Gidenlerin ardından yas tutabilmek
Artık Sırrı’yı, Hrant’ı geri getiremeyeceğiz ama onların bizlere bıraktığı mirasla, yasımızla birlikte umuda tutunmaya devam edeceğiz. Tıpkı onların yasarken yaptığı gibi…

Suzan SAKA
Acının içinden geçerken nasıl baş edeceğimizi bilmeyiz. O acı o kadar ağır ve keskindir ki uyuşmasını, bir an önce bitmesini isteriz. Kendimizi, sevdiklerimizi bir gün kaybedeceğimize alıştırmaya çalışırız. Ama o alışkanlık aslında bir illüzyondan öte değildir. Çünkü ancak kaybettiğimizde, neyin gerçekten içinde olduğumuzu görürüz ve hissederiz. Kişisel ve toplumsal yas tutmak, onun içinde kalmak ve yasın evrildiğini görmek çok kıymetli. Kişisel olarak acımızı da yasımızı da nasıl tutacağımızı pek bilmiyoruz. Öğretilmiyor bize. Hep kapatarak, “Geçer” diyerek büyütüldük. “Ayağa kalk, diren, sana yakışıyor mu?” denilerek… “Sen güçlüsün” lafını hangimiz duymadık ki?
Kayıplarımızı da dolayısıyla kabullenemeden, kaçarak, uzaklaşarak, bir an önce acıdan ve ağrıdan kurtulma hissiyle baş etmeye çalışıyoruz. Yüzleştiğimizi sanıyoruz. Oysa yüzleşmek, gerçekle yüzleşmek, ne kadar acıdır! Ama bir o kadar da sağaltıcıdır.
Gerçek tektir. Şu an Sırrı Süreyya'nın ölümü gibi. Onu kaybettik. Şimdi arkasından ne kadar iyi bir milletvekili, yönetmen, sanatçı olduğunu anlatsak da... Kimilerine göre muhteşem biri, kimilerine göre öyle biri olmasa da... Bunların hiçbiri öldüğü gerçeğini değiştirmiyor. Yası yaşamayı bilmediğimiz gibi, yaşarken de hayatın, çevremizdekilerin ve onların yaptığı işlerin kıymetini bilmiyoruz. Çünkü dürüst değiliz. Duygularımızı açmıyoruz; sevgiyi de, hoşgörüyü de, kırılganlıklarımızı açmayı da bilmiyoruz.
Sonra sevdiklerimizi kaybedince büyük kahramanlar yaratıyoruz. Destanlar diziyoruz ardından. Evet, dizmeliyiz bu destanları. Ama peki, yaşarken neden bunları yapmıyoruz?
Ölümler yaralayıp geçiyor bizi. Yaralarımız kabuk bağladıkça yenileri ekleniyor. Kaşınıyor o yaralar; kabuk bağlayanın altına bakıyoruz. Ama yine de bırakıyoruz kabuk bağlamasına. İnsan olmak böyle bir şey olsa gerek: Unutamamanın içinde unutmayı dileyerek yaşamak.
Yoksulluğun, haksızlığın, adaletsizliğin; onuru kırılan, işleri ellerinden alınan, sevdikleri hapse atılan, çocuklara ve kadınlara her gün şiddet uygulanan… Toplumsal kutuplaşmanın ve göçmenlere yönelik nefretin artırıldığı bir ortamda kimsenin ne ruh sağlığı ne de fiziksel sağlığı iyi olabilir. Hele bir de devlet tarafından yakınların gözaltında kaybedilmişse… Bir inanç (Aleviler gibi), bir ırk (Ermeniler gibi) soykırımlara ve katliamlara maruz kalmışsa… Devlet mesul olduğu hiçbir pogromla, katliamla, soykırımla yüzleşmemişse... Böyle bir ortamda nasıl kabuk bağlayarak iyileşmeye çalışan bu biyolojik durum gerçekleşebilir ki?
Zaten ölülerimizi geri getiremeyeceğiz. Peki, nasıl iyileşeceğiz? Sorumlular hesap verirse ancak iyileşmenin yolları açılır. Yoksa sadece kendimizi sürekli kurban görme psikolojisinden çıkaramayız. Üstelik bu kurban görme psikolojisi bildiğimiz bir alan olduğu için, kendimizi en güvende hissettiğimiz yerdir aslında. Orada kalarak hem acı çekeriz hem de ne yapacağımızı bilmeden kıvranır dururuz.
Çünkü bilmediğimiz bir alanda yaşamak yeni beceriler, yeni donanımlar gerektirir. O becerileri bizler kişisel olarak kazanırız ama asıl olan birlikteliktir. Asıl olan örgütlülüktür. Asıl olan dayanışmadır. Asıl olan birbirimizin acısına koşmak ve onu sahiplenmektir. Sahip çıkmaktır. O zaman sahip çıkacağız kendimize, birbirimize. Acılarımızı da sağaltacağız, hesap soracağız.
Sadece gidenler olduğunda güzellemeler dizmeyeceğiz. O güzellemeleri yaşamımızın her anına bezemekten başka çaremiz yok. Umudu çoğaltmak, umuda tutunmak… Belki olmayacağını da bilmektir ama umuda tutunmak eksilmemektir. Kendi onuruna sahip çıkmaktır. Haksızlığa göz yummamaktır.
Artık Sırrı’yı, Hrant’ı geri getiremeyeceğiz ama onların bizlere bıraktığı mirasla, yasımızla birlikte umuda tutunmaya devam edeceğiz. Tıpkı onların yasarken yaptığı gibi… Yaşasalardı yapacakları gibi…