Ötme turnam ötme, gönül hoş değil

Bağrımı deldi turna avazı! Deldiği yerden de birikmiş bir nefretin kiri, pası, cerahati… Bu öğüdüyle, şu yaşımda bana da baba oldu Sırrı Süreyya. “Sakın içinde nefret biriktirme!”

Ötme turnam ötme, gönül hoş değil

Abdurrahman AYDIN

Ceren Önder Kandemir’in, babasına, Sırrı Abemize veda konuşmasını biraz kıskanarak, “Ah ki benim arkasından böyle konuşabileceğim bir kimsem olmadı” duygusu içerisinde, sözcüğün çok özel bir anlamında bir yetimlik, bir kardeşsizlik duygusu içinde dinledim. Ya sürülmüş olduğumuz ya da zaten daha baştan alınmamış olduğumuz o kentlerin eşiklerinde, “Yurtsuzlar arasındaki ilişkiler, toplumun yerleşik üyeleri arasındakilerden bile daha zehirlidir” diyerek bir hakikati yüzüme çarpıyor diye Adorno’ya bile kızmışlığım varken, Ceren Önder Kandemir’in ağzından dökülen, ama yalnızca ona değil, hepimize söylenmiş şu sözler içimin İsfahan’ından içimin Halep’ine bütün gövdemi dolaşıyor: “Yoksulluğun ve yoksunluğun öfkesi bu; sakın içinde nefret biriktirme!”

Biliyorum elbette bizim zamanımızın bir yaprağın düşmesinin kırk beş sayfalık tasvirlerine pek de tahammülünün olmadığını, bu çağın turnayı gözünden vuran aforizmaları pek sevdiğini; ama metaforu düz anlamına iade edersek, gözünden vurulmuş bir turna da gözünden vurulmuş bir turnadır en nihayetinde. “Turnalar Ali’mi görmediniz mi?” diyemeyelim diyedir belki de. Bir aforizma değil bu söz; turnayı vurmanın peşinde değil, bizzat turnanın kendi sesi. Pir Sultan’la bir olup söyleme iznimiz vardır bence: Bağrımı deldi turna avazı! Deldiği yerden de birikmiş bir nefretin kiri, pası, cerahati… Bu öğüdüyle, şu yaşımda bana da baba oldu Sırrı Süreyya. “Sakın içinde nefret biriktirme!” Zaten Şah’ın avazı da turna derler bir kuşta değil midir?

Bu avaz, örneğin Kafka’da şu biçimi almış: “Sadece bizi yaralayan ya da bıçaklayan türde kitaplar okumamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer okuduğumuz kitap kafamıza indirdiği bir darbeyle bizi uyandırmıyorsa, neden okuyalım? Sizin yazdığınız üzere, bizi mutlu etsin diye mi? Ah, Tanrım! Kesinlikle hiçbir kitabımız olmasaydı mutlu olurduk ve bizi mutlu eden kitaplar da yazmamız gerektiğinde kolaylıkla yazabileceğimiz türden kitaplardır. Ama bizleri bir felaket gibi etkileyen, derin kederlere sürükleyen, kendimizden daha çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi, herkesten uzaktaki yazı yabana sürülmek gibi, bir intihar gibi kitaplara ihtiyacımız var. Bir kitap, içimizdeki donmuş denize vurulan bir balta olmalıdır. Ben buna inanıyorum.” İnsan da eğer okunacak bir kitapsa, birbirimizin donmuş denizlerine inen baltalar gibi olmalıyızdır belki de. Bu kaskatılık bitsin diye, birbirimize buzlanmış didelerimizin dolayımıyla değil de bir değişme arzusuyla bakabilelim diye…

Avukatım, arkadaşım Erhan’la konuşuyoruz bu meseleyi. “Mahir’i kaybettiğimizde, bu boşluk kapanıyor mu, geçiyor mu bu, diye sorup durmuştum kendime” diyor. “Tuhaf” diyor, “hem benziyor hem benzemiyor hissettiklerim.” Mahir de başka pek çokları gibi depremde kaybettiğimiz canlarımızdan, canımızın gizlisindeki canlarımızdan. “Bana kalırsa, Mahir’in yokluğu bizi büyümek zorunda bırakmadı. Ama Sırrı Abe’nin yokluğu, bize artık genç olmadığımızı, dönüp birilerine 'Sakın ha içinde nefret biriktirme' deme sırasının bize geldiğini söylüyor” deyiveriyorum. Ya da belki de Sırrı Abe, hayatlarımızda artık bozulmuş durumda bulunan, bir anlamı bile kalmamış gibi duran bir eşiği, ölüm ile hayat arasındaki o ihlale gelmez, gelmemesi gereken eşiği geri verdi bize. Bizim için simgesi Mahir olan bir ölmemişliği, ölememişliği yeniden ölüm kıldı belki de. Bir Adıyaman’ımız olmasaydı Mahir’imizi kim bilir nereye gömerdik? Bize bir Adıyaman fikri vermiş olduğu için de minnettarız kendisine. Üstelik bir büyükşehir fikrine yaltaklanan bir konumdan, hesaplaşılması ve geride bırakılması gereken bir taşra olarak Adıyaman değil, nereye gidersek gidelim, nerede yaşarsak yaşayalım bir gizli iple yörüngemizi, bu dünyaya dahil oluşumuzu garanti altına alan bir çocukluk memleketi olarak, bir yuva olarak Adıyaman…

Umudumuz odur ki bütün ölememişlerimizi, nekropolitik bir sistematiklik dahilinde hem ilahi hukukun hem de dünyevi hukukun dışına atılmışlarımızı, hayatı hayattan sayılmamışlarımızı da hak ettikleri simgesel köşelere oturtur, onları da yatıştırır, anıları önünde bizleri utanca sürükleyen bu eşiksizlik halini giderir ve yine tam olarak bu eşiklerden onları da yuvamıza buyur ederiz. Umudumuz odur ki barış olsun, cuntalar olmasın. Kimse haysiyetini korumak için yaşamından feragat etmek zorunda kalmasın.

Kuşsuz bir babakızın söyledikleri, umudu, devraldığı mirası sahiplenişindeki vakar, depremden beri kaskatıdan kaskatıya kesmiş gövdemi kat ederken, senin katılığın da “buraya kadarmış canımın canı” diyorum kendime ki Özgür Özel’e saldırının görüntüleri düşüyor medyaya. Ruhunun karanlığı sıfatında mühürlü, cemalsiz mi cemalsiz bir erkeküf kurumuş bir zehirli mantar gibi patlıyor da zehrini salıyor soluduğumuz havaya. Destur! Daha cenazemiz kalkmadı! Seneler önce, Kemal Kılıçdaroğlu Ankara Çubuk’ta, yine bir cenaze ziyaretinde saldırıya uğradığında “Kaldırılamayan Cenazeler Ülkesi” başlıklı bir yazı yazmıştım.

Birilerinin hayatını hayattan saymazsanız, yine o birilerinin ölümünü de ölümden saymamak bunun zorunlu sonucu olarak gelir. Bir grup insanı hem ölüsüne hem dirisine her şeyin yapılabilir olduğu ‘şeyler’ olarak inşa etmenin kaçınılmaz sonucu ise bu figürler karşısında herkesin mutlak egemen kesilmesidir. Doğrusu Özgür Özel’e yönelik saldırının dehşetli tarafı, failin cezalandırılması ya da cezalandırılmaması meselesinden önce herhangi bir insanın “Osmanlı torunu” olduğu için kendisini bunu yapabilir hissetmesidir. Her yurttaşın potansiyel teröriste dönüştürülmüş olduğu bir toplumda yine herkes, herkes karşısında potansiyel bir mutlak-egemen haline gelir. Hatta öyle ki kendi yasasını kendisi koyan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde meşru ya da meşrulaştırılmış egemeni bile kendi ölçüsüyle tartmaya eğilim gösteren bir tiptir bu. Türkiye’de hukukun altını oyan da budur; ülkeyi devasa bir yasasızlık iklimine çeviren de budur.

Yine de bütün bunlara rağmen bir nefret diline savrulmamak da boynumuzun borcudur. Rahat uyu Sırrı Abe! Keşke olmasaydı, ama artık büyümek zorundayız. Emanetin bizdedir.