikte, Sinemada ve Edebiyatta 2000 Sonrası Arabesk Yeniden, Haz. Sibel Öz & İsmail Afacan, Notabene Yayınevi.

Yağcı, O. (2020). “Duygu Ekonomisinin Yinelenen Formu Olarak Arabesk ve Sinema”, Müzikte, Sinemada ve Edebiyatta 2000 Sonrası Arabesk Yeniden, Haz. Sibel Öz & İsmail Afacan, Notabene Yayınevi.

Öne Çıkanlar