Peki ya ölüleri ne yapacağız?
Hepimize sorumluluk düşüyor. En başta da sosyalistlere ve emek cephesine, barışa tutunacağız. Çünkü on binlerce insan hayatını kaybetti.

Suzan SAKA
“Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler? İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor. Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç bir fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümün hesabını sorar.” Cesare Pavese
Savaş bitti. En azından şimdilik.
Kırk yıl süren mücadelenin bedelleri ağır oldu.
90’lar, mücadelenin en çatışmalı ve en kanlı geçtiği yıllardı. Bir yanda gözaltında kayıplar, faili meçhul cinayetler, köy yakmaları ve boşaltmaları; korucu köylerine dönüşen yerleşimler… JİTEM’in yoksul köylülere uyguladığı şiddet… Musa Anter’in öldürülmesi… Diline, kimliğine sahip çıkmanın bedelini canıyla ödeyenler ya da sevdiklerini kaybederek bir hiçliğe savrulanlar…
Eğer öldürülmediysen, cezaevlerinde asılsız suçlamalarla; yaşına, cinsiyetine bakılmadan uzun yıllar yatmak vardı. Hâlâ o günlerde cezaevine girip de çıkamayan, o yıllarda 20’li yaşlarında olup bugün 50’li yaşlarında tutsak olan birçok insan var.
Öğrencilik yaptığımız 90’lı yıllarda, Kürt Özgürlük Hareketi’ne gerillanın yoğun katılımı dikkat çekiyordu. Özellikle Doğu ve Güneydoğu’dan gelen Kürt gençleri, üniversitelerde yurtseverlerin etrafında sempatizan olarak toplanıyordu. Bu süreçte, teorik altyapılarını güçlendirmek için yoğun çalışma yürütülüyor, bu da gerillaya katılımı artırıyordu. Öğrenciler en cesur, en öğrenmeye açık kesimdi. Ne de olsa deli kanları vardı.
Birçok öğrenci, daha gencecik yaşta hayatını kaybetti.
Hayatlarının baharında; aşklarını, ailelerini, yoksulluklarını, hayallerini geride bırakarak, inandıkları ve savundukları mücadele uğruna yaşamlarını verdiler.
Amaç neydi?
Cevap:
Kimliğinin tanınması…
Yok sayılmaktan kurtulmak…
Eşit ve adil bir ülkede yaşamak…
Ve onurunu korumak…
Şimdi silahlar sustu. Barış için bir adım atıldı.
Cicero’nun dediği gibi: “En kötü barış bile, en haklı savaştan daha iyidir.”
Ama bunca acının, kaybın, yıkımın ardından sormadan edemiyorum:
Bu kadar bedel ödeyerek barışı isteyen Kürt ve Türk halklarının yaşadıklarının hesabını kim verecek?
Barış için devlet hangi şartları oluşturacak?
Faili meçhul cinayetlerin failleri hesap verecek mi? Kim oldukları açıklanacak mı?
Evleri yakılan, göç etmek zorunda kalan köylülerin dağılan hayatları ve hayalleri ne olacak?
Gitmek zorunda kalan ve bugün dünyanın dört bir yanında parçalanmış, köksüz bir şekilde yaşamaya mahkûm edilen insanlar ne olacak?
Cezaevindeki tutukluların yitirdikleri yıllar geri getirilebilecek mi?
Savaşa harcanan milyonlarca dolar, vatandaşlardan toplanan vergiler iade edilecek mi?
Kırk yılda ne değişti?
Bugün gelinen noktada ne elde edildi?
Sürgüne gönderilen yazarların, gazetecilerin, akademisyenlerin onuru nasıl iade edilecek?
İş kayıpları, sosyal çevrelerinden koparılışları, sürgünde yaşanan zorluklar nasıl telafi edilecek?
Ama dinmesi için barış adına kendini fesheden PKK’nin bu girişimine karşı devlet ne yapacak?
Herkesin aklında aynı soru var:
Nasıl bir barış inşa edilecek?
Barış isteyen taraf dışında neden kimse bu süreci bayram havasında kutlamıyor, sevincini yaşamıyor?
Yoksa bu, sadece bir hayalden mi ibaret?
Neden iktidar bu sürecin sorumluluğunu üstlenmiyor?
Tüm bu sorulara rağmen biz, barışa “ama”sız sahip çıkacağız. Hepimize sorumluluk düşüyor. En başta da sosyalistlere ve emek cephesine, barışa tutunacağız. Çünkü on binlerce insan hayatını kaybetti. Her iki taraftan da on binlerce insanın hayatı altüst oldu. Onları geri getiremeyeceğiz ama onların verdiği mücadele sayesinde barışı inşa edeceğiz.
Artık gözyaşının, acının dinme zamanı…