Proust'tan Dostoyevski'ye, George Elliot'tan Hilmi Yavuz'a...
Merve Küçüksarp haftanın yeni kitaplarını yazdı. Marcel Proust-Geniş Zamanın İzinde: Alışkanlık, Arzu ve Unutkanlık adlı kitabından, Hilmi Yavuz'un Edebiyatla Felsefe Arasında adlı son eseri bu haftanın kitapları arasında...
Akışkan Kötülük
Zygmunt Bauman, modern çağın en önemli sosyologlarından biridir. Kitle iletişim araçlarını, modern teknolojileri ve günümüzün neoliberal aygıtları inceleyerek, tüm bunların toplum ve insan hayatına etkilerini ele alır eserlerinde. Bugünün hızlı dünyasında hiçbir şeyin katı halini muhafaza edemeyeceğini, akışkan halde bulunduğunu, bütün kavramların sulandığını, sınırların ortadan kalktığını belirtir. Modern insanın ahvalini ve çelişkilerini ustalıkla ifade eder. “Akışkan modernlik”, “Akışkan gözetim” ve “ahlaki körlük” gibi bazı terimler Bauman’ın sosyoloji bilimine armağanıdır.
Daha önce felsefeci ve siyaset kuramcısı Leonidas Donskis ile sohbetlerinden oluşan Ahlaki Körlük isimli kitabında, modernizmin ve günümüzde internetin verdiği özgürlük atmosferinin toplum ve bireyin üzerinde yıkıcı etkilerini irdeleyerek, bireyin nasıl bir boşluğun içine çekildiğini ve gitgide duyarsızlaştığını anlatan Bauman, Akışkan Kötülük’te de bu çizgide ilerliyor ve hayatımıza sızan kötülük fikrini yine Donskis ile birlikte irdeliyor. Yirminci ve yirmi birinci yüzyıla dair önemli bir fikir kitabı ortaya çıkarıyor.
Eser, Leonidas Donskis’in günümüz toplumunun ruh haletine dair yaptığı tahliller eşliğinde başlıyor. Donksis “Akışkan kötülüğün” membaını oluşturan kadercilik ve korkunun toplumlarda nasıl ortaya çıktığını şu cümlelerle açıklıyor:
“Alternatifleri olmaya bir dünyada yaşıyoruz. Tek bir gerçeklik sunan bir dünya bu; en iyi yönetim şekilleri ve en derin fikirler de dahil olmak üzere (mühendislik ve işletme projelerinden bahsetmiyorum bile her şeyin bir alternatifinin olduğuna inananlar çılgın, en iyi ihtimalle tuhaf sıfatıyla damgalanıyor. Dünya muhtemelen daha önce hiçbir zaman bugün olduğu kadar kaderci ve determinist inançlarla dolup taşmamıştı; yaklaşmakta olan krizlere aşağı yönlü hareketlere, tehlikelere ve dünyanın sonuna dair bir sürü kehanet ve öngörü var; tüm bu kehanetlere ciddi analizler de ekleniyor ve bardaktan boşanırcasına üzerimize doğru yağıyor. ”
Donskis, bunun sebeplerinden birinin de iyi haberlere, kimsenin ilgi göstermemesi, felaket haberlerinin medyada ve insanların hayatında daha fazla yer bulması olduğunu belirtiyor. Bu minvalde toplumlar kendilerini kötü haberlerden ve olumsuzluklardan oluşan devasa duvarlar içine hapsediyorlar. Böyle korku ve kötücül ihtimaller hapishanesine dönüşmüş bir toplumda, kötülük kavramı, bir zamanlar büründüğü gibi, katı, mutlak, savaşılabilir ya da teşhir edilebilir bir halde ortaya çıkmıyor. Zira her şey gibi kötülük ve iyilik de siyah ve beyaz tonlardan ibaret değil. Kötülük de bir tür maskeye bürünmüş olarak aramızda geziyor, bazen de içimizde ortaya çıkıyor. Bizler kimi zaman farkına varamıyoruz bu hislerimiz, en iyicil duygularımızı arasına çöreklenebiliyor. Sevgi ve iyilik görünümü altında tezahür edebiliyor, modern dünyada peydahlanan bu yeni tür kötülük.
Bizler modernizmin ayağımızın altındaki halıyı her an kaydırabileceğine dair verdiği hisle mütemadiyen kaygı ve korku içindeyiz. İnternet güvensizliği tetikliyor, orada adeta bir korku endüstrisi işliyor. Umutsuzluk hiçbir çağda bu denli artmadı. Bireyi isterse her şeyi yapabileceği, başarabileceği inandırılıyor ama en sade vatandaştan en bilge filozofa kadar artık hiç kimse dünyanın değişebileceğine inanmıyor. Nitekim bu iki düşünüre göre, hayalsiz, alternatifsiz ve ütopyasız bir toplum, akışkan kötülüğün ortaya çıkması için en elverişli yerlerden biri. Bu güvensizlik ortamında, dayanışmadan mahrum kalan, aidiyet, yer, yuva ve hafıza kavramlarını yitiren insan, ahlaki duyarlılığını ve merhamet duygusunu da yitiriyor zamanla. Ayrıca Zamanın, her şeyi baş döndürücü bir hızda değiştirişi, bunun yol açtığı hafıza yoksunluğu, bireylerin değerlerine ve ahlaki düsturlarına sahip çıkamamaları da bu kötülüğü körüklüyor. Modernite en yıkıcı etkilerinden birini bu yolla ortaya koyuyor.
Neoliberal sistemin gönüllü neferleri gibi çalışan iktidar kadrolarının vatandaşlarına, kültür ve eğitim alanlarında el uzatmayışları, bireyin yalnızlığını ve umarsızlığını arttıran, akışkan kötülüğü yaygınlaştıran bir başka sebep olarak yer alıyor. Nitekim George Orwell’ın yarattığı, iyilik ve sevgi maskesiyle kötülüğün yeni bir şekli olan “büyük birader” ve onun etrafında mevzilenen kötülük kavramı da, Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis’in akışkan kötülük tahlilinde sıkça başvurdukları bir argüman.
Bu iki düşünür, akışkan kötülük kavramını, Don Juan karakteriyle sembolize ediyorlar. Don Juan aynı zamanda modernitenin gerçek kahramanı olarak telakki ediliyor. Zira Don Juan kendini gizler, tahakküm etme itkisi altında ilişkilerinde saklambaç oynamaktan hoşlanır. Akışkan kötülük kavramı tam bu açıdan Don Juan’ı ilgilendiriyor gibidir. Keza güç dengelerinde, mesela askeri meselelerde mutlak kötülük, fetih hareketlerini, top yekün bir askeri harekatı gerektirirken, akışkan kötülüğün hakim olduğu dünyada güçlü devletler başka devletler üzerindeki tahakkümünü korku, belirsizlik, ve kaos ortamı yaratarak sağlayabilirler.
“Eski tip kötülük, devletin elinde toplanmış, biriktirilmiş ve sıkı sıkıya kavranmış durumdaydı ve bu devlet baskı ve tehdit araçlarını kullanmak açısından tekel konumundaydı. (…) Ancak eski tip kötülük bir tür yan etki olarak, insanları dayanışmaya itiyordu (gerçi devlet sınırlarıyla kısıtlanan bir dayanışmaydı). Şimdi ise kötülüğün beraberinde getirdiği zarar yayılıyor ve bireylerin yönetimine bırakılan “yaşam siyaseti” dünyasına sızıyor veya “ortak iştirak haline getirilerek” içine işliyor ve/veya siyaset gözetiminden muaf, kuralsızlaştırılmış piyasaların herkese açık dünyasına transfer ediliyor. Bu tip yeni kötülük insanları rekabete ve çekişmeye, düşmanlıklara, karşılıklı güvensizliklere ve mesafeli durmaya itiyor; “kapabildiğin kadarını kap”, “kazanan her şeyi alır” ve nihayetinde “herkes kendi başına, altta kalanın canı çıksın” gibi yaklaşımlar şiar haline geliyor.”
Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis, modern dünyada yalnızlaşan bireyin nasıl akışkan bir kötülüğe maruz kaldığını ya da yol açtığını, modernizm ve neoliberal dünyanın kuralları üzerinden açıklıyorlar. Eserin takip eden bölümlerinde ise iki düşünür Avrupa siyasetini masaya yatırıyorlar. 2017’de aramızdan ayrılan Bauman, Rusya’nın Avrupa siyaseti ile yaşadığı ihtilafın nelere yol açabileceğinin farkında, Rusya ve Ukrayna krizine dair erken bir öngörüde de bulunuyor. Kitap sosyolojik tümevarımlarının yanı sıra iyi bir siyaset okuması da sunuyor.
Akışkan Kötülük, Zygmunt Bauman&Leonidas Donskis, çev. Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, sf. 218, 2022
Edebiyat ve Felsefe Arasında
Edebiyat da felsefe de insanın varoluşuna ilişkindir. İnsanı ve onun varlığını anlamlandırmanın, Tolstoy’un sorduğu o kadim sorunun “İnsan ne için yaşar?”ın cevabının izini sürer. Bunun için elbette yöntemleri farklıdır. Keza felsefe, bilgi ve varlık üzerine daha kolektif bir fikir yürütmeyi amaçlar. Bunun yaparken dil ile bütünleşir, kavramları, etkileşimde olduğu dil ile açığa vurur. Edebiyat ise daha farklıdır bu açıdan. Felsefe ile iç içe geçse de zaman zaman, hatta deneme türüyle roman türünü harmanlayan yazarlar da olsa, edebiyatta sanatsal bir nitelik ve güzellikten bahsedilir. Hayata dair her şey edebiyatın konusuna girer; felsefe gibi illa ki, fikir vermeyebilir, bazen bir bakış açısı sunar okura; hatta postmodern anlatılarda sıkça karşılaştığımız gibi kimi zaman yalnızca bir soru bırakır ortaya.
Hilmi Yavuz uzun yıllardır edebiyat ve felsefe arasındaki ilişkiyi düşünen, bu minvalde kalem oynatan, hatta edebi eserlerinde de felsefi izleğe yer veren bir yazar, düşünür. Geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından yayımlanan eseri, Edebiyatla Felsefe Arasında, bu defa Doğu ve Batı medeniyeti arasında edebiyat ve felsefenin izlerini sürüyor. Kitap Yavuz’un son iki sene içerisinde yazdığı makalelerden meydana geliyor. Yavuz’un deyimiyle kitapta yer alan makaleler “karşılaştırmalı felsefe” okumaları adı altında değerlendirilebilir. Felsefi düşünceleri karşılaştırmalı olarak değerlendirirken, Yavuz aynı zamanda Doğu ve Batı edebiyatından bazı edebi metinleri de analiz ediyor, ilahiyat ve nörobilim gibi kimi yardımcı dallardan yardım alıyor. Can Yücel, Tuzenbach, Spinoza, Husserl, Wittgenstein, Yahya Kemal, J.L. Austin, Tanpınar, Ahmet Haşim, Yunus Emre, Şeyh Galip, Hölderlin, Sartre, Gazali, Hilmi Yavuz’un karşılaştırmalı felsefi ve edebi okumalar yaparken mercek tutuğu düşünür ve yazarlardan bazıları…
Edebiyatla Felsefe Arasında, Hilmi Yavuz, Everest Yayınları, sf. 255, 2022
James&Nora- Joyce’un Evliliğinin Portresi
Edebiyat tarihinin en zor anlaşılan romanlardan biri olan Ulysses’in ve Finnegan Uynaması, Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portesi, Dublinliler eserlerinin yazarı James Joyce 20. Yüzyılın en büyük edebiyat dahilerinden biridir kuşkusuz. Herkesin üzerinde mutabık olduğu bir şey vardır ki; o da Joyve okunması zor, anlaşılması zor bir yazardır. Kimi eleştirmenler onun modern romanın babası olduğunu iddia ederken, kimi eleştirmenler de, daha post modernizmin esamesi bile okunmazken onun post-modern romanın ilk örneğini verdiğini ileri sürer. Son kertede Joyce, sarsıcı metinleriyle, kullandığı dille ve romanlarında başta Homeros ve Shakespeare olmak üzere klasik dönem efsanelerine dair yaptığı göndermelerle sadece kendinden önceki edebiyat kuramlarını yıkmaz, aynı zamanda 20. yüzyılın toplumsal kabullerine da aykırı bir tavır sergiler.
Bir yazar yazdığı metinlerin bile kimi zaman öne geçecek kadar şöhret ve ilgi uyandırdığında, kaçınılmaz olarak özel hayatı da kurcalanır, gerçek kişiliği ile edebi kişiliği arasındaki çelişkiler bulunmaya, -varsa- yazarın kirli çamaşırları ortaya çıkarılmaya çalışılır. Nihayetinde Joyce da kaçamaz, ünlü olmanın bu kaçınılmaz hallerinden. Önce sevgilisi, sonra karısı olan Nora Barnacle ile ilişkisi bir hayli konuşulur, birbirlerine yazdıkları mektuplar didik didik edilir, son kertede edebiyat tarihinin en çok merak edilen çiftlerinde biri olurlar.
James Joyce ve Nora Barnacle 1904 yılının 10 Haziran tarihinde Dublin’de tanışırlar, tanıştıktan altı gün sonra yani 16 Haziran 1904 tarihinde ilk defa buluşup ömür boyu sürecek bir beraberliğe adım atarlar. Bu tarihin altını çizmek gerekir, zira Ulysses okurları bilir, roman Leopold Bloom adlı kahramanın bir gün içinde yaşadıklarını ve hatırladıklarını konu alır. Joyce’un Ulysses’te anlatmayı seçtiği gün ise Nora ile beraber geçirdiği ilk gün olan, Joyce hayranları tarafından daha sonraları Bloom’s Day diye anılan 16 Haziran’dır.
James Joyce ve Nora Barnacle, tanıştıkları günden itibaren hayatlarını daima beraber geçirmezler. Dönem dönem Joyce iş için Avrupa’nın farklı kentlerine seyahat eder ve orada kalır. Büyük bir aşkla bağlı olduğu Nora’dan ayrı geçirdiği zaman zarfında ona sürekli olarak mektup yazar. Kimi zaman ritüellerini, alışkanlıklarını, başından geçen olayları, yazma serüvenini, kimi zaman da ona olan aşkını, özlemini, kıskançlığını, kuruntularını, cinsel fantezilerini tüm çıplaklığıyla yazar. Öyle ki ikili arasındaki bu mektuplar James ve Nora ilişkisini merak edenler için iyi bir kaynak oluşturur ve bu ilişkiye dair pek çok fikir verir. Joyce üzerine yazılan biyografilerde, Joyce’un sanat hayatının hemen yanındadır Nora ile olan ilişkisi; iç içedir.
Daha önce James Joyce biyografisi yazan İrlandalı yazar Edna O’Brien, James&Nora- Joyce’un Evliliğinin Portresi isimli eserinde, James ve Nora’nın çalkantılı aşk hikayesini anlatıyor bu defa. Dünyanın en önemli yazarıyla, kendi halinde, eğitimsiz bir kadının birlikteliklerini ve bu ilişkinin Joyce’un eserlerinde nasıl yankı yaptığını sürükleyici bir hikayeyle satırlarına taşıyor.
James&Nora- Joyce’un Evliliğinin Portresi, Edna o’Brien, çev. Zeynep Çiftçi, Alfa Yayınları, sf. 64, 2022
Timsah
Dostoyevski’nin “Timsah” ve “Gülünç Bir Adamın Düşü” isimli öyküleri bir araya getirilerek Timsah adı altında Can Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Dostoyevski’nin 1865 yılında kaleme aldığı ve Epoch isimli dergide ilk defa yayımlanan Timsah isimli öyküsü, Elena Ivanovna ve Ivan Matveich’in bir Alman girişimcinin sergilediği timsahı görmeye gitmeleriyle birlikte başından geçen olayları anlatıyor.
Timsahı görmeye gittiğinde onunla alay eden Ivan, birden kendini timsah tarafından yutulmuş bir şekilde onun midesinde bulur. Ölmemiştir ve şaşkındır. Orada ne yapacağını düşünüp dururken, tüm hayatının burada geçebileceğini fark eder. Ancak bu kabul, onda bir umutsuzluğa sebep olmaz, aksine timsahın midesine uyum sağlamaya ve kendine orada bir düzen tesis etmeye çalışır. Dostoyevski’nin diğer metinlerinden farklı olsa da, Ivan’ın hikayesinde birtakım siyasi dokunuşlar ve insanlığa dair derin tahliller yer alır.
Gülünç Bir Adamın Düşü ise Dostoyevski tarafından 1877 yılında yazılmış, Bir Yazarın Günlüğü isimli dönemin maruf dergilerinden birinde yayımlanmıştır. Yer yer nihilizmin etkilerinin görüldüğü öykü, hayatı yaşamaya değer bulmayan ve intihar etmeyi düşünen bir adamın genç bir kız ile karşılaşmasından sonraki düşünsel serüvenini konu alıyor. Ancak pek çok anlatısından farklı olarak bu öykü, nihilist bir adamın umudun yarenliğinde nasıl varoluşsal bir kurtuluşa geçtiğini anlatıyor.
Kuşkusuz Dostoyevski’nin en iyimser metinlerinden biridir, Gülünç Bir Adamın Düşü.
Fyodor Dostoyevski, Timsah, çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, Can Yayınları, sf. 88, 2022
Marcel Proust-Geniş Zamanın İzinde: Alışkanlık, Arzu ve Unutkanlık
Marcel Proust’un yedi ciltlik eseri Kayıp Zamanın İzinde Batı kanonunun gelmiş geçmiş en önemli romanlarından biridir. Proust kendi deyişiyle bir anlatı katedrali yaratır bu eserde. Çaya batırılan bir madlenin tadıyla ve ıhlamur kokusuyla ortaya çıkarılan bir zaman mefhumundan bahsederken, aynı zamanda bellek ve anı meselesini Bergsoncu bir yaklaşımla ele alır. Bilhassa belleğin iki prensipte nasıl çalıştığını kurgu içinde gösterir; duyuların tetiklenmesiyle ve birtakım çağrışımlarla uyanan istemsiz bellek ve tefekkür haline girilerek ulaşılan istemli bellektir bu. Şimdiki zamanı geleceğin ve geçmişin bir tür izdüşümü olarak varsayan Proust zaman kavramı üzerine eni konu düşündürür okuru. Eleştirmenler Proust’un yedi cilt boyunca zamanı bir gerçek karakter olarak anlattığını öne sürerler. Beckett’a göre ise Prous’un yazarlığının alametifarikası zaman kavramını böyle incelikli ele alışı değil, zamanın insan üzerinde yarattığı duygusal izlenimleri ustalıkla okura verebilmesindedir.
Proust, 19. Yüzyılın aristokrasisi ve burjuvazisinin kimi zaman günlük yaşamından kesitler sunarken, aşk, ihanet, cinsellik, eşcinsellik gibi insanlık hallerine yer verir , her daim bir hakikat arayışı içindedir. Proust’un metinlerindeki her hikaye bu bağlamda bakınca aynı yere çıkar.
Özgür Taburoğlu, kelimeler, görüntüler ve renklerle inşa edilen Kayıp Zamanın İzinde isimli dev eserde yazarın kelimelerle çizdiği desenleri yorumluyor bu defa. Proust okurları için, romanı farklı bir gözle ele alacakları bir harita sunuyor.
-tanıtım bülteninden-
“Marcel Proust’un yapıtlarında saklı anlatı desenleri, arzu, nesne, alışkanlık, unutkanlık, zaman, hatıra, izlenim, kusur gibi sözcüklerden oluşur. Metinlerin içerik ve biçiminden daha eski böyle desenleri birleştirdiğimizde bir yazarın mizacına ve onun yapıtına dair bazı ayırt edici kıvrımlara ulaşırız. Yazarın kendisini tekrar ederken farkını da dile getirdiği desenlerin etrafına anlatı dünyasının parçası olaylar, eylemler, fiiller ve failler yerleşirler. Tüm yapıtını kararlı biçimde kat eden bu çizgiler sayesinde, yazar, anlatıcı ve anlatı kahramanları yanında anlatının da kişiliğini, huylarını ayırt edebiliriz. Böylece yazarın kendine özgü yollardan tasvir ettiği manzaradaki derinlikler ve yükseklikler ortaya çıkar.
Özgür Taburoğlu, Marcel Proust’u okurken yazarın yaşamöyküsüyle fazla ilgilenmeden, metinlerindeki temel izlekleri aralamayı deniyor. Eserlerindeki olay örgülerine çok odaklanmadan, yazılarda saklı yer ve zaman şekillerini belirlemeye çalışıyor. Yaşamı yazısından ayrı olmayan bir yazarın resmini çiziyor.”
Özgür Taburoğlu, Marcel Proust-Geniş Zamanın İzinde: Alışkanlık, Arzu ve Unutkanlık, Doğu Batı Yayınları, sf. 168, 2022
Saraylarda Mecnunlar
Fazlı Necip (1864-1932), son dönem Osmanlı aydınlarındandır. Düyun-u Umumi idaresinde çalışan Abdurrahman Nafız Bey’in oğlu olan Fazlı Necip, akranlarına göre iyi bir eğitim alır, dönemin yazar ve aydınlarını takip eder. Henüz on sekiz yaşına geldiğinde bir gazete çıkarma düşü kurar. Ancak bunu gerçekleştirmesi biraz zaman alacak, resmi rakamlarla yapılan bir dizi yazışma sonucunda Asır isimli gazeteyi çıkarmaya Selanik’te 1895 yılında muvaffak olacaktır.
Selanik, önemli bir şehirdir o yıllarda Osmanlı siyaseti açısından. Hem İstanbul’a göre daha özgürdür, hem de İttihat ve Terakki’nin kalbinin attığı şehirdir. Nitekim Fazlı Necip de aydınların Abdülhamid rejimine karşı bir araya geldiği İttihat ve Terakki’ye bigane kalamaz, içinde yer alır, hürriyet içim mücadele eder.
II.Meşrutiyet’in 1908 yılında ilanından sonra ise Matbuat-ı Dahiliye Müdürlüğüne tayin edilir ve Cemiyet iktidardan düşünceye dek bu görevde kalır. Bu sırada Gonca-i Edep, Envar-ı Zeka, Mirat-ı Alem, Tercüman-ı Hakikat gibi basın yayın mecralarında da yazıları yayımlanır. Beşir Fuat ile sık sık mektuplaşırlar. 1895 yılında tefrika halinde yayımlanan ilk romanı Bir Gençliğin Güzarı’nı takip eden romanlarında dönemin siyasi ortamının yanı sıra aşk, köy hayatı, Doğu-Batı karşıtlığı ve savaş gibi çeşitli meselelere de yer verir.
1928 yılında yayımlanan Saraylarda Mecnunlar, 17. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda geçen bir hikayeyi anlatır. I.İbrahim’in tahttaki ilk yıllarında hükümranlık görevini oğlunun yerine üstlenen Kösem Sultan’ın iktidarındaki Osmanlı ülkesini masaya yatırır. Harem ve saray hayatını, iktidar çatışmalarını, güç dengelerini ve Yeniçerilerle sarayın ilişkisini ele alarak “bir cariye alma” öyküsü üzerinden 17. Yüzyıl payitahtının panoramasını çizer.
Saraylarda Mecnunlar, Fazlı Necip, İthaki Yayınları, sf.304, 2022
Middlemarch-Taşra Hayatına Dair Bir İnceleme
Middlemarch-Taşra Hayatına Dair Bir İnceleme İletişim Yayınları tarafından Seçil Kıvrak ve Zarife Biliz’in çevirisiyle yayımlandı. Middlemarch, asıl ismi Mary Anne Evans olan George Elliot’un, 1869 yılında yazmaya başladığı, 1971 yılında yayımlattığı yedinci romandır. Diğer romanlarında olduğu gibi sıradan insanın çelişkilerini ve hayatındaki kaosu resmeder Elliot bu romanında da. Aynı zamanda İngiliz taşra hayatının ve insanlarının gerçekçi bir portresini de sunar. Mutsuz evliliklerin, evliliğin mengenesine takılı kalanların, ihanetle yüzleşenlerin, geleneğin halatıyla sımsıkı bağlı kalanların ve daha nice insanlık hallerinin romanıdır aynı zamanda Middlemarch. Dorothea, Lydgate, Bulstrode ve Rosamand’un unutulmaz kişiliklerinde herkesin kendi iç dünyasından ve hayatından iz bulacağı klasik bir yapıttır.
Middlemarch-Taşra Hayatına Dair Bir İnceleme, George Elliot, çev. Seçil Kıvrak&Zarife Biliz, İletişim Yayınları, sf. 894, 2022
Minik Ay Dünyayı Keşfediyor
Minik ayı, çok sevimli ve küçük bir ayı yavrusudur. Küçücük yuvasında mutlu ve sakin bir hayat sürmekte, bir yandan kendisine kocaman gelen bu dünyayı bir hayli merak etmekte, nasıl bir yer olduğunu öğrenmek istemekte ve büyüyüp hayatı tanıyacağı günü iple çekmektedir.
Minik Ayı, meraklı olduğu kadar sabırsızdır aynı zamanda. Bir gün sabırsızlığına yenilerek, yuvasından çıkmaya, o her daim merak ettiği kocaman, rengarenk dünyaya adımını atmaya karar verir. Minik Ayı cesaretle yola koyulur.
Minik Ayı bu macerada nelerle karşılaşacaktır? Onu dış dünyada ne gibi sürprizler bekliyordur? Bu macera esnasında nasıl bir dost kazanacaktır?
Çocukların keyifle okuyacakları, dostluğa dair sıcacık bir hikaye…Dubravka Kolanovic’in resimleriyle birlikte…
Minik Ayı Dünyayı Keşfediyor, Ellie Patterson, çev. Ahu Ayan, İş Bankası Kültür Yayınları, sf. 32, 2022