Mevut Hüküm: trajik aşktan hasta imparatorluğa frenginin izlekleri

Mevut Hüküm: trajik aşktan hasta imparatorluğa frenginin izlekleri
'Osmanlı aydınlarının tıbbı toplum inşasında yerleştirdikleri merkezî rolün edebi yansımalarını göstermesi açısından da dikkate değer bir metindir Mevut Hüküm'

Émile Zola ismi Halide Edib’in hatıralarında ilk kez ilk eşi Salih Zeki ile evlilik yıllarına ait notlarında belirir. Halide Edib, Zola ve belirlenimcilikle tanışmasını inanç sistemini sarsan bir karşılaşma olarak tanımlar. İnsanın genetik özelliklerinin eylemlerle bağlantılandırılabileceği fikri onu toplumu tıp eksenli düşünmeye yönlendirir. Nitekim hatıralarına şu notu düşecektir:

"Zola’yı okurken, Hazreti İsa’nın mabetten faizcileri kovduğunu gösteren meşhur bir tabloyu hatırlarım. O tabloda Hazreti İsa’nın gözlerindeki kutsi dehşet bana aynı zamanda Pasteur’ü de düşündürür. Eğer Pasteur korkunç hastalıkların amili olan mikropların insanların arasına daldığını görse, o da maddi bakımdan aynı dehşet ve aciz içinde nasıl bir tehlike karşısında olduklarını insanlara söylerdi.

Maalesef bu Pasteur devri, benim ruhi tesellim ve dayanağım olan mistik tarafımı bir zaman için öldürdü. Fakat bugün inanıyorum ki, Zola aramızda olsa insaniyeti saran ıstırap, huzursuzluk, istikbal yolunu kaybettiren kararsızlığa göre, o dahi bu günün büyük ve samimi alimleri gibi, insanlara manevi kıymetlere dört elle sarılmalarını tavsiye ederdi."

Edebiyat ve tıp ilişkisi dönemsel olarak bedenlere yüklenen anlamları göstermek açısından turnusol kâğıdı işlevi gören, politik bir ilişkidir. Her hastalık kendisine has özelliğiyle hayal gücüne farklı imkânlar sunar. Özellikle fiziksel hastalıkların estetiğin ve benzetmelerin alanına girmesi, metnin içine doğmuş olduğu dönemin kaygılarının nerelerde toplandığını göstermekte önemli ipuçları sunar. Fiziksel deneyimin benzetmelerin alanına girerek kullanıma sokulması hasta bireyin bedenini deneyimleme biçimini de şekillendirdiği için masum bir süreç değildir. Hastalıklar söylemi şekillendirirken, söylem de hastalıkları şekillendirir. Bu iki uçlu etkileşim alanının peşine düştüğümüzde ise metnin kendi dönemine dair çıkarttığı bir haritayla karşılaşırız.

Örneğin fizikselden söyleme ve estetiğe, söylem ve estetikten fiziksele doğru hareket tüberkülozu "ince hastalık" haline getirerek melodramın alanına taşır: Bu hastalığa yakalanan kadın karakter bir yandan masumlaşır, öte yandan da tehlikeli bir arzu nesnesi halini alır. Hıçkırık’ın Nalan’ının kan tükürdüğü anlar, Kenan’ın arzularını güçlendirir. Araba Sevdası’nın Bihruz Bey’inin Periveş Hanım’a yakıştırdığı hastalık, "nazik fidanlara" gelen veremdir. Dante Gabriel Rossetti, karısı Elizabet Siddal’ı, tıpkı "Beata Beatrix"teki gibi bir verem estetiği ile çizer. "Veremli görünmek" örneğin 19. yüzyıl Britanya’sında kadınların arzuladığı bir estetik trende dönüşecektir.

Frengi ise gizliliği, cinsel yolla bulaşma özelliği olması ve ev, imparatorluk ve ülke sınırlarını hiçe sayması bakımından 18. yüzyıl itibariyle değişen dünyaya dair tedirginliklerin önemli temsil araçlarından birisi olarak söylemleşmiştir.[3] Hem sınıfsal hareketlilik hem coğrafi sınırların değişkenliği, savaşlar ve göçler frengiyi değişen toplum düzeni sebebiyle duyulan tedirginliğin cisimleşmiş bir simgesi haline getirir. Söz konusu tedirginlik özellikle 19. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nda da güçlenecektir. Halide Edib’in 1917-1918 yılları arasında tefrika edilen, yeni baskısı Fatih Altuğ tarafından Can Yayınları için hazırlanan Mevut Hüküm tam da bu tedirginliği temel eksenine alır: Frengi, sonuna yaklaşmakta olan imparatorluğun geleceğine dair duyulan korkuları temsilleştirerek romanın sunduğu toplumsal eleştirinin aracı haline gelir.



Mevut Hüküm Avrupa’daki tıp eğitiminin ardından İstanbul’a dönen doktor Kasım Şinasi ve frengi hastası olan Sara arasında geçen bir aşk hikâyesini anlatır. Romanın zaman çizelgesi toplumun geçirdiği dönüşüm açısından önemlidir: II. Abdülhamit döneminde Avrupa’ya giden Kasım Şinasi, II. Meşrutiyet döneminde dönecektir. Kasım Şinasi’nin söz konusu değişime ilk kez şahit olması, toplumun yeni halini betimlemek açısından onu iyi bir gözlemci kılar:

"Garlarda bekleşen kadınlar, tren Ayastefanos’a geldiği dakikadan beri bahçelerde yollarda dolaşan insanlar, sekiz sene evvelkine nispeten Şinasi’ye daha iyi giyinmiş ve daha serbest tavırlı görünüyorlardı. Memlekete gelirken laboratuvarlarda, Darülfünunlarda biraz gayr-i şahsi surette ona tesir eden memleketin yeniliği karşısında genç doktorun beyninde gayr-i vazıh, uçucu fikirler birbirini kovalıyordu."

Halide Edib’in romanını "Émile Zola’nın ‘ruhuna’" ithaf edişi romanın frengi teması, bir doktoru odağına alması ve natüralizme öykünen anlatım yöntemi bakımından önemlidir. Toplumun farklı sınıflarında Kasım Şinasi’nin karşısına çıkan hastalıklar ona toplumun içinde bulunduğu sorunların da haritasını çıkartır. Émile Zola’nın "Deneysel Roman" adlı metninde savunduğu biçimde anlatı Kasım Şinasi’ye odaklanarak karakterleri ve toplumu bir pozitif bilim metninde "cam tüpler içinde kaynaşan mikroplar"ı inceliyormuşçasına tıp ışığında anlamlandırır, zira "hayali onu, insanların et, kan ve kemik olan kısmından başka ecza-yı mevcudiyetine lakayt" bırakmaktadır. Natüralist anlatı geleneğinin fiziksel tasvire verdiği önem Mevut Hüküm’de de görülür. Kasım Şinasi yengesi Behire’nin yüz uzuvlarına bakarak onun "histerik bir kadın" olduğuna kanaat getirir. Amcasının oğlu Hayri, "sıska bacaklı […], cansız" bir oğlandır, daha romanın başında zatürre geçirecek ve ölecektir. Behire’nin yeğeni Atife ise belli ki "ateşin, anut, rakik fakat oldukça sinirli, muvazenesiz ve hasta bir kadının [çocuğudur]." Fakat Kasım Şinasi’nin gözlemleri sadece karakterlerle sınırlı kalmaz. Tıp Kasım Şinasi’nin, Kasım Şinasi aracılığıyla da Halide Edib’in topluma yönelteceği eleştiriler için bir araç haline gelir.

"Tünel’e binerken Kasım, Sururi’yi unutmuş, memleketin ve ırkın diğer bir yarısını, hastalığını düşünüyordu. Sefahat, tembellik, eğlence iptilası, bu tarafa her akşam, cümle-i asabiyelerini fena inhimaklerle yumuşatıp öldürecek insanı döküyordu. […] Bu sefahat, bu suiistimalli eğlencelerin zehri ve kudreti karşısında bütün memleketin arka kemiği eğilmiş, cümle-i asabiyesi erimiş gibidir. […] Nesilden nesile mukavemet daha azalarak, daha hasta ve zayıf sefahat ve sefalet kurbanları eriyor gidiyordu. Uşaklıkta, aşçılıkta kazandığı parayı Galata’da balozlarda yiyen bu leylilerden, paşa babasından aldığı harçlığı Beyoğlu’nda eriten küçük beyler, hükümetten aldığı aylığı kumarhanelerde döken memurlar, hepsi, hepsi bu hastalıkla maluldü. […] Ve memleket, bu ırkı çürüten murdar hastalıklar yuvası sefahatle kararıp batıyordu. Bu bir ırk hastalığıydı."(vurgular bana ait)

Bu satırlarla hastalık bireyleri aşarak toplumun tamamını tanımlayan bir krize işaret eder. Toplumu tıp aracılığıyla anlama (ve hizaya getirme) çabası Avrupa’dan başlayarak dünyada gittikçe güçlenmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nda da çok geçmeden kendisini göstermiştir.


Askerî gücü koruma ve geliştirme, nüfusu güçlendirme gibi ekonomik maksatlarla tıp Osmanlı’yı toplum-bilim ilişkisine dair bir dönüşüme sokar: İdeal bedeni yaratma hayalinden ideal vatandaşı yaratma hayaline dek sosyal Darwinizm anahtar rolü görecektir. Nitekim İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk tohumları 1889’da, tıp fakültesinde atılacaktır. Halide Edib’in Mevut Hüküm’ü yazdığı 1917-1918 yıllarında ise tıp artık dünyanın pek çok yerinde bir toplum inşası aracı haline gelmiştir.

Frengi, benzetmelerle söyleme giren pek çok hastalık arasında, cinsel yolla bulaşma özelliği sebebiyle ahlaki bir yargı mekanizması olarak da işleyebilen bir hastalık olarak edebiyatta sıklıkla yerini bulur. Frengi hastalığına verilen isimler hangi ülke ya da imparatorluğun hangi ülke ya da imparatorlukla dost ya da düşman olduğunu gösterebilir. Türkçede "frenk hastalığı" olarak karşılığını bulan frengi, İngilizler, Almanlar ve İtalyanlar için "Fransız hastalığı"dır. Hollanda için "İspanyol hastalığı"dır. Fransızlar içinse "Neopolitan hastalığı". Rusya’da "Polonya hastalığı" olarak adlandırılır. Polonya’da ise "Alman hastalığı."

Birleşik Krallık’ta Sarah Grand, Ella Hapworth Dixon gibi "yeni kadın" adı verilen feminist yazarların metinlerinde doktorların ve erkeklerin kadınlara olan davranışlarını eleştirmek için araçsallaştırılır. Zola’nın Nana’ya bahşettiği frenginin işaret ettiklerinden biri de İkinci İmparatorluk Fransası’nın üst sınıf yaşamlarındaki "çürümedir". Mevut Hüküm’ün frengisi ise hem II. Meşrutiyet toplumunun sefahat düşkünlüğüne hem de erkeklerin evlilik içi ve dışındaki davranışlarına yöneltilen eleştiride önemli bir yol haritasıdır. Romanda Sara’nın dönemin önemli frengi uzmanlarından dermatolog Celal Muhtar’ın külliyatını okuduğunu öğreniriz. Çevirdiği eserlerden biri Alfred Fournier’in Frengi ve İzdivaç (1901) kitabı olan Celal Muhtar’ın tartıştığı biçimde frengi erkeklerden kadınlara geçen, kadınlardan da sessizce çocuklara yayılarak toplumun geleceğini tehlikeye atan bir hastalık olarak çizilir. Halide Edib’in romanında da "ırk hastalığının" en masum kurbanları kadınlar, hastalıkların yayılmasında fail görevi görenler ise erkeklerdir: "Fakat aynı zamanda sabur ve muzlim gözleriyle kadınlar ve çocuklar bunların keyiflerinin, zevklerinin aldığı zehir ve bu sefahat hastalığı felaketini ırka sessizce aşılayarak gidiyorlardı." Bu da Mevut Hüküm için frengiyi hem toplumu hem de erkeklerin evlilik içi ve dışındaki davranışlarını eleştirebilmek için güçlü bir araç haline getirir.
Kaynaklar için

Öne Çıkanlar