Simone De Beauvoir’ı feminist yapan dostluk
Merve KÜÇÜKSARP
Feminist düşünür ve yazar Simone De Beauvoir’ın (1908-1986) 1959 yılında kaleme aldığı, buna rağmen hayatı boyunca yayımlatmadığı otobiyografik romanı 'Ayrılmaz İkili' Margaret Atwood’un önsözü ve Ayça Sezen’in çevirisi ile Can Yayınları tarafından yayımlandı.
De Beauvoir’ın -evlat edindiği- kızı Sylvia Le Bon De Beauvoir’ın gün yüzüne çıkarması sayesinde ilk defa 2020 yılında orijinal metin olan Fransızcası, 2021 yılında ise İngilizce çevirisi okurla buluşan “Ayrılmaz İkili” adlı romanı, yazarın çocukluk arkadaşı Zaza olarak bilinen Élisabeth Lacoin ile olan arkadaşlığını konu alıyor. Romanın arka planında ise 20. yüzyılın ilk yarısında Fransa’daki katı geleneklerin kadınların hayatında yarattığı çıkmazlar yer alıyor.
Zaza, De Beauvoir'ın genç kızlıktan yetişkinliğe doğru adım atarken hayatının merkezinde yer alan, buna karşın çok genç bir yaşta hastalığı sebebiyle kaybettiği arkadaşıdır. Zaza’nın ani ölümü De Beauvoir’ı bir hayli etkiler. Nitekim onun ölümünden sonra dostuna dair çok sayıda yazı kaleme alır, kurgu ve kurgu dışı kitaplarında bu dostluğun ve ani ölümün izlerine yer verir. Ancak daha kapsamlı bir şekilde kurgu içinde yer alması ise 1954 yılında gerçekleşir. Beauvoir, Zaza'yla olan hikayesini; onunla kurdukları o duygu dolu dünyayı başka hiçbir yerde anlatmadığı kadar samimi bir dille 'Ayrılmaz İkili'de anlatır.
De Beauvoir yaşadığı deneyime ve bu ölüm karşısındaki kederine rağmen yazdığı romanı yayımlatmak istemez. Yaygın bir söylentiye göre ise romanı yayınlamamayı seçişinin arkasında Jean-Paul Sartre’ın eserin "önemsiz" olduğuna dair verdiği görüş vardır. Zira Jean-Paul Sartre, partnerinin çalışmalarının ciddi ve politik olana odaklanması gerektiğini savunur; kadın arkadaşlığı hakkında yazılmış bir romana değil. Böylece De Beauvoir okurun da ilgisini çekmeyeceği kaygısıyla romanı yayımlatmamaya karar verir. Ancak yine de, vasiyetinde, romanın akıbetine dair karar verme salahiyetini kızına bırakır.
İKİ KADININ DOSTLUĞUNA DAİR
Bugün Zaza ve De Beauvoir’ın aralarında geçen ilişkinin mahiyeti hakkında elimizde yeterince bilgi yok ancak metin bize iki kadının arasındakinin yakın bir dostluktan öte, bir gönül bağı olduğunu hissettirir.
Simone De Beauvoir’ın kızı Le Bon de Beauvoir’in beyanına bakılırsa ise De Beauvoir Zaza'nın zamansız ölümü karşısında bir hayli üzülür, isyan eder, onun etrafındaki insanlar tarafından öldürüldüğünü düşünür.
Elbette Zaza kimse tarafından taammüden öldürülmüş değildir. Ancak etrafının baskısı, kadınların burjuva hayatında maruz kaldığı ayrımcılık onu ölümden başka çıkışı olmayan korkunç bir hayata itmiştir. Zira Zaza, arzunun bir musibet olduğuna inanan, katı geleneklere sahip militan Katolik bir ailede dünyaya gelmiştir.
Böyle bir ailenin çocuğu düşünmemeli, geleneklere göre hareket etmeli, arzu duymamalı, ailesinin onayladığı hayatı yaşamalı, öyle bir erkekle evlenmeli, son kertede kendinden vazgeçerek geleneğin bir parçası olmalıdır.
Oysa Zaza farklıdır, uyum sağlamak yerine kendi olmaya çalışır. Zaza’nın hayat hikayesi, geleneklerin içinde boğulan bir kadının kendi olma mücadelesidir. İnsan olma mücadelesidir. Zaza’nın hikayesi De Beauvoir’ın kadın meselesine bakışını bir hayli etkiler ve kadınların gördüğü baskıları işlediği 'İkinci Cins' isimli kitabın nüvesini meydana getirir.
Romana gelirsek, hikayenin ana karakteri – De Beauvoir’ın kendini anlattığı- Sylvie, dokuz yaşındayken eğitim gördüğü Katolik okuluna Andrée isminde bir kız gelir. Sylvie, "bir yetişkin gibi kendine güvenerek yürüyen" Andrée Gallard adlı yeni bu yeni öğrenciden adeta büyülenir. Andrée büyük, varlıklı bir aileye mensuptur, dik başlı ve inatçıdır, aklından geçenleri söyleyecek kadar cesurdur. Sylvie onun bu özelliklerinden oldukça etkilenir ki bu özellikler romanın yazarının daha sonraki yıllarda düstur alacağı özelliklerdir aynı zamanda.
Andrée, bir yanma vakasından ötürü bir yıl kadar okula gidememiştir, diğer öğrencilere yetişebilmek için Sylvie’den defterlerini ödünç alır ve dostlukları böyle başlar. Bu ikili kısa sürede sıkı arkadaş olurlar ve saatlerce sohbet ederek kendilerine özgü bir dünya kurarlar. İkisinin arasında eşitlik, adalet, din gibi sosyal meseleler de konuşulur, bu konuşmalar Sylvia’yı bir hayli düşündürür, hayata bakışını etkiler.
Diğer yandan Sylvie bu dostluğa, Andrée’ye nazaran bir hayli önem atfeder. Öyle ki, Sylvie’nın duyduğu platonik sevgi onu zaman zaman şu düşüncelerle birlikte kederlendirir:
“Görüşmemizi engelleseler Andrée üzülür müydü acaba? Hiç şüphe yok ki benden az üzülürdü. Bize ayrılmaz ikili diyorlardı. Andrée beni bütün arkadaşlarımıza tercih ediyordu. Ama annesine beslediği hayranlık, diğer tüm duyguları gölgede bırakıyormuş gibi geliyordu bana. Ailesi onun için son derece önemliydi…”
Sylvia görüşlerinde haklıdır. Arkadaşlıklarının ilerleyen dönemlerinde aralarındaki en önemli engel savaş ortamı kadar Andrée’nin annesi olur. Annesinin Andrée üzerindeki etkisinin farkında olan Sylvia bir hayli gelenekçi, disiplinli, hatta baskıcı olan anneye “iyi” görünmek için çabalar durur.
Önceleri annesi bu arkadaşlıktan hoşlanmasa da, zamanla Andrée’nin “yanlış” insanlarla ilişki kurması, onu Sylvie’dan yardım isteme noktasına getirir. Zira Andrée on üç yaşına geldiğinde annesinin onaylamadığı bir çocukla ilişki kurmuş, bedenini ve hazları keşfetmeye başlamıştır. Andrée’nin annesi Sylvie’yı kızını meşgul etmesi ve söz konusu sevgiliden uzak tutması için yanlarına davet eder.
Hayat bu iki dostu üniversitede de bir araya getirir. Sylvie felsefe okurken, Andrée de edebiyat eğitimi görmeye başlar. Sylvie sınıfta Pascal isminde genç bir adamla yakın arkadaşlık kurar ve onu Andrée ile tanıştırır. Pascal, gerçek hayatta Beauvoir’İn yakın arkadaşı filozof Maurice Merleau-Ponty’i (1905-1961) temsil etmektedir. Andrée ile Pascal arasında duygusal bir ilişki zuhur eder. Roman, Andrée, Pascal ve Sylvia üçgeninde, Andrée’nın savaş sonrası dönemde kadınlığın üzerindeki kısıtlamalara dair direnişi ile seyir alır.
'Ayrılmaz İkili' iki kadının dostluğunun duygusal bir portresi olmasının yanı sıra 20. Yüzyılın en önemli düşünür ve feministlerinden biri olan De Beauvoir'ın kadın özgürlüğünün bu denli şiddetli bir savunucu haline geldiğinin kurgusal bir açıklamasıdır da aynı zamanda. Roman hakkındaki son sözü Atwood’a bırakalım ve onun, romanı önemsiz bulan Sartre’a verdiği cevapla noktayı koyalım:
“Zaza olmasaydı, ikisi arasında tutku dolu bağlılık olmasaydı, Zaza De Beauvoir’in entelektüel hırslarını ve zamanın geleneklerinden kurtulma arzusunu teşvik etmeseydi, Beauvoir’ın bir kadın olarak Zaza’ya ailesi ve toplum tarafından yüklenen ağır beklentileri –ki Beauvoir’e göre, aklına, gücüne, zekasına ve iradesine rağmen Zaza’nın hayatını kelimenin tam anlamıyla söndüren beklentilerdi bunlar- gören bakış açısı olmasaydı, İkinci Cinsiyet diye bir eser olur muydu? Ve mihenk taşı niteliğindeki bu kitap olmasaydı, kimi bilir daha neler olmazdı?”