Tut Yüreğimden Anne
Mazlum ÇETİNKAYA
ARTI GERÇEK- Saymadım ama çok defa ölüm ve yaşam arasında bilinçaltının ruhumuzda git gel yaptığı şu son günlerde, kapandığımız evlerimizde, sinema filmleri, belgeseller veya dizi izleme, kitap okuma ve sosyal medya üzerinden yaşam ile bağlar oluşturmaya çalışıyoruz. Şu günlerin gündemi ile yakın ilgisi olmasa da, bu arada izlediğim "Tut Yüreğimden Anne" filmi, izlenmeye değer bir sinema filmi.
Bazı filmleri izlersin, sonrasında hafıza ya da bilinçaltı insanı götürüp bir yerlere bırakır. Güzel bir gece uykusu özlemi çekersin veya sessiz, sakin bir yürüyüşü özlersin, dünyaya bırakmak istediğin uzun ve huzurlu bir sevgiye gitmek istersin.
Sinemanın eksik ya da yeterince ele alınmayan konularından biridir otizm veya otistik spektrum bozukluğu. Daha da genellersek eğer, engelliler duyarlılığı her alanda olduğu gibi sinemada da yeterince işlenmedi.
Tut Yüreğimden Anne filmi bu konuda mesafe kaydeden bir çalışma. 2 Nisan Dünya Otizm Farkındalık Günü'ydü.
Filmin yönetmenleri Burçin Aydın ve Bülent Aydoğan, oyuncuları ise Sermiyan Midyat, Naz Elmas, Janberk Nak.
Sibel (Naz Elmas) hayatını otistik kızı Hazan, eşi Okan (Sermiyan Midyat) ve büyük oğlu Yaman’a (Janberk Nak) adayan bir kadındır. O, ailesi için her şeyi göze almaya hazır olsa da kocası ve oğlunun Hazan’ı kabullenmediklerini fark eder. Temelleri çatırdamakta olan ailesini bir arada tutmaya çalışan Sibel, bu zor günlerinde ölümcül bir hastalığa yakalandığını da öğrenir.
İzlerken karelerin çağrışımlarını ve izleyende bıraktıkları üzerinde daha çok durmak istiyorum.
İnsan ortak hatıralara ağlıyor bazen, ortak hatıralara güldüğü gibi. Fakat konu dram olunca, hatıralar insanı daha çok ağlatıyor.
Kareler insana ders verir gibi, insanı güçlendiren şey "hayattan yediğin tokattır" diyorsun düşününce. Anne, anneliğin aşırı hassasiyetiyle etrafını göremeyen ama bir o kadar da kırılgan bir yüzün ifadesi gibi.
Çocuğun (Hazan) minibüs sahnesi fazlasıyla etkileyici, dramın en güçlü olduğu yer. Burada/ bu karede toplumsal bir travmanın dışa vurumu da var aslında. Tam da merhametini yitirmiş bu dünyanın şu son günlerinde!
Yine salıncakta sallanan Hazan ve annesi, dünyanın yalnızlığında sallanır gibi yalnızlık merdivenimizde gözümüze ışık tutuyorlar.
PES ETMEYEN BİR KADIN VE 'ERKEK YENİLGİSİ'
Yıllar önceye gittim, bu alanda öğretmenlik yaptığım yıllar önceye… Yunus adlı bir öğrencimi hatırladım, yarım saat sarılıp titreyişini, bir noktaya bakarken sabit bekleyişini, ellerimi tutarken, beni niye anlamıyorsun der gibi gözlerime bakışını…
Böyle zamanlarda insanın damarları anevrizmal bir hâl alıyor sanki. Soğuk bir yalnızlık üzerinde büyüyen ve durmadan içine doğru, kalbinden, aort damarlarından gelen bir anevrizma gibi. Ahmet Kaya’nın şarkısı filme çok uzaktan enjekte edilmiş gibi dursa da, aradaki diğer müzikler sahnelerle yan yana gelince o aort genişlemesini yaşıyor insan…
Zorluklar karşısında mutluluk ve mücadeleyi birlikte üreten, pes etmeyen kadınla, yok diyen, reel hayatın karşısındaki baba ile abinin "erkek yenilgisi"ni ara ara görebiliyorsunuz.
Cemal, filmin ara sahnelerindeki bir başka engelli, süt aracına kafayı takmış, süt aracındaki sütlerin kendisinin ineklerinden sağıldığını söyleyip, mahalle bakkalı önüne gelen sütçünün aracındaki sütlerden her defasında iki şişe araklıyor. Burada/ bu karede ise, sınıf/ mülk/ varlık/ yokluk/ sahiplik nasıl güzel işlenmiş, slogansız, vatansız, bayraksız…
Dünya bazen bir çocuğu aramakla geçiyor, bir ömrü, bir avuç sevgiyi aramakla geçiyor sanki… Sonra bir çocuğun gölgesinde bir anne ne kadar büyür diyorsun acaba bir baba nasıl ölür içten içe..
Ve sonra bir soluksuzluğun içinde kalınca sevgiyi unuttuğu da oluyor insanın, annenin, babanın, abinin…
Filmde abi (Yaman) sevgiden yana payını biraz geç alıyor. Sevgiyi geç alanlar biraz geç yeşerirler, güneşi de umudu da geç fark ederler. Yaman öyle bir karakter. Bu yönüyle filmin de en başarılı karakteri.
ÖLÜM AĞZIMIZDA PASLI BİR MÜHÜR OLUYOR
Dünyanın çirkef hallerinden ve ideolojik yırtılmaların yansımasından uzak, doğanın verdiği/ yol açtığı duygusal sahnelerin sanki önceden kurgusu yapılmamış gibi, doğal ve bir o kadar da sıradan ve güzel işlenmiş bir anne Sibel. "Ölüyorum ben Okan" diyen bir cümlenin annesi.
Sevgi bir öğretilmişlik midir yoksa emek ile büyüyen bir yaşanmışlık mıdır? Ailedeki yalnızlığın sembolü Yaman’ın filmin sonundaki yaptıkları bu sorunun cevabını veriyor fazlasıyla.
Her gidiş bir geri dönüşü de barındırır kendi içinde. Yaman’ın geri dönüşü ve sonra filmdeki "bazen bir yüreği kazanmak her şeyi kaybetmeye değer" cümlesi bugünün şu zor dünyasına ders verir gibi!
Ölüm, maddeden bağımsız bir sonsuzluk diyor anlatıcı, hayatın ve filmin anlatıcısı…
bir anne gidince yollara portakallar serpiliyor,
ölüm ağzımızda paslı bir mühür oluyor,
sonra bir haber okuyoruz,
kargodan cenazesi teslim edilen bir annenin haberini…
ve film devam ediyor!