Prof. Dr. Şebnem Oğuz: AKP yoksulluğu önemsizleştirdi, ana muhalefet milliyetçi söylemlerle gündemden düşürdü
Prof. Dr. Şebnem Oğuz, yoksulluğu görünür kılma stratejisinin önemine değinerek “Seçim sürecinde AKP yoksulluğu önemsizleştirirken, ana muhalefet de özellikle ikinci turdan itibaren milliyetçi söylemi ön plana çıkararak yoksulluğu gündemden düşürdü” dedi.

Esra ÇİFTÇİ
Artı Gerçek - Türkiye’de ekonomik krizle birlikte yoksullaşma derinleşti. Bu süreçte sadece işsizler ve geliri olmayanlar yoksullaşmadı, çalışan ve emekli yoksulluğu da ortaya çıktı. Peki yoksulluğun yeterince farkında mıyız? Yoksulluğu ve ekonomik krizi görünür kılmak için ne yapmalı? Siyaset bilimci Prof. Dr. Şebnem Oğuz, Artı Gerçek’in sorularını yanıtladı.
“AKP iktidarı yoksulluğu sağ popülist bir söylemle önemsizleştirirken, ana muhalefet de özellikle ikinci turdan itibaren milliyetçi söylemi ön plana çıkararak yoksulluğu gündemden düşürdü” diyen Oğuz yoksulluğu görünür kılma stratejisinin önemine değinerek, “Zira tarihsel olarak kapitalist kentleşme, yoksulluğu görünmez kılacak şekilde örgütlenmiştir” dedi.
Yoksulluğu sadece 'en alttakiler'le sınırlayan ve onların görünürlüğünü sivil toplum kuruluşları (STK) üzerinden artırmaya çalışan yaklaşımlara dair de eleştiriler getiren Oğuz, “Önümüzdeki yerel seçimlerde toplumcu belediyecilik anlayışını yaşama geçirebilecek adayların desteklenmesi de bu açıdan kritik önem taşıyor” ifadelerini kullandı.
'YOKSULLUK KAMUSAL ALANDA SİYASİ AKTÖRLER TARAFINDAN YETERİNCE GÜNDEME GETİRİLMİYOR'
Yoksulluk Türkiye halklarının neden yeterince gündeminde değil. Farkında değil miyiz?
Aslında yoksulluk geniş toplumsal kesimlerin gündelik yaşamlarında en önemli gündem maddesini oluşturuyor, ancak kamusal alanda siyasi aktörler tarafından yeterince gündeme getirilmiyor. Seçim öncesinde durum biraz daha farklıydı. Kılıçdaroğlu'nun soğan fiyatlarıyla ilgili eleştirilerine bazı AKP liderleri “Biz TOGG diyoruz, adamlar soğan diyor” şeklinde yanıt vermiş; ana muhalefetin “Patates soğan güle güle Erdoğan” sloganına karşılık Erdoğan kitlelere “Ben biliyorum, sizler ne soğana ne patatese liderinizi kurban etmezsiniz” sözleriyle seslenmişti. Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi AKP iktidarı yoksulluğu sağ popülist bir söylemle önemsizleştirirken, ana muhalefet de özellikle ikinci turdan itibaren milliyetçi söylemi ön plana çıkararak yoksulluğu gündemden düşürdü. Sosyalist yapılar ise çoğunlukla dar anlamda ücretli çalışanların hak kayıplarına odaklandı ve bu kayıplar karşısında ortaya çıkan işçi direnişlerini desteklemekle yetindi, yoksulluğun diğer görünümleri ile yeterince ilgilenmedi.
'DERİN YOKSULLUK KAVRAMI GENİŞ MUHALİF KESİMLERİN DAĞARCIĞINDA POLİTİK UZANTILARI ANLAŞILMAKSIZIN YER EDİNDİ'
Yoksulluğu ve ekonomik krizi görünür kılmak, bir siyaset yapma biçimi olabilir mi?
Yoksulluğu görünür kılma stratejisi elbette önemli, zira tarihsel olarak kapitalist kentleşme yoksulluğu görünmez kılacak şekilde örgütlenmiştir. Engels’in sözleriyle “Kentlerde yoksulluğa ayrı bir toprak parçası ayrılmıştır; orada o, mutlu sınıfların gözünden uzakta, yapabildiği ölçüde ayakta kalmaya çabalar durur.” Fakat günümüzde yoksulluğu kimin hangi araç ve amaçlarla görünür kılmaya çalıştığı da önemli. Yoksulluğu görünür kılma, yoksullara “ses verme” ve bu konuda “farkındalık yaratma” gibi öneriler Dünya Bankası’nın 2000’lerin başından itibaren ortaya koyduğu yoksulluğu azaltma stratejilerinin bir parçası olarak gündeme geldi. Bu öneriler neoliberalizmin 1980’li ve 90’lı yıllarda derinleştirdiği yoksulluğun yarattığı toplumsal patlama risklerine karşı devletleri bu konuda kapsamlı harcamalar yapmaya zorlamaksızın STK’ların iş birliğiyle yoksulları “güçlendirme”ye dayalı yaklaşıma dayanır. Bu yaklaşımın bir diğer özelliği de sadece açlık sınırının altında yaşayan en yoksul kesimlerle ilgilenmesidir. Türkiye’de “Derin Yoksulluk Ağı” tam da bu paradigma çerçevesinde işleyişini sürdürdüğü halde solun geniş kesimleri tarafından sorgulanmaksızın kabul gördü. “Derin yoksulluk” kavramı geniş muhalif kesimlerin dağarcığında politik uzantıları anlaşılmaksızın yer edindi.
'SOSYALİST SOLUN YOKSULLUĞA YAKLAŞIMI BÜTÜNÜYLE FARKLIDIR'
Solun geniş kesimleri sokakta yoksullukla mücadelede etkili olamadığı için sahada aktif olarak çalışan bu tür oluşumları sahiplendi. Elbette bu oluşumların kendilerini özellikle sadaka kültüründen ayrıştırarak yaraya merhem olma çabaları değersiz değildir. Ancak yoksulluğu sadece “en alttakiler”le sınırlayan ve onların görünürlüğünü STK’lar üzerinden artırmaya çalışan yaklaşım neoliberal yoksulluğu azaltma stratejilerinin özünü oluşturur. Sosyalist solun yoksulluğa yaklaşımı bütünüyle farklıdır. “Derin yoksulluk” kategorisine sokulan kesimler, işçi sınıfının dışında kalan “kimsesizler” değil, işçi sınıfının bir parçasıdır. Bunu daha iyi anlamak için Marx’ın daha çok “yedek işgücü ordusu” olarak bilinen “göreli artı nüfus” kavramına dönmek gerekir. Göreli artı nüfus sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan fazla bir emekçi nüfusu durmadan üretmesi anlamına gelir, bu nüfus aktif olarak çalışan işçilerin ücretlerini düşük tutmaya yarar. “Derin yoksulluk” kategorisi ile tanımlanan kesimler işçi sınıfının bir parçası olan göreli artı nüfusun içinde yer alırlar, dolayısıyla sınıf mücadelesinin ve örgütlerinin kapsaması gereken kesimlerdir.
'GELENEKSEL SENDİKACILIK ANLAYIŞININ DIŞINA ÇIKAN OLUŞUMLARA İHTİYACIMIZ VAR'
Peki bu noktada muhalefete önerileriniz neler?
Öncelikle yoksulluğun işçi sınıfına içsel bir olgu olduğu noktasından hareketle mücadeleyi sınıfsal eksende yürüten ancak geleneksel sendikacılık anlayışının dışına çıkan oluşumlara ihtiyacımız var. Bu noktada son dönemde ortaya çıkan “geçinemiyoruz”, “barınamıyoruz” hareketlerinin anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ancak bu hareketlerin solun farklı kesimleriyle bir araya gelerek yerellerde kök salması, uzun süreli ve geniş koalisyonlara dönüşmesi gereklidir. Öte yandan bu tür eylemlerin içinde bulunduğumuz faşizan siyasal rejim nedeniyle sınırlılıkları var. Bu nedenle bu türden doğrudan eylemler dışında solun pandemi, deprem gibi özel momentlerde kurulan dayanışma ağlarını kalıcılaştıracak yapılar inşa etmesi, özellikle tarikatlarla kuşatılan kesimlere nefes aldıracak mekânlar ve olanaklar yaratması gerekiyor. Önümüzdeki yerel seçimlerde toplumcu belediyecilik anlayışını yaşama geçirebilecek adayların desteklenmesi de bu açıdan kritik önem taşıyor. Yoksullukla mücadelede yeni bir strateji geliştirirken günümüz Türkiye’sinde yoksullaşmanın işçi sınıfının hangi kesimlerini en fazla vurduğuna bakmak da önemli. Korkut Boratav’ın tespitlerine göre yoksullaşma en fazla büyük kentlerde yaşayan ve enflasyona uyum sağlayamayan, asgari ücretin üstünde gelir alan ancak ücret pazarlığı yapabilecek örgütlerden yoksun beyaz yakalıları ve emeklileri etkiledi. Mavi yakalıların özellikle Anadolu taşrasında yaşayan, sosyal yardımlarla beslenen, muhafazakâr kesimleri ise bölüşüm şokundan aynı ölçüde etkilenmedi. Bu noktada özellikle beyaz yakalıların bir bölümünün yoksullaşma karşısında göçmen karşıtı söylemlere sığınması sınıf mücadelesi açısından ciddi bir sorun oluşturuyor. Bu söylemlerin nasıl bir yanlış bilinçten kaynaklandığını göstermek için göçmen emeğinin göreli artı nüfus içindeki yerine dönmek gerekiyor.
'BÜTÜN GÖÇMEN İŞÇİLER SINIR DIŞI EDİLSE BİLE AKTİF İŞGÜCÜNDEKİ ESKİ İŞLER GERİ GELMEYECEKTİR'
Marx’ın Kapital’deki tanımına göre işçi sınıfı aktif işgücü ile göreli artı nüfusun toplamından oluşur. Göreli artı nüfusun ise dört farklı biçimi (akıcı, saklı, durgun ve yoksul artı nüfus) vardır. Akıcı artı nüfus, sermayenin değerlenme koşullarına göre işlerinden çıkarılıp ihtiyaç halinde yeniden işe alınanları kapsar. Saklı artı nüfus, mülksüzleşme sürecinde işgücü piyasasına düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına razı olabilecek biçimde dahil olmak için bekleyenlere karşılık gelir. Durgun artı nüfus ise düzensiz ve kötü şartlarda çalışanları kapsar. (Son dönemde güvencesiz işçiler için sıkça kullanılan ancak bu işçileri ayrı bir sınıf olarak tanımladığı için yanıltıcı yan anlamlar içeren “prekarya” kavramı bu kategoriye denk düşer.) Göreli artı nüfusun farklı biçimleri arasında sürekli bir hareketlilik vardır. Ekonomik kriz koşullarında aktif işgücündeki işler azalır, akıcı artı nüfus artar ve akıcı nüfustan durgun nüfustaki işleri yapabilecek olan işçilerin sayısı artar. Bu işçiler kendilerini durgun nüfustaki işler için göçmen işçilerle rekabet halinde bulurlar ve öfkelerini işverenlerinin yerine göçmenlere yöneltirler. Oysa bütün göçmen işçiler sınır dışı edilse bile aktif işgücündeki eski işler geri gelmeyecektir, çünkü göreli artı nüfusun artışının nedeni göç değil derinleşen kapitalist rekabettir. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Göreli artı nüfus kavramına yapılacak vurgu günümüzde yoksullukla mücadelede işçi sınıfının farklı kesimleri arasındaki ortaklığı örmek açısından önem taşıyor. Özellikle 6 Şubat'tan sonra depremzedelerin de göreli artı nüfus kategorisine eklendiğini göz önünde bulundurursak, bu kavramın politik anlamı daha çok açığa çıkıyor.
'YOKSULLUK, SINIF İLE KİMLİK ARASINDAKİ BAĞLANTIYI GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURAN BİR PERSPEKTİFTEN ELE ALINDIĞINDA ANLAŞILABİLİR'
Kürt yoksulluğu diye bir gerçek var. Ancak Kürt Hareketi ve bu eksende siyaset yapan hareketlerin gündeminde daha çok kimlik talepleri olduğuna dair eleştiriler var? Yoksulluğun, kimlikle bağının kurulamadığını düşünüyor musunuz?
Türkiye’de tarihsel olarak göreli artı nüfusun temel aktörleri ülke içinden, özellikle zorunlu nedenlerle göç eden Kürtlerden oluşmuştur. Kürt sorununu ele alırken sınıf ile kimliği birbirinden ayırmanın olanaksızlığının temel nedenlerinden biri budur. HDP/Yeşil Sol Parti özelinde sınıf ile kimliği birbirinden ayırmayan bir çizginin parti metinlerinde hâlâ hakim olduğunu görmek mümkün. Ancak pratikte bu paradigmanın yaşama geçirilmesi güçlüklerle karşılaşıyor. Bu güçlüklerin başında özellikle 2015’den itibaren tırmanan savaş atmosferinde Kürt hareketi için yoksulluk ve benzeri sorunların ikinci plana düşmesi geliyor. Önümüzdeki kongre sürecinde bu sorunun aşılmasına dönük adımlar atılacağını umuyorum. Zira Türkiye’de yoksulluk ancak sınıf ile kimlik arasındaki içsel bağlantıyı göz önünde bulunduran bir perspektiften ele alındığında tarihsel ve toplumsal özgünlüğü ile anlaşılabilir.