İdris Baluken ile 'Kırık Ayna' üzerine: 'Yıkıcı hapishane ortamına, belleğin direnişiyle verilen bir yanıt'

İdris Baluken ile 'Kırık Ayna' üzerine: 'Yıkıcı hapishane ortamına, belleğin direnişiyle verilen bir yanıt'
Eski HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken'in, cezaevinde yazdığı "Kırık Ayna" okuyucuyla buluştu. Geçen nisanda tahliye edilen Baluken, "Kitaba ait her şey, bir hücre ve avlu içinde şekillendi. Sadece yayım safhası dışarda olduğum döneme denk geldi" dedi.

Hicran CENGİZ


Artı Gerçek - HDP Grup Başkanvekili olduğu dönemde 4 Kasım 2016 tarihinde gözaltına alınarak tutuklanan İdris Baluken, önceki üç kitabı gibi, son romanı “Kırık Ayna”yı da cezaevinde kaleme aldı.

Baluken yeni romanında, edebiyat ve sinema tutkunu bir adamın ısrarlı bir davet üzerine hem kendi köklerini keşfettiği hem de Orta Doğu’nun büyük acılar yaşamış kadim halklarından birine ait kutsal bir emanetin peşine düştüğü Mardin serüvenini anlatıyor.

5 Nisan 2023’teki tahliyesinin ardından kitabının basım aşamasını tamamlayarak okurlarıyla buluşturan Baluken ile yeni romanı "Kırık Ayna"yı, bir edebiyatçı olarak cezaevinden eserler vermenin yazar- okur ilişkisini nasıl etkilediğini; cezaevinin yazar için oluşturduğu atmosferi ve okur-yazar buluşmalarını Artı Gerçek için konuştuk.

Yeni kitabınız "Kırık Ayna" şehir-insan etkileşimini hissedebileceğimiz bir temaya sahip. Siz kitabınızı mekân ve bellek kapsamında değerlendirdiğinizde nasıl konumlandırıyorsunuz?

Birey için doğup büyüdüğü evin, mahallenin yıkımı nasıl bir travma ise halklar için de kültürel varlığın şekillendiği coğrafyada yaşanan yıkımlar benzer travmalardır. Kırık Ayna’yı böylesi travmatik süreçlere karşı, bir bellek ve mekân savunusu olarak tanımlayabiliriz. Tarihsel seyri içinde inkâr edilen, unutturulmaya çalışılan, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir halka ait gerçekliğin, edebi bir kurgu üzerinden hatırlatılması çabası da denebilir. Bireysel duygular üzerinden kolektif yaşantıların ayık tutulması, kültürel belleğin yeniden canlandırılmasıyla eşdeğerdir. Kitapta, bundan ötürü hafıza mekanlarının betimlemeleri uzun tutuldu, bellek ile toplumsal aidiyet duyguları arasındaki bağlar sıkça işlenmeye çalışıldı.

Hafıza mekânlarının insan ile ilişkisini nasıl ele aldınız?

Mekân, bireylerin olduğu kadar toplumların da bilişsel ve duygusal gelişim süreçlerinde belirleyicidir. Bu etkileşim, bireysel ve kolektif belleği şekillendirir. Yaşantıları canlı tutma yetisine bellek dersek, mekânın, bellek ile olan ilişkisi üzerinden bireysel ve toplumsal yaşantıların devamlılığındaki rolü daha iyi anlaşılır. Bu açıdan, mekân hafızayı, hafıza da mekânı anlamlandırır demek yanlış olmaz. Doğup büyüdüğümüz evin, mahallenin çocukluk anılarımızdaki belirleyiciliği ve iç içeliği neyse, toplumlar için de kolektif kültürün doğup büyüdüğü topraklar aynı şeydir.

“Oko” kitabınızda şehir temasını görmüştük, uzaktan gördüğünüz bir hikâyeye davet etmiştiniz okuru. Kırık Ayna’da bizleri neler bekliyor?

Kırık Ayna’da Mezopotamya ve Ortadoğu’nun en kadim halklarından biri olan Süryani halkını tanıma, acılarla dolu yaşantı ve yazgılarına ortak olma daveti var. Bu davet, okura sıkça empati yaptırmayı da hedefliyor. Bireyselliğe dayanan popüler kültürün unutturmaya çalıştığı başkasının derdiyle dertlenme erdemini hatırlatıyor. Dert, acı, yazgı, yaşantı demişken aşkı unutmak olmazdı elbette. Bu bağlamda Kırık Ayna, gerisinde iki kırık kalple, alışılmışın dışında bir aşk ve sevgi okuması yapmaya çalışıyor. İnan, Linda ve Moussa’nın düşündürteceği çok şeyin olduğu kanaatindeyim.

“Sincanʼdan Edirneʼye Hasbıhal-name” klasik bir tabirle “içeriden” bir kitaptı. Dışarıda ve cezaevinde kitap yazmanın farkı bir yazar olarak sizin için nedir? Edebi zenginlik adına fark yaratan faktörler neler? Bu bağlamda atmosferin yazara etkisi nedir?

Aslında Kırık Ayna da diğer üç kitabımda olduğu gibi içeride yazılmış bir çalışma. Kitaba ait her şey, dört duvarla sınırlanmış bir hücre ve avlu içinde şekillendi. Sadece yayım safhası benim dışarıda olduğum bir döneme denk geldi. Bunu ilk sorunuzla bağlantılandırarak şu açıdan önemsiyorum: Bireysel belleği çökertmeyi amaçlayan bir mekânda yani yıkıcı bir hapishane ortamında, Kırık Ayna bu anlayışa yapıcı bir çabayla kolektif belleğin direnişi üzerinden bir hafıza mekânı olarak yanıt verdi. Sınırlanmış koşulları, gelişen ve çeşitlenen içgörü ya da sezgi arayışlarıyla aşmaya çalışmayı, hapishanedeki yazı serüveninin özeti olarak tanımlayabiliriz. Çünkü, yazınsal bir eseri ortaya koymak için teknoloji ve iletişim olanakları başta olmak üzere dışarıda el altında olan hiçbir şeye hapishane ortamında ulaşmak mümkün değildir. Masa, sandalye, kâğıt, kalem ve kota konmuş birkaç kitap olur içeride. İşte burada insana ait en büyük iki üretim kaynağı devreye girer, eksiklikleri tamamlama işini devralır; yürek ve zihin işçiliği yani. Duygu, his, fikir, bilgi, düş gücü, istek, sabır gibi tüm olanaksızlıkları alt edecek insanî gücü açığa çıkarır. Gerisi emek ve özveri işi olur zaten.

Bu bağlamda cezaevi atmosferinin yazara etkisi nedir?

Kanımca, başka hiçbir ortamda bu düzeyde bilenmiş bir yürek ve zihin birlikteliği, ikisine ait muazzam bir direnişi yakalamak mümkün değildir. Oscar Wilde’dan Dostoyevski’ye, Nazım Hikmet’ten Ahmet Arif’e örneklendirilecek birkaç isim bile evrensel ve ulusal bazda ortaya çıkan bu yürek ve zihin birlikteliğinin rüştünü ispatlamaya fazlasıyla yeter. Edebi, felsefi, siyasi pek çok alanda dışsal dünyaları kısıtlandığı için içsel dünyalarını genişleterek cevap olan insanlara, insanlık tarihinin çok şey borçlu olduğunu belirtmek gerek.

Bir yanda tutukluların kitap kotası ya da belli yayınlara ulaşması söz konu iken bir yanda da -dışarda- ekonomik ve politik sebeplerle erişim mümkün değil. Bilgi edinme hakkı ve yazar-okur buluşmasının engellenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çağımız bilgi çağı, teknoloji ve iletişim çağı. Buradan hareketle bilgi ve iletişime konan engellerin veya bunu amaçlayan zihniyet ve yöntemlerin tümünü, çağı okuyamamak, zamanın ruhunu anlayamamak üzerinden değerlendirebiliriz. İster içeride ister dışarıda olsun, kitaba ve bilgiye erişimi kısıtlamak, en temel insani hakkı engellemek olduğu gibi, ülkenin ve toplumun aydınlık geleceğini de en başından ipotek altına almak demektir. Bu durum, aşılması gereken oldukça mühim bir geriliktir.

Yayıneviniz Dipnot da bu yıl İstanbul Tüyap Fuarında yer almayan yayınevleri arasında. Kitap ve okur buluşmalarında zorluklar gittikçe derinleşiyor. Bu sonucu doğuran ekonomik ve kültürel gelişme(me)lerin etkisi nedir?

Kitap Fuarları, okurun kitap, yazar ve yayınevlerine ulaşabilmesini sağlayan, fiziksel ve ruhsal olarak da onlarla doğrudan buluşmasını amaçlayan etkinliklerdir. En azından teorik ve pratik olarak bunu hedeflemelidir. Görebildiğim kadarıyla, kültürel alanda zaten var olan sorunlar son dönemlerde etkisini arttıran politik ve ekonomik zorluklardan ötürü zirveye ulaşmış durumdadır. Yayınevleri, varlıklarını sürdürmek için ciddi ekonomik ve politik zorluklarla boğuşmak durumunda kalmaktadır. Bir kitabın yayım ve dağıtım maliyetleri bile kabul edilebilir sınırların oldukça dışına taşmıştır. Üzücü olan, bu durumun okura yansımasının maalesef kaçınılmaz olmasıdır. Bu durumun aşılması adına Kültür Bakanlığı’nın etkili çözümler ürettiğini, yeterli düzeyde teşvik ve desteklerle yayınevlerini desteklediğini söylemek mümkün değildir. Keza, yayıncılık sektöründe neredeyse tekel düzeyine ulaşmış büyük yayınevlerinin sorumsuz ve duyarsız yaklaşımları meseleyi oldukça yangısal bir yere taşımaktadır. Tuzu kuru büyük yayınevlerinin, dayanışma ve ortak hareket etme konusunda gösterdikleri yetersizlikler, kendi yağında kavrulan yayınevlerinin kitap fuarlarına katılım düzeyini dahi doğrudan etkilemektedir. En basitinden, Fuar alanları için istenen fahiş düzeydeki kira fiyatlarına karşı bile ortak hareket etme tarzı ve tepki konamaması pek çok yayınevinin fuara katılım ve okurla buluşmasını engellemektedir. Toplumun en mürekkep yalamış ve aydın bilinen kesimlerinde bile bu ortaklaşma ve dayanışma refleksi yakalanamıyorsa, toplumun geneli için durumun vahametini varın, siz düşünün! Biz yine de çözümsüzlüğü derinleştiren bu duyarsızlıkların ivedilikle aşılmasını dilemiş olalım.”

İDRİS BALUKEN KİMDİR?

HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken 1976'da Bingöl'de doğdu. Liseyi öğrenimini Bingöl Lisesi'nde gören Baluken, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun oldu.

Üniversiteden sonra Bingöl Verem Savaş Dispanseri'nde sorumlu tabip olan İdris Baluken, 1999 yılında uzmanlık eğitimi için İstanbul 'a geldi. Uzmanlığını aldıktan sonra 2004 yılında tekrar Bingöl'e dönen Baluken, Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Uzmanı olarak hizmet verdi. Beş yıllık Bingöl deneyiminden sonra 2009'da Diyarbakır Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne tayin olan İdris Baluken, evli ve iki çocuk babası.

Zazaca, Kürtçe ve İngilizce bilen Baluken, İmralı Heyeti üyesiydi.

TUTUKLULUK SÜRECİ VE TAHLİYESİ

Baluken, HDP Grup Başkanvekili olduğu 4 Kasım 2016 tarihinde gözaltına alınarak tutuklanmış, Diyarbakır 8’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanarak 9 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.

Baluken, 30 Ocak 2017’de görülen duruşmada hakkında verilen tahliye kararı sonra cezaevinden çıksa da, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazı üzerine, 22 gün sonra 21 Şubat 2017’de yeniden tutuklanarak cezaevine gönderilmişti.

Cezanın infazını tamamlayan Baluken, 6 yıl 5 ay 1 gün sonra tutuklu bulunduğu Sincan Cezaevi'nden çıktı.

CEZAEVİNDE ÜÇ KİTAP YAZDI

Baluken, cezaevinde tutulduğu sürede 'Oko' ve 'Üç Kırık Dal' isimli romanların yanı sıra 'Sincan’dan Edirne’ye Hasbıhal-Name' isimli bir anı kitabı kaleme aldı.

Öne Çıkanlar