Sesini Kaybeden Şehir

Sesini Kaybeden Şehir
"Yaklaşık 25 yıldır tanış olduğum bir esnaf ile önce hasret gideriyoruz. Sonra söz geliyor 16 Nisan referandumuna… Önce sağa-sola bakıyor bana doğru...

"Yaklaşık 25 yıldır tanış olduğum bir esnaf ile önce hasret gideriyoruz. Sonra söz geliyor 16 Nisan referandumuna… Önce sağa-sola bakıyor bana doğru eğilerek bir şeyler söyleyeceğini belirtip diyor ki: Ama adımı yazma olmaz mı?"

Nazım ALPMAN

 

Anlatmaya eski yıllardan kalan bir spot cümlesiyle başlayalım…1990’lı yıllarda Diyarbakır’a her geldiğimde öncelikle iki şey insanın gözünü oyarcasına dikkat çekerdi ve her yazı şöyle başlardı…

"Burası bir savaş filminin platosu gibi… Havaalanı zaten askeri 8. Ana Jet Üssünde F-16’ların kalkış iniş yaptığı pist… Kar maskeli nöbetçiler, kurt köpekli devriyeler, üzerleri ağlarla örtülmüş ağır silahlar…

İkincisi de "bir jöle gibi hissettiğiniz yoksulluk" olurdu.

***

2017 Diyarbakır’ında ise bunların hepsinin üzerinden tek adımla atlayıp geçen ağır bir karabasan havası yüzünüzde tokat gibi patlıyor.

Şehir devam eden bir savaşın kendine özgü korunaklı alanları içinden son derece korumasız biçimde geçebiliyorsunuz. Bütün kavşak noktalarında polis kontrolleri var. Aracın içindekileri gören çelik yelekli polis, ya indirip kontrol ediyor, ya da eliyle devam edin işareti yaparak yolunuza devam edin diyor.

Başta Valilik olmak üzere devlet birimleri kalın beton bloklarla çevrilerek koruma altına alınmış. Eğer sadece fotoğraf olarak bakarsanız rahatlıkla "Filistin" diyebilirsiniz:

-İsrail işgal ettiği bölgelerde kendi güvenlikleri için aşırı güvenlikli koruma önlemleri almış!

Ama öyle değil…

***

Diyarbakır’dasınız. Nam-ı diğer Kürtlerin gözbebeği "Amed" şehri.

Şehir bölgelere ayrılmış halde. Polis çelik barikatlarıyla trafiğe kapatılmış caddeler "devlet güvenlik" bölgeleri… Trafiğe kapatılmamış, çelik kafeslerin, beton duvarların olmadığı korumasız bölgeler ise halkın "özgürce" gezip dolaşabileceği alanlar.

Devlet kendisini iyi koruyor!

Halkın güvenliği mi?

Şimdilik böyle bir sorun yok. İnsanlar "Allaha emanet" statüsünde normal(!) yaşamlarına devam ediyorlar.

Diyarbakırlılar seçim zaferleriyle kazandıkları belediyeleri silah zoruyla kaybetmenin hüznünü yaşıyorlar.

Belediyelerin askeri bir zaferle, sandıktan çıkanlardan alınmalarının izleri belediye kapısında sizi karşılıyor. Sur Belediyesinde otomatik tüfeklerini çapraz tutuşla giriş kapısı önünde nöbet tutan özel harekat polisleri "burası kolay alınmadı" dercesine mutlu birer fatih edasıyla görevlerini icra ediyorlar.

***

Diyarbakır’a 1980’lerin ikinci yarısından itibaren gelip gidiyorum. Artık kaç kez geldiğimi bilmiyorum. Ama Diyarbakır’ın bağımsız belediye başkanı Mehdi Zana’nın uzun hapislikten sonra tahliye olduğu ilk günü hatırlıyorum. Sabah cezaevinden çıkmıştı, öğleden sonra evinde Milliyet muhabiri Nazım Alpman’ı kabul etmişti. Uzun söyleşiden aklıma kalan o final cümlesini hiç unutamıyorum:

-Ezilen ulus nazlı olur, nazımızı çekeceksiniz!

Bir arada yaşamının telafi edici minik bir faturası olarak görülebilirdi bu tespit ve ardından gelen istem.

Ama bırakın Kürtlerin nazını çekmeyi, en temel insan haklarına bile riayet etmeyi lüks sayan dönemler birbiri ardına sıralandı.

Geldik bugünlere…

Diyarbakırlılar son dönemin ardından öylesine soğumuşlar ki, hallerini sorup görüşlerini öğrenmek isteyenlerden yarım ağızla acı acı gülümsüyorlar. Sonra da başlarını iki yana sallayıp "ne önemi var ki" diyorlar:

-Boş ver siyasi soruları, sen bizim bir çayımızı iç sonra herkes kendi işine baksın!

***

Yaklaşık 25 yıldır tanış olduğum bir esnaf ile önce hasret gideriyoruz. Sonra söz geliyor 16 Nisan 2017 referandumuna… Önce sağa-sola bakıyor bana doğru eğilerek bir şeyler söyleyeceğini belirtip diyor ki:

-Ama adımı yazma olmaz mı?

-Tabi ki olur. Ama sen 1990’larda beni bile korkutan şekilde aleni olarak konuşurdun hiçbir şeyden çekinmezdin, ne oldu?

-Anla işte! Bu hale geldik!

İsminin bende kalacağını bildiği için başlıyor anlatmaya:

-Yaşamaktan bıktırdılar bizi Nazım kardeş. Hayatımızı devam ettirecek kadar para kazanıyoruz. Ama tat alamıyoruz. Bıktık!

-Neden bıktınız?

-Her şeyden…

Muhatabım artık Diyarbakır’da eski canlı gece yaşamından eser kalmadığını söylüyor:

-Hava kararmadan insanlar elini ayağını çekiyor şehirden. Evlere kapalı olarak yaşıyoruz. Evde ne yapacağız, açıyoruz televizyonu… Onların kanallarında uyuşturucu haberler, diziler, sinir bozucu tartışma programları.  Bizim kanallarda da başka bir iç karartıcılık. İki gerilla öldü, güneyde Kürt yerleşimleri bombalandı. Ölümden başka bir hayat yok mudur biz Kürtler için?

***

Eskinin çekincesiz konuşan insanı bu hale gelmesini kendi dışında bazı etkenlere de bağlıyor:

-Ben yine korkmuyorum. Ama çocuklarım, torunlarım var. Onlara bir şey yaparlar diye adımı yazma diyorum.

İnançlı bir mümin beş vakit namazını kıldığını da söyledikten sonra bir "dinci" imamın hikayesini anlatıyor. Kendisinin de cemaati arasında bulunduğu Köprülü Camiinin imamı bir Cuma namazı sırasında hutbesine siyaseti de dahil ederek;

-Bu dinsiz ve kafir Fetöcüler diyor.

Hoca bunu günün ortamında havaya girerek iktidarın yanında olduğunu ilan etmek için yapıyor. Aradan birkaç ay geçiyor ki, bir de ne görsünler o imam açığa alınıp, sonra da imamlıktan atılmamış mı?

Henüz Fetöcülükle suçlanmamasını bir şans olarak kabul ediyormuş.

Eski dost sözünü bağlarken "bunlar insanı dinden imandan çıkartırlar" diyor:

-Bizim bu suskunluğumuz altında öyle bir fırtına var ki, göreceksiniz bu referandumda hayır oyları yüzde 75-80’lere çıkacak.

Teşekkür ederek vedalaşıyorum.

Röportajın ilerleyen bölümlerinde bu türden (İsmimi yazma)  çekincelerle çok karşılaşacağım.  Oysa Diyarbakır her dönemde çok sesli, çok dilli bir şehir olma özelliğini korumuştu. Kürtçe, Türkçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, İngilizce dillerinden biriyle Diyarbakır’da şehrin nabzını tutabilirdiniz.

Şimdi ise öyle değil.

Diyarbakır bir anlamda "sesini kaybeden şehir" izlenimini veriyor!

***

 

Devamı gelecek: Diyarbakır sokaklarında, çarşılarında konuşan insanlar arıyoruz.

Fotoğraflar: Refik Tekin

 

 

Öne Çıkanlar