Asıl hedef dindar nesil mi?

Lokomotifin sahibi kendi kitlesinin nasıl bir müfredattan çıktığını çok iyi biliyor. Bu yöntemlerin sınırlı ölçüde sonuçlar vereceğini de öyle. Fakat yazının girişinde vurguladığım gibi, onun menzilindeki nihai hedef uzak bir ülke. Onun asıl odağıysa, yoldaki fırsatlar.

Asıl hedef dindar nesil mi?

Bilge AKSU

Günlük hayatta kimi problemleri ele alırken ısrarla peşine düşmemiz gereken önemli bir yaklaşım var: Bir şeye dair en geçerli açıklama, en basit olandır… Diğer türlüsü kişisel olarak paranoyaya, kitlesel olarak da komplo anlatılarına giden yolu açar. Gökyüzünde arkasında iz bırakan bir uçak gördüyseniz bu çoğu zaman o anki hava koşullarıyla ilgilidir.

İş siyasete geldiğinde durum değişiyor elbette. Hele Türkiye gibi, lokomotifin başındakilerin de kendi istikametlerinden emin olamadığı yönetimlerde, ilkeleri çoktan belirlenip akademik soslara bezenmiş toplum mühendisliği disiplini bile çaresiz kalabiliyor. Bu lokomotif, sınırlı bir kesime sık sık vaat edildiği üzere bir “İslamistan”a gidiyor mu bilinmez ama oraya varacağı vaadiyle indirildiği raylarda finansal tüneller, para istasyonları ya da çek-senet gişeleri bulunduğu kesin. Vatmanın nihai hedef için acelesi yok, her durakta mola vermesinin sebebi bu.

Son günlerin sıcak gelişmesi lise eylemlerinin tüm bunlarla bir ilgisi var. Senelerdir rafa kaldırılan sokak hareketleri 19 Mart’tan sonra meydanlara inen üniversitelilerle birlikte geri döndüğünde merak edilen en mühim husus, bu eylemliliğin kalıcı olup olmayacağıydı. Buna ek olarak bir de, diploma hususuyla sınırlı bir tepkisellik mi yoksa görünmeyen tüm sebepleri dikkate alan, politik bir yaklaşım mı oluşacağıydı. Yılların verdiği birikimle arifleşen kitleler, gelişmeleri en doğru noktadan ele alarak sürdürdü eylemlerini.

Çok geçmeden başlayan lise eylemleriyse, ilk bakışta görünen kendine has sebeplere ve dinamiklere sahip. Önceki ayın getirdiği sokak heyecanı bu kez arka plandaki unsur. Liseliler, yıllar boyu alışıp sevdikleri ve onları hayata hazırlayan öğretmenlerinin bir gece ansızın ellerinden alınmalarına tepkililer. 10 yıldır süregelen bu uygulamaya tam da şimdi böylesi bir reaksiyonun oluşması hem geçmişin birikiminin sonucu hem de sokağın raftan inmesinin.

11 yıllık bir eğitimci olarak, proje okulu diye adlandırılan bu sistemin arka planını anlatmayacağım. Buna dair yeterince yazılıp çizildi. Bu sistemin kimi sendikalara bağlı eğitimciler tarafından tasvip edilmediğini, teklif alsalar dahi kabul etmediklerini söylememe de gerek yok. Şu anda oluşan tepki, zaten orada çalışırken kurumları proje okuluna çevrilen ve kendilerine bir teklif yapılmayan öğretmenlere dair. Bu kişiler okullarında kalamadıkları gibi, atama döneminde yerleşecek okul bulmakta da zorlanacaklar. Çünkü bakanlık, her projesinde olduğu üzere bunda da, sırf yapabildiği için öylesine gözü dönmüş biçimde kurguladı ki sistemi, her mahallede üç beş okulu bu kapsama dahil etti. Merkezi atamayla okul değiştirmek imkansız hale geldiği için, bu kez sistem tıkanma noktasına ulaştı ve kimi okullar el mahkum “normal” statüye geri döndü. Fakat çoğu “nitelikli” okul hala aynı sorunla uğraşıyor.

Şimdi kopan fırtına bununla ilgili. Elbette her birikmiş tepkide olduğu gibi, eğitim sistemine ilişkin başka başlıklar da öne çıkıyor. Eğitimin dinselleştirilmesi, Maarif Modeli ya da MESEM bunlardan bazıları.

Olguları açıklarken basit olana eğilme kuralının işlemediği bir nokta var tüm bunlarda. Son birkaç yılda eğitime dair yapılan çoğu tahlil bu tuzağa saplanıp kalıyor. Muhalif cenahtaki yaygın söylem, eğitimin bir propaganda aracına dönüştürüldüğü (sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi) ve böylece dindar bir neslin hedeflendiği. Hatta metaforları ve söz oyunlarını sevenler bu söylemi “dindar ve kindar” şekline evriltiyor. Okullardaki sınıf listelerini sosyal medyada paylaşıp Arapça ağırlıklı isim yoğunluğunu gösterme çabasından tutun da ders kitaplarındaki cümlelerin Öztürkçeden uzaklaştığını örneklerde kanıtlamaya kadar uzanan eğilimler mevcut. Bütün bunların oldukça somut çıktılar olduğu bariz, bunların üzerinde durmakta bir beis de yok. Fakat lokomotifin kimlerce yürütüldüğünü ve onların önceliklerinin nelere dayandığını gözden kaçıran bir yaklaşım bu.

Bir 90’lar çocuğu olarak, ilköğretim yıllarında denk geldiğim müfredatın ve eğitim yaklaşımının dünyada örneği az bulunacak ölçüde ideolojik saiklerle kurgulandığını hatırladıkça bu hususa daha çok dikkat edilmesi gerektiğine ikna oldum. Bu yazıyı okuyacak hemen herkes de benzer hislere sahiptir. Türkçü, tek tipçi ve ulusalcı ilkelerle örülmüş bir müfredatın yanı sıra, kendilerini genç hissetmek isteyen 12 Eylül paşalarının liselere kanca attığı milli güvenlik dersleri, kuşağımızın hatıralarında halen canlıdır. Tüm bu ideolojik çaba, o nesiller üzerinde başarılı sonuç vermiş midir sorusunun cevabı benim alanımı aştığı için uzun uzadıya sorgulamayacağım fakat söz konusu çabanın pek de işe yaramadığını düşünen, zaman zaman bunu siyasi söyleme dönüştüren birileri var. Malum lokomotifin idarecileri, bazen “ikna odaları” idadesiyle, bazen okul törenlerini eleştirerek ama her seferinde bu tür baskıların inanmış ve adanmış kitlelerde bir hükmünün olamayacağı söylemiyle karşımıza çıktılar. Epey de haklıydılar. Bütün olup biten, sırf öyle yapılabildiği için gözü dönmüş şekilde her yanı sarmaya ve karşıtını bastırmaya karar vermiş bir ideolojinin, pek de sürpriz sayılmayacak biçimde bir güç zehirlenmesine tutulmasından ibaretti. Her şeye sahibiz ve her şeyi yapabiliriz sanıyorlardı. Bunlar size yakın dönemdeki bazı örnekleri hatırlattıysa, aynı tuzağa bir kez daha düştünüz demektir.

Lokomotifin sahibi kendi kitlesinin nasıl bir müfredattan çıktığını çok iyi biliyor. Bu yöntemlerin sınırlı ölçüde sonuçlar vereceğini de öyle. Fakat yazının girişinde vurguladığım gibi, onun menzilindeki nihai hedef uzak bir ülke. Onun asıl odağıysa, yoldaki fırsatlar.

Eğer özel okulları daha az denetler, sayısını arttırır, kontenjanlarını sınırlamaz ve 20 yılda 10 katına çıkarırsanız yeni bir sektör yaratırsınız. Bu doğal bir sonuç. Hele ki yeni bir yönetim sistemine geçer geçmez ilk eğitim bakanınız bir özel okul patronundan seçilirse planınızı saklamaya bile gerek duymuyorsunuzdur. Ne eğitimin dinselleştirilmesi ne özel sektörün güçlendirilmesi bir sırdır. Nitekim tuzak da bu ikisinin tam ortasında bir yerdedir.

Lokomotifin ‘organik’ kitlesi, kendilerinin de bu karşıtlığı göstermeyi sevdiği üzere, yoksul “yığınlardan” oluşuyor. Onlara yığın yakıştırmasınıysa tam karşılarındaki seküler ve varlıklı cenah yaptı yıllarca. Kısa süre önce bu yapay karşıtlık kırılmaya ve ana muhalefet bahsi geçen yığınlara ulaşmaya başladıysa bile bu köklü ve sorunlu sınıfsal söylemin hayaleti hala ortalarda dolaşıyor. Giderek dinselleşen devlet okulları bu ayrışmanın da etkisiyle varlıklı seküler kesim tarafından terk ediliyor. Buradan ayrılanlar nispeten esnek koşullar sağlayabilen, hatta pek dillendirilmese de gizliden gizliye bunun garantisini sunabilen özel okullara geçiş yapıyor. Devlet okullarındaysa bu imkana sahip olmayan ailelerin çocukları kalıyor.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken asıl husus tam da bu “geride kalan” çocuklar. Yaşları gereği neye maruz kalırsa kalsın kendi gündelik arzularını yaşamak isteyen, zorunlu bir sosyal etkileşimi çeşitli hatıralara dönüştürmek amacı güden ve çoğu meseleyi ciddiye almadan zamanını okulda geçiren bu ‘varlıksız’ kesimde amaçlanan dindar nesilden çok uzak. Boş kalan ama sayısı ha bire artan İHL’ler, onların sınıfına yeni sıralar olarak yansıyor. 10 yıl önce 30 kişiden oluşan sınıflar kimi yerlerde 50’yi bulmuş durumda. Henüz parasını denkleştirememiş hassas bir seküler aile uygun bir kredi bulur bulmaz sınıf mevcutları 49’a iniyor ve ertesi hafta İHL’den kaçan biri tarafından yeniden 50’ye yükseltiliyor. Bu sistemin tıkanıp lokomotifi rahatsız edeceği yegane şey, birilerinin özel okullara geçmeyi bırakması olacaktır çünkü sahipleri İHL’leri asla dolduramadıklarını hepimizden iyi biliyor.

Şimdiki proje okulu meselesinin sisteme yarattığı sıkıntı, buradaki kitlenin gidecek yeri kalmaması kadar “nitelikli okullar”da yaşanması. Kimse İstanbul Kadıköy Lisesi’ni bırakmak istemez, nitekim oradaki direniş de senelerdir sürüyor. Fakat yıllarca sesi duyulmayan daha az nitelikli okulların da sokakları doldurması, sistemin tıkanmaya yaklaştığını gösteriyor. Dinselleştirilmiş eğitimle mücadele etmek yerine konforlu alanlara çekilmeyi sürdürmek, yalnızca daha fazla banka kredisine, daha uzun taksitli borçlara ve daha pervasız okul patronlarına sebep olur. Bu hamleyi doğru yerden okuyup cambazı boşa çıkarmak için yeterince geç kaldık. Daha şartlarını iyileştirmemiz gereken özel okul öğretmenlerine ve taşeron mantığına mahkum edilmiş ücretli öğretmenlere verilmiş sözlerimiz var. Hepimiz birlikte çıkacağız bu cendereden.

*Tutuklu Gazeteci ve Öğretmen