Indiana Jones’un son dansı
Can ÖKTEMER
Artı Gerçek - Gündüzleri arkeoloji profesörü, arta kalan zamanda dünyanın çeşitli yerlerinde maceradan maceraya atlayan sinema tarihinin unutulmaz kahramanlarından Harrison Ford’un ustalıkla canlandırdığı Indiana Jones’un son macerası, 'Indiana Jones Dial of Destiny (Kader Kadranı)' geçtiğimiz günlerde vizyona girdi.
Profesörün sinema perdesinde 40 yılı aşkın bir geçmişi var. Dr. Jones’u ilk kez, 1981 yapımı Raiders of The Last Ark filminde kahve renkli şapkası, aynı renkli solmuş deri ceketi, üzeri kum, arazi, çakıl taşı, kurşun, sigara dumanı sinmiş cepli gömleği, kamçısı, tabancıyla Güney Amerika’nın balta girmemiş ormanlarında zehirli oklardan, birden beliren dev kayalardan, delicesine korkuttuğu ölümcül zehre sahip yılanlardan nefes nefese kaçarken görmüştük.
Profesörün bu ölümcül macerada yer almasının tek bir nedeni vardı; o da arkeolojik ve tarihi değeri olan önemli parçaları, heykelleri ait oldukları yere müzeye iade etmek. Raiders of The Last Ark filminin beynelmilel başarısından sonra sırayla Temple of The Doom (1984), The Last Crusade (1989) ve Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull (2003).
Indiana olağanüstü maceralarında mitolojilerin, varlığı sadece tarih kitaplarından bilinen ve mutlaka müzeye iade edilmesi gereken arkeolojik eserlerin peşine düşüyordu. Bunlar bazen Kutsal Kâse, bazen Ahit Sandığı olur. Macerayı ve akademiyi aynı potada eriten kahramanımızın karşısına Naziler, Ruslar, Kara Büyü üstatları hatta uzaylılar bile çıkıyordu. Doktor, sağlam sağ kroşe ve eski tip tabancıyla nokta atışlarıyla tüm tarihi eser kaçakçılarına, dünyaya ele geçirmeye çalışan Nazilere, insanları köleleştirmeye çalışan kara büyücülere hadlerini bildiriyordu.
Serinin yaratıcılarından George Lucas, Indiana Jones’u çocukluğunda okuyup, büyülendiği ucuz çizgi romanlardan; Tenten, Martin Mystere, James Bond gibi serilerden etkilenerek yazmış. Lucas’ın çerçevesini çizdiği Profesör Jones, bir taraftan sıkıcı takım elbiseleri, çerçeveli gözlükleri ve papyonuyla akademide arkeoloji dersleri verip, diğer taraftan bazen hükümet bazen de müzeler adına dünyanın çeşitli yerlerine gizli görevlerle gidip, arkeolojik eserleri kötülerin elinden, yumruklar, silahlar, tanklar ve uçaklar eşliğinde geri alacaktı.
Lucas, kafasındaki bu fikri 'Star Wars: A New Hope' filminin gösteriminin ardından Steven Spielberg’e açıklamış. Aynı kuşaktan, benzer kültürel zevklere sahip iki arkadaş hızlıca proje için kolları sıvamışlar. Senaryo ekibine daha sonra 'Star Wars: Empire Strikes Back’in de senaristlerinden olacak Lawrence Kasdan’ı da dahil etmişler. Başrol içinse ilk aday her ne kadar Tom Selleck olsa da kendisi o dönem tuhaf Hawaii gömlekleriyle Magnum dizisini çektiği için rolü kabul edememiş.
Selleck sonrası aday doğrudan Harrison Ford olmuş. Ford, her daim takındığı alaycılığı, pozculuğu ve gerektiğinde jön de olabilmesiyle Indiana karakterine tam oturmuş.
Müzikler ise elbette John Williams’a emanet edilmişti. Serinin akıllara kazınan unutulmaz tema müziği ustanın elinden çıkacaktı. Tema müziği o kadar meşhur olacaktı ki, sonraki yıllarda Çetin İnanç, parçayı 'Dünyayı Kurtaran Adam' filmi için bile ödünç alacaktı.
Serinin bu denli başarılı olmasının sebeplerinden biri de hiç kuşku yok ki yönetmen Steven Spielberg bana kalırsa. Spielberg Indiana Jones’u, duvara yansıyan gölge oyunları, Indiana’nın yerden havalı bir şekilde şapkasını alması, hızlı kurgusu, mizahı, romantizmi ve aksiyon sahneleriyle çizgi roman dünyasına yakın bir dille görselleştirmişti.
'Raiders of The Last Ark’ın açılış sekansı bu anlamda hem karakter tanıtımı hem de dünyayı inşa etme anlamında ders niteliğinde olabilir. Filmin yaklaşık bir buçuk dakikası boyunca Spielberg bize Indiana’yı göstermez mesela. Bir süre sırttan ya da şapka arkasından takip ederiz karakteri. Ancak aksiyon olduğu bir anda önce kamçı, sonra silah en son da Indiana ağaç gölgesi altından çıka gelir. Aksiyon dolu başlangıçtan sonra da Dr. Jones’u yuvarlak gözlükleri, papyonu, Oxford işi takım elbisesiyle tahtanın başında öğrencilere ders verirken görürüz. Böylelikle karakterin ikili dünyası seyirciye tanıtılmış olur.
Serinin oldukça standart bir hikâye örgüsü vardır. Lucas ve Spielberg, hayranı oldukları James Bond serisinden ilhamla, Indiana’ya her yeni seride bir görev verip, onu bilinmez diyarlara yolculuk ettirirler-İkili tüm seri boyunca sinema tarihine selam çakarlar.
Temple of the Doom’un açılışında Indiana’nın giydiği beyaz frak hem James Bond’a hem de Casablanca’daki Humphery Bogart’a saygı duruşudur. Bu maceralarında da karşısına güçlü ve alt edilmesi gereken bir kötü çıkarırlar, hikâyenin diğer aksı da Indiana’nın fırtınalı aşkı Marion’la olan ilişkisi üzerinden akar. Hikâye akışı her ne kadar tahmin edilebilir olsa da serinin atmosferi, karakter inşası ve aksiyonuyla da kendine hastır. Bu anlamda Indiana Jones, çizgi roman dünyasından gelmeyip kendi mitolojisini oluşturan yegâne karakterlerin başında gelir.
Peki kimdir bu Indiana Jones? Lucas ve Spielberg, Indiana’nın son macerasında karakter derinliğini arttırmak için hikâyeye Indiana’nın babasını da dahil etmek isterler. Bu rol içinse akıllarında tek bir kişi vardır o da gelmiş geçmiş en iyi Bond olarak kabul edilen Sean Connery’dir. Connery, Kutsal Kase’ye takıntılı emekli arkeoloji Profesörü Dr. Henry Jones rolüyle döktürür. Indiana Jones’la olan sahneleri mizahi ve duygusal tonu asla düşmeyen
Fruedyen bir zıtlık taşır. Bu zıtlık aynı zamanda karakterin boyutlanmasına ve seyirciyle arasındaki bağın da derinleşmesini sağlar.
EMEKLİLERE YER YOK
Indiana Jones serisi, 1989 yılında izlediğimiz The Last Crusade filmiyle zirvede tamamlanmış gibi görünüyordu. Lakin, Hollywood’un 2000’li yıllarda zirveye taşıdığı yeniden çevrimlere veya eski serileri devam ettirme rüzgarına Indiana da kapılmıştı.
Eski ekip bir araya gelip 2008 yılında 'Indiana Jones ve Kingdom of the Crystal Skull’ı çekmişlerdi. Seyirciden pek parlak dönüş almayan film, kırlaşmış saçları ve artık baba olmuş Indiana Jones’a hoş bir veda olarak görülmüştü. Ama Hollywood’ta vedalar aslında yeni başlangıçlar içindir. Indiana da son bir dans için Indiana Jones and Dial of Destiny filmi yeniden şapkasını ve montunu giyerek seyircinin karşısına çıktı. 80 yaşındaki Harrison Ford’u son kez sinema perdesinde göreceğimiz, Dila of Destiny Lucas ve Spielberg’in hikâyeye, rejiye doğrudan dahil olmadıkları ilk film.
Yönetmen koltuğunda bu sefer James Mangold var. Senaryo ekibinde ise David Koepp gibi deneyimli bir isim var. Hikâye savaş sonrası dünyanın, aya gidildiği, uzayın keşfedilmeye başlandığı, diğer taraftan da gençlik hareketinin başlandığı, evlerde Rolling Stones plaklarının döndüğü 1960’lı yıllarda geçiyor.
Dr. Jones’u emeklilik öncesi, yeni dünyaya adapte olamamış, yalnız ve bedbaht bir şekilde görüyoruz. Hikayenin işaret fişeği, Phoebe Waller-Bridge’in canlandırdığı Indiana’nın vaftiz kızı Helena’nın dahil olmasıyla atılıyor. Filmin ana teması bu sefer Arşimet ve zamanda yolculuk. Doktorun karşısında, hayatı boyunca nefret ettiği, sağ kroşesini kullanmaktan çekinmediği Naziler var.
Mads Mikkelsen’in canlandırdığı Dr. Voller, zamanda yolculuk fikrine takıntılı, fanatik bir Nazi’yi canlandırıyor. İlk ve üçüncü filmden tanıdığımız John Rhys- Davies’ın canlandırdığı Sallah ve Karen Allen’ın Marion’u da bu filmde yeniden karşımıza çıkıyor. Antonio Banderas ve Toby Jones da filmin sürprizlerinden.
Filmin müzikleri ise elbette John Williams’a ait ve usta yine harika iş çıkarmış.
Serinin yeni yönetmeni James Mangold, filmi bir taraftan eski serilerin ruhuna yaklaştırmaya çalışırken diğer taraftan Indiana’yı günümüz seyircisiyle buluşturmaya çalışmış. Bu formül bir yere kadar da tutmuş.
Lakin, uzun aksiyon sahneleri, tam derinleştirilmeyen karakter ilişkileri ve "kötü adamın" "kötülük" seviyesinin biraz düşük olması filmin patinaj noktaları olmuş. Bununla beraber Spielberg’in inşa ettiği analog ve çizgi roman dünyasına yakın dilin (Gölge oyunları gibi detaylar) yerine bolca CGİ kullanımının serinin ruhuyla tam örtüşmediğini söyleyebilirim.
Indiana Jones gibi modern epik serilerinde hikâyenin kendisi kadar, stil ve atmosfer de çok önemlidir. Bunlar olmayınca sarkaç başka yere doğru evriliyor. Mangold’un dersine çalıştığı en iyi kısımlar, hızlı kurgu, sınırları iyi belirlenmiş bir hikâye anlatısı olmuş. Aynı zamanda filmin mizahı tonunu belirleyen Indiana ve Helen uyumu da oldukça başarılı. Zıtlaşmadan çıkan mizah ne kadar iyiyse, filmin sonlarına doğru artan duygusal hava bir o kadar iyi.
Sanırım altın çağını 1980’li yıllarda yaşamış, farklı bir dönemin mizahını, sinemasal ruhunu taşıyan filmlerini günümüze uyarlamanın oldukça zorlu tarafları var. Üstelik kahramanınız James Bond gibi her filmde değişmiyor ve başrol oyuncunuz giderek yaşlanıyorsa bu iş biraz daha zor oluyor. Haliyle emeklilik günlerini geçiren, yaşı hayli ilerlemiş Indiana’yı yeniden maceranın ortasına atarken de hikâyeyi inandırıcı kurmak gerekiyor.
Superman’da gerçeklik arayan, isteyen bir seyirci kuşağı var karşımızda ne de olsa. Mangold ve senaryo ekibi bu dezavantajından sıyrılmak için hikâyenin gerçekçi tarafını biraz törpüleyip, ciddiye almayıp, olayları hafifletme eğilimine gitmişler. Bu formül, nostaljik öğelerle birlikte kullanınca gayet çalışmış. İlk filmlere yapılan referanslar, göndermeler, kırmızı fesiyle Sallah’a, Marion’a ve bembeyaz saçlarıyla Indiana’yı son defa o kılıkta tanıklık etmek hiç şüphesiz serinin hayranları için duygusal anlar yaşatıyor.
Harrison Ford’un film için anlaşırken “İhtiyarlık geyiği” yapmak istemediği biliniyor.
Dolayısıyla, form durumu fena olmayan ama zaman zaman da maceradan, aksiyondan şikâyet eden Indiana ile karşı karşıyayız. Meşhur kroşeler de eski formunda olmasa bile rakibi alt edecek seviyede. Bu arada filmin başında Deep Fake tekniği ile gençleştirilen Indiana Jones’un oldukça başarılı olduğunu ve sinemanın geleceği adına çok şey söylediğini de söylemeden geçmeyelim.
Tarih, arkeoloji, fantastik, bilinmeyen diyarlar, kara büyüler, balta girmemiş ormanlarda gezinti… Indiana Jones, mitolojik hikayelere, dünyanın halen gizeminin çözülmemiş yerlerinin gerçek olduğuna inanılan bir dönemin kahramanıydı.
Onu düz aksiyon kahramanları arasından sıyıran da sadece sahada pata küte "kötü" dövmesi değil, aynı zamanda kendisinin akademik bir tarafının olmasıydı. Böylelikle eğlenildiği kadar onun filmlerinden bir şeyler öğrenebiliyordunuz. Seriden sonra arkeoloji bölümlerini tercih edenlerin olması şaşırtıcı değil. Filmin arkeoloji dünyasına yaptığı katkı sadece bununla da sınırlı değil, 2015 yılında açılan ve filmde de bahsi geçen bazı antik eserlerin sergilendiği Indiana Jones ve Arkeoloji Macerası Müzesi buna iyi bir örnek.
Antenli televizyonlardan, VHS kasetlerden, sinemalarda kuyruk olunduğu bir çağda popüler kazanan Indiana Jones, yaklaşık 30 yılı aşkın bir süredir. Seyirciye büyük laflar etmeden, vaat ettiği eğlenceyi sonuna kadar sunan, 80’lerde çocuk olanlara hayaller kurduran, modern çağın epik karakteri. Seri aynı zamanda Lucas, Speilberg, Ford ve Williams gibi, 1970’li yılların vizyoner sinemacılarının ortaya çıkardığı, iyi bir ana akım sinema örneği. Bugün o kuşak yavaş, yavaş sinemadan çekiliyorlar. Sinemanın hayatımızda yeri artık eskisi kadar değil. Hikâye anlatıcılığı da farklı yerlere eviriliyor. Bu anlamda hikâye anlatıcılığın nasıl devam edeceği büyük bir soru işareti.
Peki Indiana’nın, yeni nesille buluşması nasıl olacak? Arkeolojik bir nesne gibi tarihin kalıntısı mı olacak yoksa yenilenip başka bir şekilde mi karşımıza çıkacak? Bunu yaşayarak göreceğiz. Gelecek neler gösterir bilinmez ama şapka dolaba kaldırılmadığı sürece macera bitmez, o kesin... Indiana Jones da 'Dial of Destiny' ile son dansını yapıp, bize şık bir şekilde veda ediyor.