Müebbet sürgünlüğün romanı: 'Yabancı'

Müebbet sürgünlüğün romanı: 'Yabancı'
Merve Küçüksarp bu hafta, Yazar ve çevirmen Claudia Durasanti’nin SİREN Yayınları etiketiyle çıkan ‘Yabancı’ isimli romanı üzerine yazdı.

Merve KÜÇÜKSARP


Yazar ve çevirmen Claudia Durasanti’nin ‘Yabancı’ isimli romanı, Leyla Tonguç Basmacı’nın çevirisi ve Siren Yayınları etiketiyle yayımlandı. ‘Yabancı’, bir ailenin hikayesi ekseninde engellilik, yoksunluk ve yabancılaşma kavramlarını sorguluyor.

Claudia Durasanti, İtalya’da çabucak parlayan ve Türkiyeli okurlarla ‘Yabancı’ ile buluşan genç bir yazar. 2010 yılından beri peş peşe eser üretiyor. İlk romanı ‘Un giorno verro a lanciare sassi alla tua finestra’ ile Mondello Giovani ve Castiglioncello Opera Prima gibi hatırı sayılır ödülleri almasının yanı sıra, John Fante ödülü finalistlerinden biri olur. Bunu Fiesole ödülü finalisti olan ‘A Chloe per le ragioni sbagliate’ ve ‘Cleopatra va in prigione’ isimli romanları takip eder. Türkçeye yeni çevrilen ‘Yabancı’ ise Durasanti’ye İtalya’nın en prestijli ödüllerinden biri olan Preio Strega finalistlerinin yanı sıra Strega Off ödülünü getirir.

‘Yabancı’, bir ailenin hikayesi ile başlıyor ve kişinin ruhundaki sürgün kavramına mercek tutuyor. Ne var ki, bunu geleneksel roman sanatı çerçevesinde kronolojik bir kurgu ile yapmak yerine metni bir yapboz düzlemine dönüştürerek ve romandaki ayrıntıları temsil eden her küçük parçayı tek tek ilave ederek kotarıyor. Nitekim Durasanti, romanı inşa ederken neden böyle bir yöntem seçtiğine dair ipuçlarına da metnin içinde yer veriyor:

“Bir ailenin hikayesi bir romandan çok bir haritayı andırır, bir biyografi de içinden geçtiğin jeolojik çağların hepsinin toplamıdır. Kendini yazmak, öfkeyle doğduğunu hatırlamak demektir; önce lav gibi yoğun ve aralıksız aktın, sonra kabuğun sertleşip çatladı ve bir tür sevginin ortaya çıkmasına izin verdi ve bağışlamanın o işe yaramaz gücü gelip çukurlarını doldurdu, girinti çıkıntılarını düzledi. Kendini yeniden okumak, yaşadıklarını kurgulamak, seni oluşturan tüm katmanları tespit etmek demek…”

Ancak yine de, yukarıdaki cümlelerden de anlaşılacağı üzere romanı salt bir aile hikayesi olarak okumak da doğru değildir. Aileden başlayarak kimlik bunalımı ile devam eden roman zaman zaman seyahat, sağlık, iş, para ve aşk gibi pek çok konuya da değinir.

Hikaye, Claudia’nın anne ve babasının tanışma hikayesi ile başlar. Bu tanışma hikayesi annesinin ve babasının ağzından da başka şekilde anlatılır. Keza annesi, kocasıyla köprüden atlamaya çalıştığında tanıştığını anlatır, babası ise onu bir soygundan kurtardığını ve böylece tanıştıklarını söyler. Her ikisi de kendi hikayesinde kendince bir kurban ve kurtarıcı belirlerken, iki kutuplu bir gerçeklik inşa ederler ve roman bu hat üzerinde salınır. Ta ki anlatıcı kendi gerçeğini bulana dek… Gerçeğin mutlak ve tek boyutlu olmadığına dair bir işarettir daha ilk satırlardan bu tanışma hikayesine dair ortaya çıkan çelişki. Nitekim Marcel Proust, ‘Yakalanan Zaman’ isimli eserinde, “Aşkta bile, iki kişinin birbirlerine ilişkin hatıraları ortak değildir” diye belirterek gerçeğin farklı boyutlu olabileceğini işaret etmez mi!

Kendi tanışma hikayelerini bir gizeme dönüştüren bu ebeveyn, alışılagelmiş insanlardan bir hayli farklıdır. Her ikisi de işitme engellidir. Ancak işitme engelli insanların dilini benimsemezler, kendilerine normal insanlar ve engelli insanlar arasında bir yarık yaratarak, o yarığın içindeki dünyada yaşarlar, çocuklarını da bu dünyada yaşamaya mahkum ederler, normal ve engelli bireylerin de ait olmadığı bir tür sınır çizgisinin üzerinde. Zira onlar engelli insanların tecrit edilen dünyasını kabul etmek istemezler.

Durastanti’nin romanda işlediği işitme engeli meselesinin bir boyutu daha vardır ki, onu da öz yaşam öyküsünde aramak gerekir. Zira aynı zamanda çevirmen olarak hayatını kazanan Durastanti, geniş ailesinde konuşulan İngilizce ve İtalyanca arasında kalmış, iki dilin karışımı sayılacak bir tür dil kullanıldığına tanıklık etmiştir. Bu girift dilin imkanlarını zorlayarak, onu anlaşılır kılmaya çalışmış, bir çeviri alışkanlığı ile yaşamaya mecbur kalmıştır. Tıpkı romanda anne ve babasının aralarındaki dili kodlamaya, anlamlı bir hale dönüştürmeye çalışan Claudia gibi… Anadili olarak da iki dil arasındaki yarıkta var olan bu dile kendini ait hissetmiştir (veya hissedememiştir). Annenin dilinin yokluğunu, evdeki iletişim kurmaya çalışırken yaşanan sıkıntıları hisseden Claudia’nın yaşadığı yabancılığı ve mütereddit bir ruh halini deneyimlemiştir. Claudia’nın hissettiği yabancılık ve zaman zaman içine düştüğü ikircik ise bu sözlerle açığa çıkar:

“Annemle babamın özünde ne var bilmiyorum; tek bildiğim bende olmadığı. Ben edindiğim her avantajı dil yoluyla, bir kelimeyi başkasıyla ikame ederek kazandım veya kaybettim, muhataplarımı duygusal retoriğiyle ikna ettim, sessizliğim de asla vahşi değildir. Ben onların o şeytani güçlerine sahip değilim.
Ben yazı yoluyla bir düzen yaratmaya çalışırken onlar yıldızlara ve yönetilmeyen tözlerle iletişimlerini sürdürdüler ve kelimelerin düz anlamları dışında hiçbir anlamlarının olmadığından, geriye kalan her şeyin müthiş bir zaman ve anlam kaybı olduğundan şüphelenmeme neden oldu: Hayat sessiz, hipnotik bir ayartıdır, geri kalan her şey yetersizlikten ibarettir.”

Metinde evdeki iletişim yollarının tıkanması, günlük hayatta ağırlığının farkına varamadığımız seslerin ve kelimelerin anlamını işaret etmesi açısından dikkate değerdir. Evet, Claudia’nın anne ve babasını bir araya getiren şey duygudaşlık, aynı dünyaya ait oluş, işitme engeline sahip olmanın yanı sıra bu konuya aynı açıdan bakmalarıdır. Bu sebeple herkesten farklı bir ilişki inşa eder, aslında birbirlerini anlarlar.
“…Sağırlar arasında aşk yoktur. Aşk işitenlerin fantezisidir. Seks vardır, yakınlık vardır; ama aşka ihtiyaç yoktur. En önemli şey birbirine benzemektir…”

Ancak bu duygudaşlık yine de birlikteliklerini baki kılmaz. İlişkilerinin harcında kelimelerin ve dolayısıyla aşkın olmayışı, aralarındaki bağı dayanıksız hale getirir. Claudia ilişkilerinin bu yüzden bittiğini düşünür.
Romandaki yabancılık mefhumunun altını dolduran bir diğer mesele de göçmenliktir. Claudia, henüz çocukken Brooklyn’den Basilicata’nın ufak bir köyüne göç etmiş, sonra geri dönmüştür ama göçmenlik onun kimliğine bir defa işlemiştir. Ergenlik ve sonrasında yaşadığı dışlanma ve aşk hikayeleri yüzünden hissettiği yabancılık da ruhundaki bu sürgünü müebbet hale getirir.

Travmalar ise yakasını kolay kolay bırakmamaktadır. Metin zaman zaman Claudia’nın hatırlayışıyla geçmiş ve gelecek arasında salınım yapar. Üstelik hatırlayışın çarkları döndükçe, fark eder ki, üzerinden zaman geçtikçe anılarının anlamı da değişime uğramaktadır. Zaman zaman eski benliğine, inançlarına –keza punk müziğinden bahsederken bir albümün kendisini farklı biri yapacağına inanmasını taşlayışı gibi- gülümseyerek bakar.

Kimi zaman da Claudia, kendini keşfetme ve kim olduğuna dair arayış haline girdiğinde, her şey daha farklı olsaydı, -annesi ve babasının dili ile kendi dili arasındaki yarık, göçmenliğin onun ruhunda yarattığı sürgün hissi olmasaydı- nasıl biri olacağının izlerini de metinde arar. Bir açıdan onun hikayesi, ailesinin ve göçmenliğin travmalarına, yabancılığına karşı bir direniş olarak da okunabilir.

Claudia Durastanti, ‘Yabancı’ isimli romanında, kendi anılarından da yola çıkarak bir büyüme hikayesini, alışılmışın dışındaki anlatı kalıplarını kullanarak ele alıyor. Zamanda sıçrayışlar yaparak engelli anne ve babasının dil(sizliğ)i ile kendi normal dünyası arasındaki arada kalmışlığın ve göçmenliğinin bıraktığı izleri ustalıkla aktarıyor.

Öne Çıkanlar