The Bear: Sinir krizinin eşiğindeki lokanta
Can ÖKTEMER
Bir inanışa göre lokantalar birbirine zıt iki paralel dünyada yaşarlar. Buna göre bir tarafta nezih bir ortamda güzel müziklerin dinlendiği, iştah açıcı görüntüye sahip, dumanı üzerinde tüten yemeklerin yendiği bir dünya; diğerinde ise herkesin birbirine bağırdığı, ocağın başında telaşla bir şeylerin karıştırıldığı, sürekli bir hareketin olduğu, kapıların telaşla açıldığı telaşla kapandığı kaotik bir mutfak mikrokozmosu vardır.
Bu iki dünya birbirine çok nadir temas eder. İki taraf da kapının ardında neler olduğundan haberdar değildir. Söz konusu mutfak olunca gizem biraz daha artar. Orada neler döndüğü, gün boyu yemeklerin nasıl hazırlandığı, insanların birbirleriyle olan ilişkileri hakkında pek fazla bilgi sahibi değilizdir. Gerçi Anthony Bourdain, Mutfak Sırları adlı kült kitabında birkaç ürpertici ipucu vermişti.
Son zamanların en dikkat çekici dizilerinden Bear iki sezondur bizlere bir nevi ‘Mutfak Sırları’ fısıldıyor. Dizinin ilk sezonunda New York’ta yaşayan, başarılı bir şef olan Carmen Berzatto’nun intihar eden abisinin Şikago’daki 'The Original Beef of Chicagoland' adlı lokantasının başına geçmesini izlemiştik.
Carmen, sezon boyunca abisinin kaybıyla, karmaşık aile ilişkileriyle, finansal olarak zor günler geçiren, işletme kalitesi olarak yerlerde sürünen dükkanının yarattığı anksiyete ataklarından kaçmaya çalışarak lokantayı düzlüğe çıkarmaya çalışıyordu. Lakin lokantada sorunlar eksik olmuyordu; mutfak tesisatları sürekli bozuluyordu, hijyen meselesinde de sık sık ofsaytta düşüyorlardı.
Uğur Dündar ciddiyetine sahip sağlık memurlarının denetiminden geçemiyor, “Onlar Afrika’dan muza atlayıp geldi” bahaneleri ceza indirimine yaramıyordu. New York’un dövmeli, havalı şefi Carmen menüsünde sandviç dışında kayda değer yemek bulunmayan, bir dünya sorunu olan çalışanlarla sezon boyunca “Benim ne işim var ulan Şikago’da?” bakışıyla, her daim sinir krizinin eşiğinde geziniyordu. Üstelik abisinin kaybı nedeniyle tamamlamak zorunda olduğu bir yas sürecinin içindeydi.
Carmen haricinde, ağzı mütemadiyen bozuk, karısından boşanmış, anlamsızlığın içinde debelenen Richie, şeflik dünyasına yeni adım atmış Sydney, ekmek ve pastadan sorumlu Marcus, her işin üstünden gelmeye çalışan Tina ilk sezonda hikayelerine tanık olduğumuz diğer karakterlerdi.
Dizinin yaratıcısı ve yönetmeni Christopher Storer, hızlı kurgu, bol yakın plan çekimleriyle kaos ve kriz dolu mutfak dünyasını tüm çarpıcılığıyla anlatmıştı. Bununla beraber, arka fonuna soğuk bir Şikago atmosferine alıp, R.E.M. parçaları eşliğinde mutfaktan insan manzaraları sunmuştu.
Geçtiğimiz günlerde seyirciyle buluşan yeni sezonda da hikayeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bear ekibi, bu kez lokantayı birinci sınıf bir yere dönüştürmeye çalışıyor. Storer, yeni sezonda hikayenin sacayağını lokantanın tadilatı ve yeniden açılma süreci üzerine kurmuş. Zamanın yükünü de tüm ağırlığıyla karakterlerin üzerine bırakmış. Onlar da seri boyunca nefes nefese bir şekilde lokantayı hazır hale getirmeye çabalıyorlar. Tüm bunlar olurken de her bir karakterin kendi dünyasına giriş yapıyoruz.
Storer, karakterlerinin DNA’larını ortaya sererek onların zaaflarını, kırılganlıklarını, hayattan beklentilerini, sevinçlerini, hayal kırıklarını tüm şeffaflığıyla anlatıyor. Berzatto ailesinin kara kutusu açılıyor mesela; Fishes bölümünde Noel yemeğinde bir araya gelen ailenin İtalyanlara yakışan bir gürültülü kavgayla eteklerindeki taşı döktüğüne şahit olmuştuk. Yalanlar, üstü bastırılan geçmiş, planlar, gelecek kaygısı… Hem ne demişler “Tüm mutsuz aileler birbirine benzer”.
Sadece aile meselesi değil, karakterler tekil olarak da bir dünya sorunla mücadele etmeye devam ediyorlar bu sezon da. Richie, derin orta yaş krizinde hayatın anlamını sorguluyor. Carmen’in kardeşi Natalie, taşıdığı büyük sorumluluğa ek olarak lokantanın işletme müdür oluyor; Marcus, bir taraftan hasta annesine bakmaya çalışıyor diğer taraftan Kopenhag’da mesleğin inceliğini öğreniyor, Tina’nın mutfaktaki görevi giderek büyüyor, Sydney mesleğinde daha iyi olmaya, lokantayı elit bir yere dönüştürmek için çabalıyor.
Her bir karakterin uğraşmak durumunda kaldığı başka bir sorun olmakla beraber hepsinin ortak bir tedirginliği var: Başarısız olmak. Bu duygu onlara hava, su ve anksiyete olarak geri dönmüş durumda. Carmen’in dayısından alınan borçla, az zamanda çok iş yapmak durumunda olan ekip, güzel hayallerle kötü ihtimaller arasında gidip geliyor. İşleri hayatları oluyor. Bu da başka bir sorunun kapısını aralıyor haliyle. Carmen’in Claire ile ilişkisi sürekli patinaj yapıyor mesela. Üstelik Covid sonrası dünyada işletmelerin bir günde battığı düşünülürse lokantanın açılış takvimi yaklaştıkça kabuslar da bir o kadar artıyor.
Sydney’in bu belirsizliğe karşı bir formülü var, o da basketbol koçu Mike Krzyzewski’nin 'Leading with the Heart' kitabı. Kitap Sydney ve ekip için başarıya giden yolda takım olmanın, birbirine güvenmenin, yoldaşlığın, kendine inanmanın önemini klişe bir mottoya dönüştürüyor.
Klişe kâğıt üstünde de pratikte de işe yarıyor. Onların bu durumu Chicago Bulls’un efsanevi koçu Phil Jackson’ın koçluk metotlarını da andırıyor. Nasıl Jackson, Micheal Jordan’a takım arkadaşlarına güvenmeyi aşıladıysa, zor durumlarda Steve Kerr’e pas verdirerek sayı attırdıysa, sorunlu Rodman’ı sistemin parçası haline getirdiyse, Pippen’ı kendine inandırmayı başardıysa, Carmen ve Sydney de benzer bir süreçten geçiyorlar.
Özetle tüm ekip kendini bir inanç doğrultusunda işine adıyor, inat ve sebatla lokantanın açılışı için çabalıyorlar. Aile için de yas süreci ilk defa tamamlanıyor belki. Geçmişin yaraları artık üzeri utançla kapatılacak değil, madalya gibi gururla taşınabilecek bir şey haline geliyor.
Bazen her şey üst üste gelebilir, geçmiş ayakkabıya yapışan sakız gibi peşimize takılabilir, yaralar kapanmayabilir, zaman mengene gibi sıkıştırabilir, işler çıkmaza girebilir ama geleceğin ihtimallere açık, sarhoş edici belirsizliği devam etme gücü verir. Bu da bazen çok şey demek… Çünkü yolun kendisi aynı manzaraya sıkışmaktan daha iyidir. The Bear’ın yeni sezonu bu yılın en iyilerinden.