Mana mı daha ağır; yoksa haz mı?
Merve KÜÇÜKSARP
Artı Gerçek - Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han’ın Eğlencenin İyisi isimli kitabı 'Batı Sanatında Ciddi /Eğlence İkiliği' alt başlığı ve Haluk Barışcan çevirisiyle Metis Yayınları tarafından yayımlandı.
Byung - Chul Han bu eserinde eğlence ile sanat arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor. Sanatın anlamdan ve amaçtan arındırılarak yalnızca zevk hale dönüşmesini analiz ediyor.
İnsanlar hangi din, millet ya da meşrepten gelirse gelsinler kuşkusuz eğlenmeyi sever. Tek başlarına olduklarında, yanlarında biri olduğunda, herhangi bir şeyi ya da konuyu odaklarına alarak, kendilerine sunulan macera hikayeleri, oyunlar, hareketli müzik ve daha pek çok unsur ile zevk almaya teşnedirler.
18'nci yüzyılda düzenli çalışma saatlerinin ortaya çıkışı, iş ve boş zaman arasındaki ayrımın keskinleşmesi sonucu bir boş zaman meşgalesi sayılan eğlence kavramı günümüzde yalnızca boş zamana özgü bir mesele olmamakla birlikte tarihte hiçbir dönemde olmadığı kadar yaygındır.
Han eserinde eğlenceyi çok boyutlu ele alırken, onun karşısına “pasyon” kavramını çıkarıyor ve bu iki kavramı karşılaştırmalı olarak analiz ediyor. Her ne kadar “pasyon”un kelime kökeni İsa’nın çektiği çileden geliyorsa da, Batı dillerinde “pasyon” aynı zamanda “tutku, hırs, ihtiras” gibi insanın duyduğu güçlü hisler anlamında da kullanılabiliyor.
Bir sanat formu olarak “pasyon” ise, sanatın mutlaka bir anlam ihtiva ettiği, bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek, kendini ifade etmek için kimi zaman araçsallaştığı, bu uğurda eğlendirmesi değil, bir şeyler katması ya da hedefine ulaşması beklenen halidir.
Byung Chul-Han, “pasyonu” anlam arayışına dair duyulan bir tutku olarak nitelendiriyor daha ziyade. Sanatın eğlenceye dönüşmüş fazında ise böyle bir durumun söz konusu olmadığını belirtiyor. Bu tür sanat salt haz ve zevk içindir; herhangi bir amaç, sistemi değiştirme çabası, politik mesaj, didaktik öğe veya ölümsüzlük tutkusu barındırmaz.
Chul- Han anlatısında eğlence/pasyon ikiliği üzerine sanat tarihinden örnekler vermeye Bach'ın özgün nitelendirilebilecek ibadet müziğini masaya yatırarak başlıyor. Kilise müziğinde enstrümanın ön planda olmasının, yüksek ses çıkarmasının, yani yalnızca kulağa hitap edilen bir şey olmasının, vermek istediği mesajdan ve yaratmak istediği uhrevi etkiden müziği nasıl arındırdığını anlatıyor.
Keza Hıristiyan anlatısında bir kurtuluş umudu içermesi beklenen ibadet müziği bu şekilde kendisine yüklenen istençten arınıyor, bu arınış onu özgürleştiriyor, estetik açıdan güzelleştiriyor.
Han Rossini'nin müziğinin de bu bağlamda hiçbir şeye bağlı olmadığının, özgür olduğunun altını çiziyor. Rossini’yi kulağı okşayan bir müzik yaptığı için eleştirenlere ise, onun müziğinin duygulu ve zekice olduğu, hem kulağa hem de ruha hitap ettiği şeklinde karşılık veriyor. Han bu bağlamda olumsallığı varoluş zemini olarak addeden, insanın anlam arayışı yükünden azade olan sanata senalar düzüyor. Tutkuya ve anlama gark olmuş sanatı ise çok fazla çaba gerektirdiği için taşlıyor.
Han kitabında sanattaki bu ciddi/eğlence ikiliği meselesine dair birtakım filozoflardan alıntılar da yapıyor. Keza Nietzsche on dört yaşında sanat kavramının anlamla iç içe olması gerektiğini söylemesine karşın ileriki yaşlarında sanatta neşe ve eğlence kavramının gerekliliğini vurgulamıştır. Schopenhauer da müziğin, anlamın ve sözün tesirinde kaldığı takdirde, kendini gerçekleştiremediğini, kendi dilini konuşamadığını düşünenlerdendir.
Byung-Chul Han, Batı ve Uzak Doğu düşün dünyasının eğlenceye ve anlama bakışını da irdeliyor çalışmasında. Eğlence ve ciddi sanat formları arasındaki ayrım Batı düşün dünyasında bir hayli keskindir ve bu keskinlik birtakım çelişkiler ihtiva eder.
Bu bakımdan Batı düşüncesi bir karşıtlıklar ve çelişkiler terkibidir, denilebilir. Alman düşüncesinde eğlence ve sanat arasındaki karşıtlık ruh ve duyumsal ikiliğine dayanır. Keza Schiller ruha hitap etmeyen ve duyumsallıktan başka ilgi uyandırmayan sanatın bayağı olduğunu ileri sürmüştür. Özlem ve kırılmışlıklarla inşa edilen ve ölüme meydan okuyan sanat ise Beethoven’ın alametifarikasıdır.
Uzakdoğu ise karşıtlıkların yer aldığı değil, aksine bağlantılar ve denkliklerin birbirini beslediği bir düşünce yapısına sahiptir. Bu düşünce dünyasında acı duyan bir pasyonun yeri yoktur. Tepki gösterilecek, değiştirilecek, yerine yenisi konacak bir dünya fikri ile ilgilenmez Uzakdoğu düşüncesi. Değişime çağrı yapmaz.
Geleceğe yüzünü dönmüş, tutku, acı ve arzudan mürekkep Batı fikrinden farklı olarak Uzakdoğu şimdiye ve olumlu olana odaklanır. Zen-Budizm’de günlük hayata dönüş, pasyondan uzak tutar kişiyi. Eğlence, neşe ve hoşluk duyguları veren, arzu ve özlemden azade bu sanat saf eğlencedir.
Byung Chul Han, anlamdan arındırılarak ortaya çıkan safi eğlence unsuru olan sanata dair eleştirilere yer veriyor kitabında. Nitekim bugün hiçbir çağda olmayacak kadar önemli hale gelen, hemen hemen yaptığımız/ deneyimlediğimiz her şeyde olmasını beklediğimiz, adeta hegemonik bir kültür unsuru olan eğlence kavramı dünyaya ve gerçekliğe bakışımızı değiştiriyor.
Dahası hayat düsturumuzun merkezine yerleşiyor, bizim için neyin iyi ve uygun olacağına, neyin olmayacağına karar veren, gerçeklik kavramını yoğuran bir faza evriliyor, son kertede totaliterleşiyor.
Eylemlerinden mütemadiyen haz ve neşe bekleyen insanlık hedonizme doğru seyir alırken, manevi hisler, ruhun duyduğu ihtiraslar erozyona uğruyor. Sorgulamak, bir deneyimin derinliklerine inmek ve onun aracılığı ile dünyada nasıl olmamız gerektiği sorusuyla ilgilenmek artık söz konusu değil. Zevk ve eğlendirmesi dışında bu sanattan daha fazlasını talep etmemiz beyhude.
Byung-Chul Han sanattaki ciddi/eğlence ikiliği üzerinden “aç sanatçı” kavramını da mercek altına alıyor, dünya tarihinden kimi örnekler eşliğinde. Han’ın “aç sanatçı” olarak tarifini verdiği kişi, Batı kültüründe, olağanüstü bir sanat eseri yaratmak için diğer insanlar adına acı çeken kişidir.
Kendini unuturcasına adar sanatına. Ancak bu aç sanatçı, kendi zevki ve çıkarı için faaliyetlerde bulunan kişiden ilk bakışta farklı görünse de, ondaki bu adanmışlığın içinde de zevk vardır. O yaptığı işe kendini bırakarak zevk alır.
Eseri için hiçbir ödül beklemeksizin, sadece peşinden koştuğu şeyin olumsuzluğunda bir ödül yaşar. Yazarın ödülü, bir bakıma, gönüllü olarak giriştiği acıdır. Nitekim Han Kafka'daki yazar imgesine odaklanıyor. Ve Kafka’nın adanmışlığında nasıl bir zevk duyduğunu, onun kendi sözlerinden alıntılar yaparak okurla paylaşıyor. Son kertede sanatta eğlence ile pasyonun (ya da ciddiliğin) birbirinden kimi zaman çok da ırak olmayacağının altını çiziyor.
Byung-Chul Han eserinde sanatta ciddi eğlence ikiliğini ele alırken, bu ikiliğin keskin bir şekilde ayrıştığı noktaları tarihsel bir düzlemde aktarıyor.
Günümüzde ise bu ayrımların artık biraz daha kalktığını, eğlencenin gitgide yaygınlaştığını ve totaliterleştiğini, yapılan her işten eğlence ve zevk beklendiğini vurguluyor.
Ancak diğer yandan zevk vermesi gereken alanlarda, keza sanatta ihtirastan kendini arındıramayan, ün, ilgi ve para gibi başarı göstergeleri uğruna sanata asılan günümüz insanın içine düştüğü çıkmazı da gözler önüne seriyor.