Absürt faşizm

Absürt faşizm
Ezilenlerin asalak ve zorba yapılara karşı “seçimlerle” sınırlanmaksızın her yolla mücadelesi doğal, meşru, gerekli, hatta zorunlu kabul edilmedikçe memlekete (ve dünyaya) giydirilen deli gömleğini yırtmak mümkün değildir.

Nabi KIMRAN


Kaçımız biliyoruz -ayrıca bilmek zorunda mıyız? CİMER diye bir kurum var memleketimizde: Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi. Başında, Kılıçdaroğlu’nun “vitaminsiz Göbels” diye andığı Fahrettin (Altun) paşa var. 90 bin çalışanı varmış bu kurumun! Memleket matbuatına, medyasına, sosyal medyasına, ezcümle düşünsel-ruhsal-ideo-kültürel iklimine, Türkiye’nin “yeni düzenine” göre ayar verme kurumu da diyebiliriz. Bir nevi, muktedirlerin bir türlü olamadıkları “kültürel iktidar namzedi” güzide bir kurum CİMER.

Hayallerindeki “kültürel iktidarın” yolunun muhbir-ihbar hattından geçtiğini idrak edecek kadar akılları başlarında olmalı ki, “alo CİMER İhbar Hattı” gibi bir hizmet de sunmaya başlamışlar. Yok yok, tam öyle değil. “Halkımız eennnn yüksek makama arzuhal edebilsin” diyerek CİMER’e vatandaş başvurularının yolunu açmışlar.

Halkımızın mevcut düzene temel teşkil eden güzide bir bölümü de iştahla, “alo ihbar hattı” olarak kullanmış verilen hakkı: “Devletin yürütme organı içinde yaklaşık 40 bin idari birim dahilinde kendi kamu kurumlarını temsilen yaklaşık 90 bin kamu görevlisini barındıran CİMER’e; 2023 yılında 7 milyon 650 bin başvuru yapılmış ve bu başvuruların okunması, sevk edilmesi, cevaplandırılması kapsamında bir yılda 34 milyon işlem gerçekleştirilmiştir.” (CİMER’in açıklamasından aktaran Can Ataklı – Korkusuz Gazetesi / 23.1.2023)

Durup bir nefes almalıyız… Günaydın, iyi akşamlar olağanlığıyla söylenen şey şu: Kabaca yedi buçuk milyon yurttaş ihbarda bulunmuş. Her ihbarcı bir kişiyi ihbar/şikâyet etmişse buna bir yedi buçuk milyon daha eklemek gerekir, iki ya da daha fazla insan ihbar edilmişse rakam 15, 22.5 milyon vs. olarak katlanır! Birbirleriyle kavgalarını çocuk parklarında ya da emekli kahvehanelerinde çözen çocuklar ve ihtiyarların nüfusun yaklaşık yarısı oldukları düşünülürse, geriye kalan yarısının neredeyse tamamının birbiriyle kavgalı, davalı veya davacı, ihbarcı veya ihbar edilen durumunda olduğu demektir bu!

34 MİLYON İŞLEM YAPILMIŞ

CİMER açıklamasında -herhalde övünerek-, ihbarlar/şikayetler kapsamında 34 milyon işlem yapıldığını söylüyor. Her şeyin eeeenn büyüğü/çoğu makbul olduğuna göre övünebiliriz işlem sayımızla. Ne güzel, memleketçe bir sevgi, saygı, muhabbet ikliminde kendimizden geçmişiz, mutluluktan başımız dönüyor, hatta çakırkeyifiz. Fakat burada parazitleniyor yayın. Açıklamanın devamından öğreniyoruz ki, CİMER, başvuruların ezici çoğunluğunu üzerlerinde hiçbir işlem yapmadan ilgili makamlara, yüce Türk adaletine vs. havale etmiş, daha doğrusu etmek zorunda kalmış.

Eh, gerisini rüşvet tarifesinde anlaşabilecekleri umulan ilgili yargıçlar, can ciğer kuzu sarması olan Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi çözsün, onu da 90 bin CİMER çalışanı düşünecek değil ya!

“Absürdistandan faşizm manzaraları” sayılabilecek bu tablo, çekirdek çitleyerek faşizmin çöküşünü beklemeye yol açarsa vay halimize! Çünkü memleketimizin başına gelen absürt faşizm ne yeryüzünde ilk kez yaşanıyor ne de temelleri-kökleri tarihimizde olmayan bir şey.

Bu arada şunu da atlamayalım, faşizmin normali nasıl bir şey ki, absürt olanından şikayetçi olalım? Faşizm her türü absürttür. Krize giren gelişkin kapitalizmin ya da krizden hiç çıkamayan geri kapitalizmin “olağan” halleri arasındadır. Ezcümle her yerde, bütün dönemlerde, toplumsal-siyasal yaşama dair bütün başlıklarda düşme-düşkünleşme halidir faşizm; bu da “tesellimiz” olsun.

‘BU KADAR DA OLMAZ REHAVETİ’

İnsan düşünmeden edemiyor, Beethoven’i, Mozart’ı, Hegel’i, Marks’ı yaratan bir halkın insancıl damarı, Nazi absürtlüğüyle karşılaştığında neler hissetti? Bugünden geriye bakarak, “yok canım bu kadarı da olmaz bu topraklarda” rehavetinin sonuçlarını biliyoruz… Bir sabah kalkıyorsunuz ve zamanınızın iktidar katında makbul bilginlerinden Hans F. K. Günther -SS’lerin şefi Himmler hayranıydı- şöyle şeyler yumurtlamış: “…kalıtsal olarak en yetenekli olanlarda daha yüksek çocuk sayısı ve kalıtsal olarak düşük değerli olanların üremesinin engellenmesi sayesinde…” (bkz. Stefan Breuer – Milliyetçilikler ve Faşizmler / İletişim Yay. / s. 234) Ya da, “…kırsal komünlerde ‘insan yetiştirilmesiyle’ üst tabakanın yenilenmesine yönelik tasarıların tartışıldığı…” (age. s. 237 – 159 no’lu dipnot.)

Mozartların ülkesinde, İnsan yetiştirme çiftlikleri kurarak üstün ırk yaratma tasarıları tartışılabildi 1930’larda, sadece tartışılmakla kalmadı, zamanın rejimine, giderek halkın hayatına yön veren hakim ideoloji katına yükselebildi! Yani salt absürt olduğu için çöküp gitmedi bu fikirlerin sahipleri, bilakis; absürt faşizm modern Almanya’da iktidar oldu, sonrası biliniyor…

Teşbihte hata olmaz, Nazilerin yıkımı Fahrettin paşaların 90 bin kadrosu, 7.5 milyon ihbarcısı, 34 milyon dava dosyası ile elbette kıyaslanamaz; ama her iki örnek de “absürdistandan manzaralar” kataloğunda müstesna yerlerini alır. Şimdilik hatayı teşbihe verelim, fakat yine de 90 bin kadro, 7.5 milyon ihbarcı, 34 milyon dava dosyasının “şişede durduğu gibi durmayacağını”, bir patlarsa ortalığın kan revan olacağını (da!) “ihtimaliyetler hesabına” dahil edelim…

" Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânı vermiyor” diyor A.H. Tanpınar. Doğru, fakat eksik: Türkiye evlatlarına müesses nizamın -yüz yıllık TC tarihi boyunca- çizdiği sınırlar dışında bir kader düşünme imkanı da tanımıyor. Yani Türkiye ile meşgul olacaksınız, yalnız müesses nizamın kırmızı çizgileri dahilinde, ötesi cısss!

Seçimlere doyamayan canım memleketimizdeki yeni -yerel- seçimin temel gündemi de “kim Kürtlerin partisine selam verdi-vermedi” eksenine kilitlendi; bu cısss çizgisinin ötesinde dişe dokunur tek kelime yok TV programlarında, “lider” kostaklanmalarında. Türkçesi, absürt muhalefetle Absürdistan’a devam! (Yani o derece ki, aklı başında bir insan/toplum, alternatifleri, bağımsız düşünmeyi vs. akıl etmeksizin uzun süre böylesi bir ideo-politik propagandaya maruz kalırsa, maazallah akıl-fikir-zeka kaybına uğramaktan kurtulamaz.)

HALKIMIZ CHP’DEN NE BEKLEYEBİLİR

Uzatmayalım. AKP-MHP ve bilumum küçük ortaklarından mürekkep faşizmden rahatsız halkımız, kurtuluş olmasa da mevcut rejimden kurtulmak için “bir ihtimal ve imkan” olarak gördükleri CHP’den ne bekleyebilir, ne vaat ediyor CHP?

Görelim.

Irkçı faşist (modern ırkçı diyelim) Tanju Özcan yine Bolu Belediye başkan adayı. AKP’den devşirme, Hatay’ı enkaz altında bırakan imar planlarının onaycısı Lütfü Savaş da öyle. Antalya adayı Muhittin Böcek ise -oylarına talip olduğu- Kürt seçmenin teveccüh ettiği DEM Parti’ye bir toplantı salonu vermeyi bile çok görüyor. Ankara’da Mansur Yavaş “en milliyetçi benim” diyerek meydanlarda dolaşıyor. İstanbul adayı -sadece İstanbul mu?-

İmamoğlu, bırakalım siyasi faydacılığı, insani-medeni bir duyarlılıkla Selahattin Demirtaş’a başsağlığı dilemeyi bile çok görüyor. Başka? Memleket dinci ideoloji sosuna bulanmış neo-liberalizmle tarumar edilir ve dünyanın en zengin 250 dolar milyarderi Davos’taki toplantıya “bizden daha fazla vergi alın yoksullara verin, yoksa hep beraber sosyal patlamanın altında kalacağız” mealinde mektup yazarken, bizim aslan sosyal demokratlar 1970’ler Ecevit’inin, “toprak işleyenin su kullananın, ne ezen ne ezilen insanca hakça bir düzen” sloganlarını dahi hatırlamıyorlar.

Mevcut ekonomi politikaya alternatif (sosyal demokrat vs.) tek cümle kurmadan, Gaye hanımın babasının Merkez Bankası’ndaki pirzola partisini tiye almakla yetiniyorlar. (Hoş tiye alınmayacak gibi de değil hani, absürdistanda karnaval rengârenk, ne ararsanız var!) “Bana bir şeyler anlat, yalan da olsa hoşuma gidiyor” diyen Ahmet Kaya’nın sözüne bile kulak asamayacak kadar formatlanmış-kırmızılanmış-çizgilenmişler.

İktidar mahfilleri fısıltı gazetesi-psikolojik harp aygıtlarıyla “Ekrem Alevileri tasfiye ediyor” söylentilerinden medet umarken, çıkıp tok bir sesle, “iktidarımızda, halkın inancını devlet dini kalıbına döken, ayrımcı ve asalak Diyanet İşleri Başkanlığı kapatılacak, Cem Evlerine ibadethane statüsü tanınacak, tutarlı bir laiklik tesis edilecek” diyemiyorlar. Dış politikada, bırakalım NATO’dan çıkmayı, Suriye ve Irak’tan başlayarak ülke sınırları dışındaki tüm askerler geri çekilecek diyemiyorlar. Memleketin emeğine, eşitliğine, özgürlüğüne dair -bakın sosyalizmden değil, burjuva demokratik anlamda bir reformizmden/ıslahattan söz ediyoruz- tek kelime edemiyorlar. O halde neyi seçecek halk? AKP’siz AKP’yi mi? Bu temel politikalarda AKP’den farkınız nedir ya da geriye kalan nedir?

İnsanın aklını, fikrini, ruhunu deli gömleğine hapseden “seçeneklerin” tek bir anlamı var: Memleketin yüz yıllık müesses burjuva nizamı içinde düşünmek. O burjuvazi ki, yüz yıl boyunca tüm dönemlerde “mızıldanarak” ve esen her rüzgâra yelkenlerini açarak gemisini yüzdürdü, AKP döneminde de yüzdürüyor; tıpkı demokratik batı alemi diye kodlanan emperyalist sistemin, Türkiye’de yüzdürdüğü gemi gibi.

Oysa asıl mesele işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin, kadınların, doğasını, yaşam alanlarını korumak isteyenlerin taleplerinin galebe çalmasıdır. İşte orada işler çatallaşıyor. Çünkü nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan bu sınıf ve topluluklar ideolojik/politik olarak kendilerini yağmalayanların arabasına bağlanmış durumdalar; kapitalist sistemde bir ölçüde normal ve fakat bu denklem bozulmadan esasa dair hiçbir şeyin değişmesi mümkün değil.

DEĞİŞMESİ ZORUNLU OLANLAR

O halde nedir işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin ideo-politik tavrında değişmesi zorunlu olanlar?

“Ağaç demiş ki baltaya, sen beni kesemezdin amma neyleyim ki sapın benden!” Demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin, sosyalizmin sınıfsal-sosyal tabanı olan on milyonlarca emekçi bugün şu veya bu burjuva partinin toplumsal tabanıdır ve onların gücü de bundandır. Bu acı gerçek yok sayılarak politika yapılamaz. Peki bu nasıl değişecek? Ciltler dolusu kitap yazıldı, yazılacak. Ve nice acılı yollardan geçildi, geçilecek. Burada sadece -Türkiye politikasının aktüalitesi bağlamında- birkaç noktaya işaret edebiliriz. Yarın (31 Mart’ta), on yıl sonra, yüz ya da bin yıl sonra şu temel meselelerde emekçilerin köklü bir tutum değişikliği olmadıkça Türkiye’de hiçbir şey değişmeyecek, her şey daha da kötüye gidecektir.

-Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, adını sayamadığımız tüm azınlıklar çoğunluk (Türk-Sünni) nüfusla aynı haklara ve güven içinde yaşama imkanına sahip olmadıkça, yani eşit yurttaşlık anayasal ve toplumsal bir gerçekliğe dönüşmedikçe,

-Kemalist-dindar-Alevi-Sünni-Kürt-Türk vd. emekçiler birbirlerinin hakkına, hukukuna, kimliğine riayet ederek emekçiler olarak hak, çıkar ve özgürlerini beraberce (sınıfsal eksende) savunmadıkça, Mahir Çayan’ın deyimiyle, “emperyalizmin içsel bir olgu” olduğunu fark ederek memleketin taşını toprağını, emekçisinin iliğini kemiğini sömüren absürt faşizm(ler) (evet, “üçüncü dünyadaki” tüm faşizmler emperyalizmin mümessili, simbiyotik ortağıdır!) yerle bir edilmedikçe,

-Ve nihayet ezilenlerin ahlakının gerektirdiği doğal sınırlamalar dışında bu asalak ve zorba yapılara karşı “seçimlerle” sınırlanmaksızın her yolla mücadele doğal, meşru, gerekli, hatta zorunlu kabul edilmedikçe memlekete (ve dünyaya) giydirilen deli gömleğini yırtmak, içine düştüğümüz çıldırtıcı kısır döngüyü kırmak mümkün değildir.

Bu başlıklarda alınacak mesafe demokrasi ve insanca yaşamdan, sosyalizme doğru yürünebilecek yolların kapısını aralayabilir; tersi absürdistana devam!

Öne Çıkanlar