'Sinemayla tanışınca içimdeki ateşe atılacak odunun ne olduğunu anladım'
Seran VRESKALA
ARTI GERÇEK – Geçmişin kolaylıkla unutulduğu, toplumsal belleğin birkaç gün içinde yeni gündemlerle sıfırlanıp ‘reboot’ olduğu bu günlerde, Kazım Öz’ün çektiği belgesel ve filmlerle geçmişi günümüze taşıyarak tarihe bir not düşmesini çok değerli buluyorum ama bazı hikayeleri var ki, seyirciyi fena tokatlıyor. Bu yüzden filmlerini izlemekten çok çekindiğim bir yönetmen Öz; öyle hikayeleri öyle gerçekçi bir şekilde perdeye taşıyor ki sonunda yine karnıma sert bir yumruk yiyecekmiş gibi hissediyorum. Hayatında yanından ne geçtiyse gözlerini kapamamış, görmezden gelmemiş, gördüklerini de perdeye aktarmış. Çok insanla tanışmış, hikayelerini dinlemiş ve filmlerinde kullandığı hikayelerin çoğu da bu temaslardan çıkmış. Bugüne kadar yaptığı bütün filmleri -belgesel niteliğinde olanlar bile- hep politik ama kendi deyimiyle çok duyarlı ve vicdanlı olduğundan değil bu filmler; hatta özellikle politik filmler yapmak için de uğraşmıyor ama nedense yaptığı filmler hep politik oluyormuş; bunu söylerken de ağız dolusu gülüyor. Bir filmi tamamen yasaklı, iki filmi sansüre kurban gitmiş; sonradan sansürü protesto etmek için sansürlü yerleri siyah ekranla gösterdiği siyah ekranlar da sansür görmüş. Yalnız altı tane uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, bu filmlerle aldığı toplam 43 ödülü var. Sadece Amerika’da konservatuvar okuyan bir gencin, Dersim katliamından kurtulan babaannesinin söylediği bir şarkının peşinden köklerine yaptığı yolculuğu anlattığı son filmi ‘Zer’ ile aldığı ödül sayısı 13; trende yazmış filmin senaryosunu… Aynı film geçen hafta Barcelona’daki Akdeniz ve Levant Film Festivali’nde seyircinin ‘en iyi film’ ödülünü de kazandı. Bir söyleşisinde "Biz büyük kitlelerin dertlerini anlatmak için film yapıyoruz, ticari amaçlı film yapanlar ise büyük kitlelerin parasını almak için…" demiş; bu söyleminden nasıl bir yönetmen olduğunu anlıyorsunuz. Şimdilerde ise bir aşk hikayesini anlatacağı ‘Bir Kar Tanesinin Ömrü’ isimli son filmi üzerinde çalışıyor; bu bir aşk filmi olsa da eminim sadece bir kadın filmi olması yüzünden karşımıza yine politik bir film çıkacak. Kendi deyimiyle tam bağımsız sinema yaptığı için, seyirci desteğiyle bütçe konusunda da tam bağımsız olmaya çalışıyor; bu sebeple bir kitle fonu oluşturmayı düşünüyor. Filmlerini www.vimeo.com/kazimoz sitesinden kiralayarak ya da satın alarak izleyebiliyorsunuz. Her kiralama ya da satın alma, yeni filmleri için kaynak teşkil ediyor ve sinema yapmasına olanak sağlıyor.
Ailesi Dersim’in Pertek ilçesinde yaşayan Şavaklar aşiretinden; yani göçerlerden… Çocukluğunda aynı yerde birkaç haftadan fazla durmamış. Baharla başlayan göç vadilerde mola vere vere, karların erimesine eşlik ede ede dağdaki yaylalara doğru devam eder, yazı orada geçirip, sonbaharla aynı yolu geri dönerlermiş. Bu yüzden ona göre mevsimlerin ve doğanın dilinden en iyi anlayanlar göçerlerdir. Çocukken yazları çobanlık yapmış, sürüsünü geceleri dağlara çıkaracak kadar da maharetli bir çobanmış; yetişkin biri bile yolu sadece ay ışığının aydınlattığı kapkaranlık bir yere gitmeye çekinirken, o çocuk başına ayılardan, kurtlardan korktuğu halde bunu yapmış. Çok korktuğunda ise koyunlarının arasına karışır, orada ayın şavkıyla kitaplarını okurmuş. Konuştuğumuzda kendisinin halen çobanlık yapan o Kazım olduğunu söylüyor. Belki de bütün çocukluğu Şavakların içinde geçtiği için, göçebeliği halen devam ediyor. İşi dolayısıyla çok seyahat ediyor; en uzun yolculuğu 35 gün sürmüş, aynı yatakta iki gün bile yatmamış. Sadece fiziksel değil, içsel yolculuklar da yapıyor sürekli… Filmlerinde de benzer yolculuklara rastlıyorsunuz, neredeyse hepsinde bir yol hikayesi var; hikâyelerin kahramanları sadece bir yerden bir yere gitmiyor, içsel yolculuklar yaşayarak büyük dönüşümler geçiriyor. Kendisiyle ilgili en büyük dönüşümü de köyden büyük kente gelmesiyle, üniversitede yaşamış. Çok yabancılık çekmiş, kendini kültüre çok uzak hissetmiş, yeni fikirlerle tanışmış ama hayatındaki en büyük dönemeç inşaat mühendisliğinde okurken, sinemayla tanışmasıyla olmuş.
Çok esprili biri, her şeye hatta hayatındaki en zor duruma bile espriyle yaklaşıyor; başına gelenleri mizaha vurmazsa baş edemezmiş gibi… Eleştiriye kapısı sonuna kadar açık, herkese empatiyle yaklaşabiliyor; mesela bir izleyicinin çok katı bir eleştirisini kendisine ilettiğimde, "eksik yanlarım çok, belki de haklıdır o kişi" diye yorum yaptı. Kimseyi yargılamamaya özen gösteriyor, filmlerine gelen olumsuz eleştirileri bile anlamaya çalışıyor. Gezi direnişine, Sakine Cansız’ın cenaze törenine ve BDP Siyaset Akademisi etkinliklerine katıldığı için silahlı örgüt üyeliği gerekçesiyle, 15 yılla yargılanıyor. Kendisiyle yürürken yolda bir arkadaşıyla karşılaştık; arkadaşı Öz’ü görünce şaşırdı ve "sen içeride değil miydin yahu" dedi. Gülüştük.
"EMEĞE, İNSAN İLİŞKİLERİNE, TARİHE HATTA KENDİ KÜLTÜRÜMÜZE KARŞI BİLE YABANCILAŞTIK VE KENDİ KENDİMİZİN KATİLİ OLDUK"
Bayağı ciddi bir davanız var, nedir durum şimdi?
Şubat’ta ikinci dava görülecek.
"Terör örgütü propagandası" yaptığınız içindi, değil mi?
Yok, bu direkt terör örgütü üyeliğinden… Daha aşağısı kurtarmıyor beni. (Gülüyor)
Hakkınızdaki somut deliller nedir?
Gezi’ye katılmak. Sakine Cansız’ın cenaze törenine katılmak. BDP Siyaset Akademisi’ne katılmak… Bunlar örgüt üyeliği kabul ediliyormuş.
Neden katılmıştınız o cenazeye? Savunmanız neydi?
Avrupa bu konuya çok iki yüzlü ve çıkarcı yaklaşıyor. Halkına reva görmediği bir şeyi, başka halklara reva görüyor. Biz refah içinde olalım ama başka ülkelerde kan gövdeyi götürsün diyor. Avrupa’nın göbeğinde de üç kadın siyasetçi katlediliyor, vahşi bir cinayete kurban gidiyor ve Avrupa’da bu konuda tık yok. Katil zanlısı Ömer Güney’in ölümü de şüpheli bence, eceliyle öldüğünü düşünmüyorum. Oradaki tepkim de barış sürecini o kadın siyasetçilerin cinayetlerinin bitirmiş olması… Kimse bunu görmek istemedi. Süreci asıl bozan bu cinayetlerdir, savaşı devam ettirmek isteyenlerin barış sürecine yaptığı bir darbedir, kimse bunu kabullenmek istemedi, ben de bu yüzden cenazeye gittim.
15 yılla yargılanıyorsunuz. Nasıl gidiyor dava?
Evet. Hakimle anlaşmaya çalışıyorum, bir yıl yatayım, senaryomu yazıp çıkayım diye… (Gülüyor) Şaka bir yana, savunmamızı yapıyoruz işte.
Bu arada yargıda bir yumuşama var, hiç akla gelmeyecek isimler beraat alıyor.
Evet ya, bakıyorsun idamla yargılanan insanlar altı ay sonra çıktı. İnsanlar basit bir propagandadan dolayı da örgüt üyeliğinden yargılanıyorlar işte. Fikrimizi söylüyoruz, beyanda bulunuyoruz, eğer bir suç varsa ortada, bu düşünce suçudur.
Demirtaş da aynı sebeplerden içeride… Söylemlerinden dolayı…
Ortada bir suç varsa, dediğiniz gibi bu düşünce suçudur aslında. Ne demiş? "Silahlı mücadele iyidir, yapılması lazım, destekliyoruz" mu demiş yoksa "Barış silahla olmaz, oturalım konuşalım, bunun çözümü konuşarak olur, taraflar yanlış yaklaşıyorlar, hata yapıyorlar" demiş. Devleti daha çok eleştirmiş olabilir ama çözüm önerisi de ortada, söyledikleri nasıl düşünce suçu olabilir ki?
"KAYYIM TEHDİDİ DEMOKLES’İN KILICI GİBİ BÜTÜN BELEDİYELERİN ÜSTÜNDE SALLANIYOR"
Dersim, Pertekli'siniz. TKP’den Fatih Maçoğlu belediye başkanı seçildiğinde şaşırdınız mı? HDP’nin kırmızı çizgisiydi çünkü Dersim.
Ben çok şaşırmadım çünkü Dersim kendi içinde çok kozmopolit bir yer. Sol fraksiyonlar içerisinde herhangi birinin başa gelmesi her zaman olasıdır. HDP’nin çok güçlü olduğu bir yer aynı zamanda ama buna demokratik çeşitlilik açısından olumlu bir şey olarak bakmak lazım. Bunlar birlikte dayanışma içerisinde olması gereken oluşumlardır.
Okuma oranının en yüksek olduğu kent Dersim, size göre bunun sebebi nedir?
Bu Dersimlilerin diğer insanlara göre daha akıllı, daha zeki olduğunu göstermez tabii. (Gülüyor) Burada devletin diğer vatandaşlarına göre bizi daha çok sevmesinden kaynaklı bir durum var. (Gülümsüyor) O sevgi de şuna dayanıyor, özellikle cumhuriyet kurulduktan sonra -biliyorsunuz Dersim bazılarına göre son isyan, son direniş, son özerkliktir- cumhuriyet projesinin en geç üzerinde gerçekleştirildiği alan… Bu projenin amacı daha çok okul yaparak, daha çok eğitime yüklenerek, Dersimlileri kendi inanç ve ulus anlayışlarından, etnik kimliklerinden uzaklaştırmaktı ama şöyle bir faydası oldu; bizlere Türkçeyi öğretmeye çalışırken matematiği de öğrettiler. Biz de o arada matematikçi olduk yani. (Gülüyor)
Sırrı Sakık’ın "kayyımların meşrulaştırılmaması için HDP’nin bölgelerden çekilmesi gerekiyor" söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz? En son Suruç Belediye Başkanı Hatice Çevik tutuklandı.
İktidar tarafından kırmızı çizgi aşılmış durumda, demokrasi açısından bir vahşetle karşı karşıyayız. Herkesin kayyımı beklemesi çok da anlamlı gözükmüyor çünkü kayyım tehdidi Demokles’in Kılıcı gibi bütün belediyelerin üstünde sallanıyor. Belli ki bu operasyon devam edecek ama yine de parlamentoda kalmaları için bir yol bulmaları lazım çünkü diğer yollar daha çözümsüz. Hükümetin de bu yöntemde ısrar etmemesi lazım.
Pertek’te nasıl bir ailede büyüdünüz?
Annemle babamın çok naif, çok vicdanlı, çok insancıl yapıları vardır. İstanbul’a gelmişler, ablam bunları alışverişe götürmüş. Mağazada bayağı dolaşmışlar, bir sürü şey almışlar, bir görevli de bunlarla çok ilgilenmiş. Kasaya gelince görevliye dönüp, "bizimle çok ilgilendin, sana da bir şey alalım" demişler. Bu hikâyeden anlarsınız nasıl bir aileden geldiğimi…
Ben bu naifliğe çok değer veriyorum, belki de onlar yüzünden böyle bir yönetmensiniz.
Ben onlar kadar vicdanlı kalmadım belki, metropol hayatı ve modernleşme bizi kendimize karşı bile yabancılaştırdı. Emeğe, insan ilişkilerine, tarihe hatta kendi kültürümüze karşı bile yabancılaştık ve kendimize zarar veren bir noktaya geldik. Kendi kendimizin katili olduk. Bu yüzden dediğiniz gibi ben de o naifliğe çok değer veriyorum.
‘Dur/Uzak’ filminiz kendi köyünüzle ilgili…
Evet. Güzel bir köyümüz vardı ama 90’lar sürecinde bayağı dağıldı. Herkes bir yere gitti. Özellikle Avrupa’ya büyük bir göç oldu. Köyümüz boşaldı. O köyün ve köylülerin hikayesi… Savaşın da etkisiyle, köyden kente zorunlu göç eden, gerçek bir Kürt belgeseli…
Nasıl bir çocukluk geçirdiniz orada? Siz de siyasetin içine doğanlardan mısınız?
Zaten biraz kendimi tanır tanımaz hangi örgütü seçmeliyim ile karşı karşıya geldim. (Gülüyor) Her türlü örgütümüz vardı çocukken çünkü. (Gülüyor) Dersim Türkiye’deki her hareketin, anlayışın bir şekilde temsil edildiği, farklı fikirlerin nefes alabildiği bir yer. Düzen partileri, sosyal demokrat partiler, silahlı silahsız örgütler de vardı. Ama bir taraftan bu çok pozitif bir şeydi, farklı bakış açılarını öğrenebiliyordun. Ben öyle siyasi bir ortamın içine doğdum. Ortaokuldan üniversiteye kadar her yaz hatta bazen kışın bile çobanlık yaptım.
Ben çobanları dağların filozofları olarak görüyorum.
Çok doğru, güzel bir laf. Üstelik bizde çobanlık gece yapılırdı, öyle insanların bildiği gibi hep gündüz çıkılmazdı. Hatta çobanlıkta hiyerarşi vardı, kendi içinde alanlara ayrılırdı. Gündüz ve gece çobanları olarak… Gece çobanlarının da bir alt bir üst çobanı olurdu. Bir tane baş çoban mutlaka olurdu. Daha çocukken çobanlık yapmaya başlamıştım. Düşününki ortaokul çocuğu, yanında keçesiyle Dersim’in dağlarında sürü dolaştırıyor.
11-12 yaşlarındasınız demek; yetişkin bir insanın bile ödü kopar gece dağlarda dolaşmak, bir çocuğu hiç düşünemiyorum.
Tabii ki korkuyorsunuz. Korkmaz olur muyum? Korktuğum için, sürüyü yatırdığımızda, heybemi alıp tam koyunların içinde yatardım, ayı var, kurt var...
Munzur Dağları’nda mıydınız?
Evet. Sürü otlarken ben ay ışığında siyasi dergiler okuyup, matematik çalışır, ev ödevlerimi yapardım. Sürüye beraber gittiğim baş çobanım Hasık Amcayla hala görüşürüz, hatta ‘Zer’de küçük bir rol oynadı. Filmde Dersim katliamından kalan tanıklardan biriydi. 85 yaşında, 20 yıldır tek başına yaşıyor ve hala köyde bağ bahçe, taş alanında elinden ne iş gelirse yapar; idolümdür. Onunla sürüye giderdik, dergi okurken uyuya kalırmışım, uyandığımda bir bakardım, Hasık Amca beni bırakmış, sürüyü almış gitmiş, nasılsa gelir bu diye. (Gülüyor)
İnsan yalnızlıktan delirmez mi?
Aslında öyle değil, orada yalnız değilsiniz çünkü doğa var. Binbir öğenin, binbir çeşidin buluştuğu bir yer… Koyunla olan ilişkiniz bile sizi bayağı oyalayan bir şey. Şu an bile bana en huzur veren şey, bir yamaçta otlayan koyunların yanında kitap okumak, onları izlemek, otlarken çıkardıkları sesi dinlemektir. Çıngırak sesleri bir yandan, rüzgârın esintisi diğer yandan; dünyanın en huzurlu yeri benim için hala orasıdır. Bir de koyunla kuzu doğadaki en zararsız canlılardır, saldırmak için ne gerekli uzuvları ne güdüleri vardır, işte onların o masumiyetleri, saflığı da insana huzur verir.
"İNSANIN EN BÜYÜK DÜŞMANI, TEKLEŞMEK VE AYNILAŞMAKTIR"
Göçebe bir topluluktan geliyorsunuz.
Evet, Dersim’in Şavaklarındanız biz, göçebe olduğumuz için sürekli göç halindeydik. Baharda göç başlardı, gider bir yere konardık, oradan başka bir yere oradan başka bir yere… En durgun olduğumuz vakit, kıştır. Kışın da sobanın başında masallarla, hikayelerle geçen bir çocukluktu benimki… O dönemler bana çok gerçeküstü, çok efsanevi hatta çok şiirsel geliyor. Bu yüzden geldiğimde şehre alışmam çok uzun süre aldı.
Bana bir sahne çizer misiniz o günlere dair?
Çektiğim ‘Şavaklar’ belgeselinde o günlere dair bir sahne bulabilirsiniz aslında, hem de bir kuzunun hikayesi üzerinden… Doğumundan mezbahaya giden ana kadar bütün hayatını anlatır film. Çevresinde insanlar vardır ama bir hayvan filmidir aslında. Göçebelikte her mevsimin başka bir tadı vardır. Hakikaten dört mevsimi de dolu dolu yaşamak ancak o hayatın içinde mümkün çünkü mevsimin koşullarına göre hayatınızı belirliyorsunuz; orada sizi yönlendiren doğa ve iklimdir…
Şamanlar gibi, göçerlerin tanrısı da doğa demek ki…
Zaten Şavakların içerisinde doğa tanrıları vardı. Çok tanrılığın izlerini bulursunuz orada, tek tanrılık pek yoktur. Annem inançsal bir ritüel yaptığında, tek tanrıya bağlı olmaz yani hatta tanrı kavramı çok azdır bizim kültürün içinde… Ağaç vardır, nehir vardır, akşam doğacak olan ay vardır. Su çok önemlidir ama toprak da vardır bazen bir taş da… Bazen gider o taşla dertleşirsin, ona saygı duyarsın, onu öpersin, mümkün olduğu kadar onun yakınında olmaya çalışırsın. Doğaya ve canlıya saygı inancımızın temelini oluşturur.
Ovacık’tayken bir yılbaşı kutlamasına denk gelmiştim; köyün yaşlıları sabah ev ev gezip hediyeler topluyor, akşam olduğunda da çuvallara koydukları hediyeleri ihtiyaç sahiplerine veriyorlardı. Bir nevi Noel baba gibi…
Gaxend’i diyorsunuz, bizde de yılbaşı öyle kutlanırdı. Aslında takvime göre yılbaşından 13 gün sonra kutlanır. Erkek kadın kılığına girer, elinde torbayla hane hane dolaşır. Akşam da ihtiyaç sahiplerine dağıtılır. Çok masalsı ama çok kadim gelenekler aynı zamanda... Her bölgede doğayla ilgili böyle yerel inanç biçimleri var. İnsanlar küçümsüyor bir taş kutsal sayılır mı diye ama bu bahsettiğimiz doğayla ilgili ritüellerin binlerce yıllık bir geçmişi olabiliyor ve hepsinin genetik, kültürel ve duygusal olarak kodlarımızda yeri var. Bu çok önemli bir alan insanoğlu için ve sanat bu konuya kesinlikle eğilmeli…
Türk bir Kızılderili’yle röportaj yapmıştım 3 yıl evvel, bana Kızılderililerle Alevi ritüellerinin çok benzerlik gösterdiğini söylemişti.
Doğrudur, çok şaşırmam. İnsanlık tarihine baktığımızda özellikle inanç anlamında kötü bir düşüş izliyoruz, inanç biçimlerini tek bir kavramda toplamaya çalışıyoruz. Bir mekâna indirgiyoruz, tektipleştiriyoruz. Aynı ibadethaneler, aynı kıyafetler, aynı kitaplar…
Tek din, tek bayrak, tek dil gibi…
Bu tekleşme insanın düşmanıdır. Sosyal olarak yaşadığımız en büyük mesele buradaki tekleşme ve aynılaşma meselesidir. Bu insanlığı daha kolay kontrol etmek için oluşturulmuş sistem ancak egemenlerin ihtiyaç duyduğu bir araçtır. Herkes bilmez ama Dersim’de her köyde inanç adına farklı ritüeller vardır, annem başka bir ritüel yapar, babam başka türlü yapar. Ben o çeşitlilikten geliyorum.
"ADAM 27 DAKİKALIK KISA BİR FİLM ÇEKMİŞ AMA İDDİANAMEDE SANKİ 27 TANE ANAYASA MADDESİNİ İHLAL ETMİŞ GİBİ…"
İnşaat mühendisliğinden sinemaya geçişiniz nasıl oldu? İkisi de birbirinden çok farklı alanlar.
Bu biraz politik kimliğim ve okuduğum kitaplarla da ilgiliydi.
Bu pek açıklamıyor durumu, politik bir inşaat mühendisi de olabilirdiniz.
(Gülüyor) Doğru. Aslında mühendislik çok bilinçli bir tercihle olmadı, biraz tesadüf oldu. Ailede mühendisler çoktu, matematikte canavar gibiydik, dolayısıyla tercih o yönde oldu ama bir şekilde sinemayla tanışınca içimdeki ateşe atılacak odunun ne olduğunu anladım.
Ben sizin filmlerinizi izleyemiyorum, kanser olacağım diye çekiniyorum. Ödüm patlıyor resmen. Çok gerçekçi ve ağır hikayeler….
(Gülüyor) Filmden çok o hikayeleri yazdıranlar asıl korkutucu olan… Hayattaki gerçekliklere yoğunlaşınca, seyirci de o gerçekliklerden nasibini alıyor haliyle. ‘Şavaklar’,’Dur/Uzak’ ve ‘Zer’ aslında size iyi gelecek filmler, ikisinin de insana kendini iyi hissettiren bir hikayesi var…
‘Zer’ bayağI ödül aldı.
Bu hafta yeni bir ödülümüz geldi, Barselona’dan… Gösterime gittiğimde hissetmiştim gerçi, çünkü film bittiğinde normalde seyirci salonu boşaltır ya, burada hemen hemen seyircinin hepsi içeride kalmıştı. İçimden "Allah Allah filmi anladılar mı acaba" diye geçirmedim değil! (Gülüyor) Sonra yaptığımız söyleşide, inanamazsın herkes konuştu neredeyse, o an anlamıştım.
Barselona Avrupa’nın asi çocuğu olmuş hep; Dersim gibi… O yüzden filme bir yakınlık hissetmiş olabilirler.
Olabilir. Üstelik geç gittik, belki de ilk oraya gitmeliymişiz. (Gülüyor)
‘Ax/Toprak’ hikayesiyle olağanüstü bir kısa film… Ödüllü bir film o da ama Türkiye’de gösterimi yasaklandı.
Evet maalesef, çektiğim kısa bir filmden dolayı kendimi mahkeme salonunda buldum ve yargılandım. Niye böyle bir film yaptın, burada ne anlatmak istedin gibi sorular sordular. Sinemaya merhaba der demez böyle bir şeyle karşı karşıya geldim yani… Aslında hakim de ‘saçmalık yani, böyle bir şey niye yapıyoruz?’ der gibiydi. Adam 27 dakikalık kısa bir film çekmiş ama iddianamede sanki 27 tane anayasa maddesini ihlal etmiş gibi yani…
Biri ihbar etmese işler bu hale gelmez.
Biri ihbar etmiş zaten. Ülkede sistem böyle çalışıyor, biri üzerine alınıyor, sisteme yaranmak için de seni ihbar ediyor. Derin devletin kolları sivilleri de kapsıyor tabii. Onlardan biri bu filmden rahatsız olmuş ve savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Bazı sahneleri çıkarmak istediler, ben de o sahneleri çıkarmayınca komple yasakladılar. Hala yasak.
Ax’ın çok özel bir hikayesi var; köyü zorla boşaltılmış bir adamın gizlice köyünde yaşamasını anlatıyor. Vardır böyle hikayesi olan insanlar bence…
O kadar seviyor ki köyünü, başka bir yerde yaşayamayacağını düşünerek oradan dışarı çıkmıyor ve gizli yaşamaya başlıyor. Aslında bildiğin bayağı insani bir hikâye… Ax ilk kez Milano’daki kısa film festivaline kabul edilmişti, o zaman hayatımda festival nedir bilmiyordum. Festivale gittik ama ingilizcem o sıralar bayağı kötü. Kürt/Türk çevirmen de yok, yalnızım. Ama filmi izleyenler beni görünce hep kalplerini işaret ediyorlardı, demek ki iyi bir film yapmışız diye düşünüyordum. En iyi iki film seçilecekti ve paralı ödüllerdi. Yönetmenleri en öne oturtmuşlardı, önce ödül alan filmi açıklanıyor sonra izliyorduk. İki film de gösterilince, tören bitti, ödül alamadık diye kalktım, kapıya gittim. Tam çıkarken adımı duydum, baktım herkes beni arıyor; İtalyanca bir şeyler söylüyorlar falan… (Gülüyor) Sahneye çıkardılar beni, yaşlı bir adam konuşuyor, bana bakıyor, herkes alkışlıyor falan… Ben de o sırada "bu film de iyiydi, buna da Jüri Özel Ödülü verelim bari dediler herhalde" diye düşünüyorum ama kimseye de soramıyorum. Bir gün sonra parayı bana teslim ettiklerinde anladım; meğer en iyi film ödülüymüş… (Gülüyor) Fotoğraf filmi için de orada aynı ödülü aldım, hatta sahneye çıkınca "emin misiniz, Ax’ta da böyle bir şey yaşamıştım" deyince çok gülmüştü seyirci…
Ülkeyi ve sinemayı temsil eden bir sanatçı olarak orada yalnız bırakılmamanız gerekirdi aslında. Neyse, ilk yasaklanan filminiz Ax olabilir ama son değil; 6’ıncı filminiz ‘Zer’ de 3 dakikalık bir sansür gördü ve ekran kararttınız; 3 dakika da bayağı uzun bir süre…
Çok uzun. Sansür gerçekten çok zoruma giden bir şey, biri gelip sizin filminizde kendi beğenmediği sahneleri kesiyor, bunları göstermeyeceksin diyor. "Çok yanlış buldum bu sahneleri" diye eleştirebilir, "filmi hiç beğenmedim" diyebilir, saygı duyarım ama "eline makası al, şu sahneleri kes ve o sahneler yokmuş gibi davran" demek sadece bir yönetmen için değil, o filmde emeği geçen herkes için çok ağır bir şey. Eğer o sahneleri karartmasaydım film tümden yasaklanacaktı. Çare olarak siyah ekranı bulunca, yerçekimini bulmuş gibi heyecanlandım. (Gülüyor) Seyirciyle sansürü karşı karşıya getirmiş de olduk. Bu karar bana dönük bir karar değil aslında, seyirciye dönük bir karardır. Ben izledim nasıl olsa filmi… (Gülüyor) O sahneleri seyirci izlemesin diyorlar, ben de seyirciye karşı karşıya kaldıkları şeyi gösterdim, hakikaten de muhteşem bir tepki aldık. Her siyah ekranda alkışla protesto edenler, yuh çekenler oldu. Kötü hissetti seyirci çünkü tercih ve karar onlara bırakılmamıştı. Seyircininki "sahne kötüyse ben yuh çekerim zaten, sen niye karar veriyorsun buna" tepkisiydi. Ama sonra siyah ekran da sansüre uğradı.
Peki, sansür gören sahneler neydi?
Dersim 38 ile ilgili bir bölüm vardı, bir de gerilla sahneleri vardı. Gerilla sahneleri anında kesildi, zaten şu an büyük bir gerginlik de var, hiç görünmesin istiyorlar. Öyle bir gerçeklik yokmuş gibi; ama her gün haberlerde böyle bir gerçekliğin olduğunu görüyoruz. Varlar yani. O yüzden filmde de olmaları gerekiyordu. Diğer sahnede ise bazı fotoğraflar vardı. O fotoğraf serisinde duvar yazıları vardı, birinde diyor ki "1938’de on binlerce Kürt/Alevi vatandaş katledildi…" Bunu yasakladılar.
İyi de tarihte var bu, tarihi de yasaklayamazlar ki!
Bırakın tarihte olmasını, başbakanın kendisi Dersim’den özür diledi. O da siyasetin cilvesi… Siyasetçiler bir dönem onu der, bir dönem tam tersini der, başka bir dönem de demedim der. Bütün dünyada siyaset çok kirlendiği bir döneme denk geldik.
"DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İSTEYEN, UMUTLARI OLAN, DOĞRULARI VE YANLIŞLARIYLA VAR OLAN GÜZEL İNSANLARIN ANISINA BİR SAYGI DURUŞUDUR BAHOZ…"
İlk uzun metraj filminiz "Fotoğraf…" Onun hikayesi de silindir gibi geçiyor insanın üzerinden; biri askere, diğeri gerilla olmaya giden iki gencin hikayesi...
Hikayesi tamamen kurguydu. Savaş karşıtı bir şey yapmak istiyordum, savaşın insanları ve duyguları nasıl kirlettiğini anlatmak istiyordum. Savaşan iki taraf var; hangi tarafı tutarsan tut, -kimin haklı kimin haksız olduğundan bağımsız olarak- her iki taraf da insan, her iki tarafta da güzel insanlar, ölen insanlar var ve aslına bakarsan her iki tarafta da birbirini tanısalar birbirleriyle canciğer olacak gençler var ama bu savaştan dolayı olamıyorlar. Bu filmde de ayrı saflara giden iki ayrı genç var, birbirlerine kanları ısınıveriyor; nereye gittiklerinden haberleri yok ve dağda birbirlerini öldürüveriyorlar. Onlarla ilgili bir mesele değil bu sadece, onları buralara sürükleyen dış koşullara dikkat çekmek için yazdım bu hikâyeyi…
Ben gerçek sanmıştım çünkü biri asker iki kardeşin birbirini dağda öldürdüğü gerçek bir hikâye var ya!
Gerçeği yaşanmıştır belki de hayata çok uzak bir hayal değil!
Bahoz/Fırtına filminiz 12 Eylül’ün 90’lardaki etkilerini anlatıyor; sizin deneyimlediğiniz ÇBS (çizgisi belirsiz sosyalistler) de var, Alevi olduğunu söyleyerek Kürt kimliğini reddedenler de var.
Kişisel deneyimlerim de var içinde… Gerçek olaylardan yola çıkarak yazdığım bir film o. Filmin içindeki karakterler, üniversite yıllarımda karşılaştığım karakterler zaten. Tek bir hikâye barındırmıyor içinde. 17 yaşıma kadar bahsettiğim hayatın içindeyken, birden şehre ve üniversiteye geldim; haliyle politik bir kimlikle geldim ve 90’ların atmosferi içerisinde kendimi buldum. Büyük kalabalığın içindeki yalnızlık çok dikkatimi çekmişti. Yabancılaşma müthişti, dostluk ilişkisi çok zayıftı. Dersimli Haydar diye bir arkadaşım vardı, savaşta kaybettik kendisini; onun hikayesi benim ilk hareket noktamı oluşturdu. O dönemin dünyayı değiştirmek isteyen, umutları olan, doğruları ve yanlışlarıyla var olan güzel insanların anısına bir saygı duruşuydu o film… Film aynı zamanda Cemal’in içinde bulunduğu grubun; siyasi hareketin ve İslamcıların hikayesi; yani bir dönemin hikayesi, dolayısıyla Türkiye’nin de hikayesi… Kütüphanede çok yoğun bir zaman geçirdim; ÇBS’cileri de İslamcıları da solcuları da derinlemesine araştırdığım bir film oldu. Bir belgesel tadında aslında…
Peki, siz de Cemal gibi Kürt olduğunuzu söylemekte zorluk çekmiş miydiniz?
Lisede yaşadım o süreci ben. O zamanlar ben Alevi’yim Kürt değilim denirdi genelde. Ama üniversiteye hazır gelmiştim, artık kimliğimi saklamıyordum ve neyle karşı karşıya olduğumu biliyordum. Dersimli olunca kimliğini reddetme sürecini erkenden yaşıyorsun, üniversite çağında o süreç bitmiş oluyor.
Seyirciler ya nefret etmiş ya âşık olmuş, ortası yok!
(Gülüyor) Hakikaten hem sevenleri hem nefret edenleri çok filmin ama her iki taraftan da… Sevenler Kürtler sevmeyenler Türkler gibi değil ama, nefret eden, reddeden, sansürleyen, göstermeyen Kürtler de oldu, çok seven Türkler de… Bazı yerlerde protestolar oldu, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Kürt öğrenciler, filmin kendilerini doğru temsil etmediğini düşünüp protesto ettiler mesela. Sadece zaaflarının gösterildiğini düşündüler. Kürt siyaseti açısından filmin içinde birtakım çelişkiler de var; sorunla duygusal ilişkisi olan başkasının duygusal ilişkisini yargılıyor mesela… Sınıfsal çatışmalar var; çok lüks arabalarla dolaşıyorlar ama bir şeyin mücadelesini veriyorlar falan… Felsefi olarak problem teşkil eden katı bir hiyerarşi var.
Ama beyaz Türkleri sarışın kızlar olarak göstermeniz de sorunlu olmuş.
Evet, diğer taraftan gelen eleştiri de buydu. (Gülüyor) Onlar da filmi sadece siyasi bir hareketin propagandasını yapmak için gösterdiğimi algılamışlar. Aslında bu algılar onların sorunu, benimle ya da bu filmle ilgili değil! Bir şeye yönelik aşırı övgü ya da aşırı eleştiri insanın tutumlarıyla ilgilidir. Ben her iki tarafı da anlıyorum. Her iki taraf da bir savaşta mağdur olmuş, tarafını çok idealize etmiş, içinde bulunduğu savaşı kazanmak istiyor; diğer taraftan da sokakta molotof atan adamı yok edilmesi gereken bir terörist olarak görüyor; bu tamamen kendisiyle ilgili bir durum, dolayısıyla anlıyorsun yani. Bu filmde her iki tarafın da insan olduğunu gösteriyorum; bak bunların da duyguları var, bunlar da seviyor, bunlar da inanıyor… Sinemacılar bile bu filme çok objektif bakamadı mesela; sinematografiye değil, hikâyeye odaklandılar. Orada karakter neden Türk kızını değil de Kürt kızını seviyor diye bir eleştiri bile geldi, tasarımda hiç düşünmediğim bir detaydı, bunları duyunca "dikkat mi etmem gerekiyordu" dedim mesela. Cemal’in orada kimi sevdiği önemli değildi ki, o Cemal’in kendi dünyasıydı, kimlik olayıyla alakası yoktu. Yaptığım filmler içerisinde sinematografisi en yüksek film de Bahoz’dur üstelik.
Detaylara fazla odaklanmaktan, filmin anlatmak istediğini yakalayamıyoruz sanırım.
Rahmetli Cüneyt Cebenoyan da benzer eleştiriler yapmıştı, sonradan kendisiyle konuştuğumuzda filme daha da pozitif yaklaşmıştı. Filme duygusal baktığını düşünüyordum, çünkü onun bir acısı vardı, o yüzden eleştirisini kötü algılamadım hiç.
Çok büyük travmalar yaşamış biri olarak duygusal eleştiri yapması çok normal. Eleştiri her zaman mekanik olamaz zaten.
Kesinlikle. Bu yüzden filmi o şekilde okuması çok anlaşılacak bir şey.
"KAMERALARIN ÖNÜNDE İNSANLARIN BOĞAZI KESİLİYOR, HAYVANLARA İŞKENCE VİDEOLARI YAYINLANIYOR, BİRİNİN KALBİNİ ÇIKARIP YİYEN ADAM BİLE GÖRDÜK SURİYE’DE…"
İki hafta evvel Ayşe Berktay’la yaptığım söyleşide, kısaca 80’li yıllarda devrimci hareketin, sol örgütlerin Kürt meselesini yeteri kadar sahiplenmediğini söylemişti.
Türkiye’de devrimci hareket başarılı olamadıysa, bunun iki önemli sebebi vardır. İlki Kürt meselesini doğru tahlil edemeyip ona dönük bir planlama yapmamaları; ikincisi de din meselesinde de aynı mesaiyi yapmamalarıdır. İnsanın maneviyatı meselesi es geçilen bir unsur oldu. Aşırı maddeci, fazla rasyonel, fazla akılcı bir bakış açısı söz konusu oldu. Kadın meselesini de buna mutlaka eklemek lazım. Bu gücü gösteremeyip, yeni bir pencere açmadıkları ve alternatif çözümler getiremedikleri için bu üç alanda sınıfta kaldılar. Şu anda bu zihniyetin iktidar olmasının sebebi de bu zaaftır, insanların maneviyat ihtiyacını anlayamamaktır. Kürt ve kadın meselesi de bu hükümetin kullanarak başarı sağladığı argümanlar oldu ve bu meseleleri sahiplenememek Türkiye devrimci hareketine çok kaybettirdi.
Gerçek bir devrimci, bütün meseleleri, bütün ezilenleri sahiplenen ve bu uğurda dünyayı değiştirmeye çalışandır aslında.
Hayatın tüm gerilimlerine, var olma biçimlerine, sınıf farklılıklarına sahip çıkacaksın ki diğer yönlere doğru bir yabancılaşma yaşanmasın. Aksi taktirde bir sığlık ortaya çıkar ve bu siyasetine yansır. Bu büyük bir sorun.
Peki, 20 yıl sonra şimdiki dönemi bir film haline getirseniz, nasıl çekerdiniz?
Sanırım Bahoz’dan daha sert, daha zalim bir film olurdu. Vicdanın ve adalet duygusunun devre dışı kaldığı, öfkenin kontrol edilemediği, çıkarların ön planda olduğu fazla kaotik bir dönem olarak gösterirdim. Kameraların önünde insanların boğazı kesiliyor bu ülkede, hayvanlara edilen işkence videoları yayınlanıyor, bırak her şeyi, birinin kalbini çıkarıp yiyen adamı bile gördük Suriye’de…
Zombi Çağı geldi sanırım.
Gerçekten tam bir Zombi çağı, vahşetin tavan yaptığı, şiddetin doruğa çıktığı ve Zombi istilasına uğradığımız bir dönem… Şimdi düşününce, böyle bir dönemi çekebilir miyim bilmiyorum.
Hiç salon bulamayan sinemacılar arasında olmak nasıl bir şey?
(Uzun uzun gülümsüyor) Onların arasında olmak hem üzücü hem sevindirici. Üzücü yanı seyirciye çok zor ulaşmamız, sevindirici yanı ise demek ki doğru bir iş yapıyoruz ki yanlış bir iktidar beni buralara sokmuyor. Bu da bir duruşum olduğunu ve taviz vermediğimi gösteriyor. Birilerine yaranmak için boyun eğmiyorum.
Son filminiz "Bir Kar Tanesinin Ömrü" hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Kastı oluşturma aşamasındayız şu an. Oyuncu seçmeleri devam ediyor, çekimler ocak-şubat gibi başlıyor. İnsanlar büyük bir heyecanla geliyor ve yaptığımız filmlerden dolayı bu projeye inanarak, ne olursa olsun içinde yer almak isteyenler var. Benim için özel bir film çünkü ilk kez hem tam anlamıyla bir kadın filmi ve aynı zamanda bir aşk filmi olacak. Bu açıdan baktığımda, acaba boyumdan büyük bir işe mi kalkıştım diye düşünmüyor da değilim. (Gülüyor) Şimdiden kadınların bütün eleştirilerini kabul ediyorum.
Kadın filmi olduğuna göre yine politik bir film olmalı… Bir kadından yardım alıyorsunuzdur herhalde.
Elbette, politik bir film; birkaç kadından yardım alıyorum tabii. (Gülüyor) Başrol kadın oyuncu olacak ve bir kadın olarak Türkiye Sineması için psikolojik anlamda çok farklı geçişleri olan, en derinlikli rol diyebilirim. Başrol oyuncusuna daha karar veremedik ama birkaç seçenek var.
Kimler var seçenekler arasında?
Birkaç seçenek var; Beren Saat düşünülen isimlerden biri…
Netflix’de bir diziye başlıyor gerçi.
Zaten o bir problem, dizi olunca çekimlere vakit ayırması zor. O yüzden başka seçeneklere de bakıyoruz. Ama çok ilginç bir kast oluşuyor. Gerçekten ekip olarak kasta çok özen gösteriyoruz.
Yapımcı istemezse seçtiğiniz kişiyi?
O tartışmalara girmemek için, yapımcılığını da biz yapıyoruz. Bizimki Tam Bağımsız Film kategorisine giriyor. (Gülüyor)
Kültür Bakanlığı destek verdi mi? Tolga Karaçelik, Emin Alper gibi yönetmenler kara listeye alındılar ya.
Başvuracağız bakalım, umutluyuz. Umarım bir sürpriz yaparlar. (Gülümsüyor)