Kimin çözüm süreci?

22 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin ünlü o açıklamasını duyan herkes ve ardından devam eden tartışmalarda cevabı aranan en önemli sorulardan bir tanesi de, hiç kimsenin beklemediği bir anda bu sürecin neden ortaya çıktığına ilişkindi.

Kimin çözüm süreci?

Ekim ayında başlayan süreç, Öcalan’ın yapması kuvvetle muhtemel bir çağrıyı beklerken, sürece dair hala pek çok soru işareti ve belirsizlikler var. “Bu bir çözüm süreci değildir” başlığı ile daha önce kişisel bloğumda yayınladığım yazıda olduğu gibi, felsefi bir sorgulama ile bu süreç hakkında şimdiye kadar yapılan konuşmaların, analizlerin ve iddiaların ötesine geçip yeni bazı fikirleri paylaşmaya çalışacağım. O yazıda, bir çözüm sürecinin imge ve söylemlere rağmen var olduğu kanaati ortaya çıkmıştı.

Bu yazıda öne sürdüğüm fikirler, elbette bilinmezden ya da “sağlam kaynaklardan” edinilmiş bilgilere dayanmıyor, tersine son üç aydır kamuoyunda ortaya çıkan kimi bilgi ve yorumların eleştirel ve felsefi bir sorgulama ile ayıklanmasına dayanıyor.

YANLIŞ HAYATIN DOĞRU OLMAYAN BİLGİSİ

Şuradan başlamak gerekiyor: Süreç hakkında gerek aktörlerin gerekse uzmanların, analistlerin veya gazetecilerin şimdiye kadar aktardığı bilgiler, gerçeğin yanlış bilgisini vermeleri bakımından aslında oldukça önemli. Eleştirel Kuramın öncü isimlerinden Max Horkheimer, pozitivizmi ve pozitivist sosyolojiyi eleştirdiği bir yazısında bu duruma dikkat çekiyor. Ona göre pozitivist yönteme dayalı sosyolojik bilgi, aslında yanlış hayatın doğru olmayan bilgisine ulaşması bakımından değerlidir, fakat başka da bir değeri yok. Bu tespitinde Horkheimer, sosyal olana dair doğru bilgiye eleştirel bir akıl yordamıyla ve sosyal felsefe ile ulaşılacağını söylüyor. Salt ampirik verilere dayanan bilgi ve yorumlamanın, bizi doğru bilgiye ulaştıramayacağını ifade ediyor. O yüzden sosyal felsefe, yani toplumsal olanın gerçeğini aramaya dönük çaba, eleştirel olmak ve en başta ampirik verilere dayanan bilginin eleştirisiyle başlamak zorundadır. Çünkü bu bilgiler her zaman çelişkilerle doludur.

Çözüm süreci hakkında bize şimdiye kadar anlatılanlar bir yanda ve bu süreç hakkında yapılan görüş, haber, yorum ve analizler diğer yanda eleştiriye muhtaç ampirik verileri sunuyor. Bu bilgi ve veriler çoktandır artık kendini tekrar etmeye ve yeni bir şey söylememeye başladı bile. Bu bir yana, olup biteni anlama ve açıklama konusunda da yardımcı olamıyor doğal olarak.

Örneğin Ekim ayı başlarında bu çözüm sürecinin neden ortaya çıktığı sorusu hakkında ne söylenmişti? Mutlaka hatırlayanlarımız olacak. Örneğin Kürt aktörleri demişti ki, Türkiye devleti Ortadoğu’daki yeni gelişmeler karşısında çok sıkıştığı ve bölgenin yeniden şekillenmesi süreçlerinden dışlandığı için Kürtlerin kazanım elde etmesinden korktu ve bu nedenle Öcalan'la bir diyalog ve görüşme başlattı. Yani Türkiye, bölgesel politikaların yaratmış olduğu baskıdan çıkışın bir yöntemi olarak Öcalan’a, İmralı’ya başvurmak zorunda kaldı demişlerdi. Öte yandan kimileri ise, bu süreci, devlet aklının devrede olduğu bir girişim olarak açıkladı. Ve bunlara göre ise, Türkiye’nin devlet aklı (temsilcisi de Devlet Bahçeli), yine Ortadoğu’daki gelişmelere bağlı olarak ulusal güvenliği tehdit eden bir tehlike gördü, bu nedenle böyle büyük bir adımı atmak istedi, denildi. Üçüncü bir grup ise, bunun Erdoğan’ın iç politikaya dönük bir hamlesi olduğunu, asıl amacın anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşmaya dönük bir hamle olduğunu söyledi.

Tüm bu açıklamalarda en nihayetinde söylenen şey, bunun siyasal iktidar ve/veya Öcalan tarafından başlatılmış bir süreç olduğudur. Oysaki bu açıklamalar sadece gerçeğin yanlış bilgisini vermesi bakımından önemli. Çünkü önemli çelişkiler ihtiva ediyorlar. Örneğin, madem Ortadoğu’da Türkiye çok sıkıştı ve Kürtler avantajlı konumda, neden bir Kürt lider Kürtlerin bu avantajlı konumunu ters yüz etsin? Ya da Türkiye devlet aklının yaptığı “tehlike” tanımı nedir? Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve HTŞ’nin iktidarı ele geçirmesi de gösterdi ki, Türkiye için herhangi bir tehlike ve tehdit aslında yokmuş, bilakis bundan Türkiye’nin kârlı çıktığı iddia ediliyor. Bu süreç iç politik nedenlerle de doğmuş olamaz, zira öyle olsaydı Kürtlerin desteğini kazanmayı “zımnen” planlayan Erdoğan, Kürtlere, Rojava’ya ve DEM Parti’ye saldırılarını artırmaması gerekirdi.

Öyleyse bunların dışında başka bir şey, bu sürecin ne olduğunu ve neden ortaya çıktığını açıklamalı. Bunun ne olduğuna aşağıda değineceğim, fakat bu sürece dair iki önemli noktayı daha söylemem gerekiyor.

DÜNYADA DEVAM EDEN BAŞKA BİR ÇÖZÜM SÜRECİ YOK

İlk olarak, Türkiye’nin Kürt meselesi ve PKK-Devlet güçleri arasında devam eden şiddet meselesi, bir taraftan dünyanın en eski sorunlarından biri olmasıyla ve diğer yandan soğuk savaş döneminde kurulmuş ve varlığını devam ettiren silahlı bir güç (PKK) ve de arkaik bir devlet yapısı nedeniyle önemli bir boyut. Yüz yılı aşkın bir süredir çözümsüz bir biçimde varlığını koruyan Kürt meselesi, Birinci Dünya Savaşı'ndan kalan bir sorundur. Osmanlı ve Habsburg imparatorluklarının dağılması neticesinde ortaya çıkan yeni dünya düzeninde, dil, kültür, kimlik hakları nedeniyle bu kadar uzun süre çatışma ve sorun yaşanan başka bir bölge dünyada aslında kalmadı. Yani 1920’lerden günümüze devreden ve benzer nedenlerle ortaya çıkmış çatışma veya anlaşmazlık günümüzde kalmadı, sadece Kürt meselesi kaldı. Diğer yandan bu sorunun iki temel aktörü, bir yanda PKK ve diğer yanda Türkiye Devleti, eski olanda ve eskide kalmakta ısrar eden iki faktör. Değişim ve dönüşüm konusunda oldukça direnç gösteren faktörler. Ve çok daha önemlisi bu iki güç, yaklaşık elli yıldır karşılıklı bir savaş ve şiddet yürütmesine rağmen, askeri olarak bir üstünlük ve başarı yakalayamadı. Yani bu iki güç, sorunun hem şiddet boyutunu hem de buna neden olan toplumsal ve siyasal nedenleri ortadan kaldıramadı. Ve bu durum günümüzde Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi önünde büyük bir engel oluşturuyor.

Bu sürecin ikinci bir özelliği ise, şu anda dünyada devam etmekte olan tek çözüm ve diyalog süreci olması. Elbette dünyanın farklı coğrafyalarında farklı biçim ve yoğunlukta savaş ve şiddet devam ediyor ve buralarda kimi çatışma çözümü görüşmeleri de yapılıyor. Fakat buradaki kastım, etno-politik temelde yaşanan bir çatışmanın çözümü için başka herhangi bir yerde bir çatışma çözüm süreci yaşanmıyor. Bunu hem Heidelberg Uluslararası Çatışma Araştırmaları Enstitüsü verilerinden hem de Uppsala Çatışma Verileri Programı (UPDC) verilerinden hareketle söylüyorum. Öyleyse Kürt meselesi ve PKK-Türkiye Devleti arasında bir çözüm sürecinin başlamış olması, genel küresel eğilimden farklı bir durum arz ediyor. Bu yönüyle birileri bu meselenin özellikle şiddet boyutunun bir çözüme kavuşması konusunda oldukça ısrarlı ve kararlı.

Zaten 22 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin ünlü o açıklamasını duyan herkes ve ardından devam eden tartışmalarda cevabı aranan en önemli sorulardan bir tanesi de, hiç kimsenin beklemediği bir anda bu sürecin neden ortaya çıktığına ilişkindi. Bu beklenmedik bir şeydi. Gerçekten bir yanda PKK’nin Türkiye içindeki eylemleri asgariye inmişken ve diğer yanda Türkiye’nin siyasal atmosferinde barış, diyalog ve çözüm ruhu hiç yokken hiç beklenmedik bir anda ve hiç beklenmedik bir isimden açıklamaların yapılması hepimizi çok şaşırtmıştı.

BU KİMİN SÜRECİ?

Bu olgular ışığında bu yazının cevabını aradığı soruya gelirsek. Bu kimin süreci? İlk olarak tüm iddiaların tersine, bu ne Türkiye devlet aklının, Erdoğan ve Bahçeli’nin ne Öcalan’ın ne de Türkiye toplumunun bir süreci. Öyle olsaydı bu sürece dair her şey çok bambaşka olmak zorundaydı. Dolayısıyla bu, bunların dışında başka aktörlere veya güçlere ait bir süreç. Başka güçler dahil olmadan, sadece tarafların doğrudan kendi arasında yürüttüğü iddiasının tersine, bu süreç Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek isteyen, Suriye’de başarılı bir devlet inşası hedefleyen ve de yeni enerji ve ticaret yol projelerini hayata geçirmek isteyen güçlerin başlattığı bir süreç. Bu süreç en açık tabirle, ABD’nin, İngiltere’nin ve İsrail’in bir süreci olup, bu güçlerin Türkiye’ye, PKK’ye ve Öcalan’ın önüne getirip koyduğu ve "bu meseleyi siz yüz yıldır kendi aranızda çözemediniz, artık ya şiddet meselesini çözün ya da her ikiniz de çözülmek zorunda kalırsınız" dediği bir süreç.

Burada saydığım ülke isimlerinden hareketle, ulusalcı bir algıya ve reflekse dönük bir mana çıkarılmamalı. Yani buradaki kastım bir Anti-Amerikancılık, Anti-Batıcılık vb. değildir. Bu güçlerin planı, Ortadoğu’daki bölgesel siyasi, askeri ve ekonomik çıkar ve planları gereği birbirini yenemeyen iki güçten doğan tarihsel ve eski bir sorunun, öncelikli olarak şiddet boyutunu ortadan kaldırabilmektir. Öyle ki, ABD’li diplomatların Rojava-Suriye-Türkiye-İmralı-Kandil arasında bu kadar çok mekik dokumaları başka türlü açıklanamazdı. Bu çatışma ve bu sorun uluslararası aktörlerin, Ortadoğu’daki tasavvur ve planları için aşılması ve sonlanması gereken önemli ve tarihsel bir sorun. O nedenle, hem Türkiye’nin hem de PKK’nin ve Öcalan’ın birlikte sıkışmış olmasından doğan bir çözüm süreci.

Bu, Türkiye’nin, PKK ve Öcalan’ın bir çözüm süreci olsaydı, muhtemelen bugün “örgütün lağvedilmesi” ve “silahların bırakılması” dışında başka önemli şeyleri de konuşuyor olurduk. Bu süreçte şiddetin sonlandırılması dışında konuşulan başka bir konu, örneğin demokratikleşme, barış, adaletin tesisi ve haklar gibi konular yok. Elli yıldır devam eden çatışmaların neticesinde ve tarafların birbirilerini askeri olarak yenemediği koşullarda Öcalan’dan sadece “silahları bırakma” çağrısı yapmasını istemek ve karşılığında Kürt sorununun çözümü için tek bir adım bile atmamak, ancak silahların bir an önce susmasını isteyen başka bir gücün ve zorunluluğun sonucu olabilirdi. Aksi durumda hiçbir karşılık alınmadan “örgütü lağvetme” ve “silahları susturma” çağrısı, “bir yenilginin” ikrarından başka bir anlam ifade etmez. Ve şu anda bunu ikrar etmeyi gerektiren askeri veya politik koşullar da yokken, böyle bir çağrıyı yapmanın hiçbir anlamı ve karşılığı olmaz. Öcalan’ın nasıl bir çağrı yapabileceğinin ve içeriğinin ne olacağını birazdan ele alacağım, fakat öncesinde Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde neden Türkiye-PKK arasındaki çatışmaların sonlandırılması gerekiyor sorusuna bakmak gerekir.

ORTADOĞU PLANLARI

Yüzyıllık sorunların çözülmeden varlığını sürdürdüğü bir Ortadoğu bölgesinin makro-politik hedefler doğrultusunda yeni bir ekonomik, askeri ve siyasi bir biçime kavuşması pek mümkün değil. Öncelikli olarak tarihsel sorunların, soğuk savaş döneminden kalma yönetim ve yapıların dönüşüme uğraması ve değişmesi gerekiyor.

7 Ekim 2023’te Hamas’ın sivillere dönük saldırılarıyla birlikte başlayan büyük kaos sonrası, Ortadoğu yeni dönüşüm ve yeniden yapılanma sürecine girmiş oldu.

İsrail’in güvenliği temelinde Suriye’nin yeniden inşası, Rojava’nın ve Kürtlerin durumu, yeni enerji ve ticaret yollarının güvenliği, İran’ın geleceği gibi pek çok mesele üzerinden şekil alan bu yeni süreçte Türkiye’nin Kürtlerin ve PKK’nin durumu, bu politikaların gerçekleşmesinin önünde bir engel olmaktan çıkması gerekiyor. Özellikle Suriye’nin yeniden bir devlet olarak inşası için PKK, Türkiye ve Kürtler meselesine bir çözüm bulunmak zorunda. Çünkü Suriye’nin anahtarı aslında Kürtlerin elinde.

Bu açıdan Suriye konusunda resmin geneline uymayan çok önemli bir ayrıntı var. HTŞ ve Colani. Uluslararası güçler Esad rejimini ortak bir karar ile sonlandırdıysa ve bu yeni Ortadoğu planının bir parçasıysa, ülkeyi neden zayıf ve cihatçı bir grup olan HTŞ ve Colani’ye vermeyi tercih etti? Hem askeri hem de ideolojik özellikleri nedeniyle istikrasızlık kaynağı olan; İdlib dışında herhangi bir yönetim deneyimi olmayan ve bu anlamda toplumsal tabanı da bulunmayan cihatçı bir örgüte Suriye yönetimi neden teslim edildi? Bununla bağlantılı can alıcı başka bir soru ise şu: Suriye’nin yönetimi ve geleceği HTŞ’nin tam tersi olan bir örgüt olan PYD/YPG’ye, yani Kürtlere neden verilmedi? Askeri olarak gücü ve deneyimi daha fazla olan; ideolojik olarak Batılı değerlerle daha kolay entegre olabilen ve seküler bir güç olarak Suriye Demokratik Güçleri de tercih edilebilirdi? Kürtler neden tercih edilmedi?

Bunun iki geçerli cevabı olabilir. Birincisi Suriye’nin yönetimini Kürtlere vermek için henüz erken, çünkü Türkiye sorunu faktörü var. İkincisi, Şam yönetimi SDG’ye verilmiş olsaydı, bu durumda ülkedeki cihatçı grupları silahsızlandırmak daha zor olurdu. Öyleyse bu sorunlar ortadan kalktıktan sonra Suriye’nin yönetiminin, batının değerlerine daha uyumlu ve İsrail’in güvenliğini askeri ve ideolojik olarak tehdit etmeyecek başka bir güce teslim etmek mümkün hale gelebilir. Bu, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu yeni bir örgüt ile mümkün olabilir ancak.

SİLAHSIZLANMA MI ÖRGÜTLERİN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ Mİ?

Bu çözüm sürecinin kime ait olduğu sorusunun cevabı ortaya çıkmış oldu. Bu süreci, uluslararası güçler Ortadoğu planlarının bir parçası olarak Türkiye-PKK-Öcalan’ın önüne getirip koydu. Ve bu sürecin en öncelikli amacının, şiddet ve savaş meselesini çözmek olduğu ve Kürt meselesinin demokratik çözümünü ise zamana yayarak diyalog yöntemiyle çözmek olduğu büyük oranda netleşmeye başladı.

Uluslararası güçler, Türkiye’den ve Öcalan’dan öncelikli olarak şiddeti devre dışı bırakacak bir çözümde anlaşmalarını ve bu yönde adımlar geliştirmelerini talep ediyor.

Abdullah Öcalan’ın yapacağı bir çağrı ile PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırması, örgütün kendini lağvettiğini açıklaması siyasal iktidarın tek talebi. Fakat örgütten yapılan açıklamalar ise, örgütün kendini lağvetmeyeceğini ve silahlara tamamen veda etmeyeceğine dair güçlü işaretler barındırıyor. Zaten mevcut durumda ne Türkiye’nin yasal ve hukuki olarak ne de örgütün bu yönde bir hazırlık içinde olduğunu söylemek mümkün. Örneğin PKK’li silahlı güçlerin, silahları nereye veya kime bırakacağına ilişkin; bıraktıktan sonran yeniden entegrasyona dair; bırakılan silahları kimlerin nasıl ve nerede toplayacağına dair herhangi bir ön hazırlık başlamış değil. Dolayısıyla silahların bırakılmayacağı aslında zaten varsayılıyor. Bu durumda silahlar bırakılmayacaksa ve örgüt kendini lağvetmeyecekse başka bir seçenek ortaya çıkıyor. O da, örgütün silahlarıyla birlikte yeniden yapılandırılması ve dönüşmesi; yapısının değişmesi ve başka güçlerle birleşip difizyona uğrayarak varlığını başka türlü devam ettirmesi.

Öcalan’ın önümüzdeki günlerde yapması beklenen çağrısının bu temelde olması kuvvetle muhtemel. Aslında Öcalan, 1999’da Türkiye’ye teslim edildikten sonraki süreçlerde de PKK’yi dönüştürmeyi denemiş ve bunun çağrılarını yapmıştı. Bu yönüyle bu çaba, ne Öcalan ne de örgüt için yepyeni bir durum. Dolayısıyla asıl soru, örgütün silah bırakıp bırakmaması değil, tersine nasıl ve ne şekilde dönüştürüleceği.

Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin sonlandırılmasıyla birlikte PKK’nin ve kendine yakın olan tüm örgütlerin yeni Ortadoğu denklemine uygun biçimde kendini dönüştürmesi, yeniden yapılandırması, başka güçlerle ortaklıklar kurması şeklinde cereyan edecek bir dönüşüm ve değişim sürecinden söz ediyorum. Bu durum beraberinde özellikle Kürt meselesinde demokratik siyaset ve demokratik örgütlerin, sivil toplumun ve demokratik mücadele yöntemlerinin Türkiye’de daha da artmasına vesile olacak.

Örgütsel dönüşümün gerçekleşmesi ve Türkiye-PKK arasındaki silahlı çatışmaların sona ermesinin koşulu ise, Öcalan’ın serbest bir biçimde hareket edebilmesi, bu süreci yönetecek ve yürütebilecek olanak ve imkanlara sahip olmasıdır. Dolayısıyla yeni çözüm sürecinin önemli bir diğer çıktısı, Öcalan’ın konumu ve durumunda yaşanacak değişiklikler olacak. Devlet Bahçeli’nin “umut hakkı” olarak formüle ettiği durum, Öcalan’ın yine İmralı Adası'nda kalmaya devam etmesi ve fakat ada ceza evinden çıkarılıp orada bir eve yerleştirilmesi biçiminde gerçekleşebilir. Adanın hukuki yapısında ve uygulamalarında yapılacak yeni düzenlemeler ile Öcalan “baş müzakereci” sıfatıyla bir yandan örgütün dönüşümünü diğer yanda Kürt meselesinin demokratik müzakeresini ilgili kişi, kurum ve yetkililerle sürdürmeye devam edecek. Tam da bu tablo nedeniyle, Kürt siyaseti aktörlerinin ağzından son günlerde sık sık barışın ve çözümün bir mücadele olduğu, asıl mücadelenin bundan sonra başlayacağına dair cümleler duyuyoruz.

Rojava ve buradaki PYD/YPG güçleri de benzer biçimde bir değişim ve dönüşüm geçirip Suriye’nin devlet inşası sürecinde doğrudan yer alabilecek yeni bir yapıya kavuşacak ve Türkiye’nin “hassasiyetleri” giderildikten ve artık itiraz edemeyecek bir konuma geldikten sonra Suriye’nin yönetimi ve devlet inşası Kürtlere teslim edilecek, HTŞ, Colani veya benzeri cihatçı grup ve örgütler bu sürecin dışına çıkmak zorunda kalacak. Çünkü ideolojik olarak birbirine zıt iki yapının yan yana gelip yeni bir toplumsal düzen kurmaları oldukça güç bir durum. Örneğin hatırlayalım PYD/YPG’li aktörlerin hem HTŞ ve Colani hakkında hem de kendini dönüştürme hakkında neler söylediğini. Mazlum Abdi pek çok kez, Suriye devletinin birliği ve bütünlüğünden yana olduklarını ve Suriye düzenli ordusuna dahil olabileceklerini tüm açıklığıyla ifade etti. Salih Müslim, HTŞ ve Colani’nin süresinin uzun olmadığını, bu güçlerin koşullar oluştuğunda devre dışı kalacağını ifade etti. İlham Ahmed, bir tarafta kadın özgürlüğü ve demokratik konfederalizm ideolojisine sahip güçlerin ve diğer tarafta şeriat isteyen güçlerin ortak bir gelecek kurmasının güç olduğunu söyledi.

TAM DA BU GERÇEK TÜRKİYE HÜKÜMETİNİ SALDIRGAN YAPIYOR

AKP iktidarının bu kadar baskıcı, otoriter ve bu kadar saldırgan olmasının gerisinde yatan ana sebepler de aslında bunlar. Bir yanda çözüm süreci deyip diğer yandan siyasal alanda yürüttüğü baskı politikaları örtüşmüyor. Çünkü AKP iktidarı hem kendi iradesi dışında yeni bir çözüm süreci başlatmış olmaktan rahatsız hem de en nihayetinde özellikle Suriye’de orta vadede Kürtlerin kazançlı çıkacak olmasından rahatsız. Türkiye, Kürtlerin daha güçlü olmasını ve devlet yöneten bir güce dönüşmesini engelleyemiyor ve nihayetinde bu gerçekliği kabul etmek zorunda bırakılıyor. AKP iktidarının saldırganlığı bundan.

Diğer yandan elbette AKP/MHP iktidarı bu süreçten kazançlı da çıkmak istiyor. Yani bu süreci tersine çeviremeyecek ya da engellemeyecek olmasına koşut, en azından 31 Mart seçimleriyle kaybetmiş olduğu politik gücünü yeniden kazanabilmenin bir fırsatı olarak kullanmak ve değerlendirmek istiyor. Günün sonunda AKP şunu demek istiyor: “Bakın PKK’yi de bitirdik, YPG’yi de bitirdik, bu meseleyi biz çözdük, tarihi bir sorunu Türkiye’nin gündeminden çıkardık”. Meselenin bu şekilde sunulması kuşkusuz AKP’nin oy gücünü artırmaya yarayacak. İhtiyaç duyduğu “başarı hikayesini” bu resim üzerinden anlatmak istiyor ve bunun için var gücüyle içeride siyaseti yeniden dizayn ediyor, kutuplaşmayı artırıyor, yargı sopasını toplumun tüm muhalif kesimlerine vuruyor, kayyumlar atıyor, gazeteciler öldürülüyor ve tutuklanıyor.