Can pazarı

Can pazarı
İttihatçılar, 1910’da sokak köpeklerinin kökünün kazınmasına karar verdiler. İttihatçıların bir Hayırsız Ada’sı vardı. Bugünse her belediyenin kendi yarattığı binlerce isimsiz Hayırsız Ada’sı var.

Gökhan Yavuz DEMİR*


'Jakub, ülkesinde işlerin düzelmediğini, kötüye de gitmediğini ama gitgide gülünçleştiğini düşündü. Bir zamanlar insan avının kurbanı olmuştu ve önceki gün bir köpek avına tanıklık etmişti; başka bir rol dağıtımıyla bu yine ve hep aynı görüntüymüş gibi. Birtakım emekliler bu oyunda sorgu yargıçlarının ve gardiyanların yerini tutuyorlardı, cezaevine konan devlet adamları bir bokser, bir sokak köpeği ve bir tazıyla temsil edilmekteydiler.'

Milan Kundera, Ayrılık Valsi

'İstanbul köpek ve kedilerini zalim Borgia zehirleyicilerinden kurtaralım.'

Refik Halid Karay, “Borgialar Usulü,” Akşam, 9 Nisan 1955

Zaman her şeyi değiştirir fakat insan ahmaklıklarını çoğu kez başarıyla muhafaza etmeyi yine de becerir. Bu sebeple aktüel meseleler hakkında yazmayı sevmiyorum. Çünkü o mesele hakkında anlamlı üç cümle kuramayacak zevatın, anlamadıkları bir yazıya dair yorum ve eleştiri sandıkları sersemliklerini dinlemek istemediğim gibi, kamplaşmadan ve zıtlaşmadan bir konuyu tartışma adabı olmayan insanlarla muhatap olmak da istemiyorum. Çokseslilikten yoksun, bütün argümanlarını ‘0-1’ ikili mantığı üzerine inşa eden insanlara duymak istediklerini söyleyemeyecek fıtratta biri olduğum için de kimseye bir şey söylememeyi tercih ediyorum.

Fakat bu sefer hâlâ çok sıcak olan bir meseleyi yazmaya karar verdim, çünkü konu hayat memat meselesi. Lafın gelişi değil, hakikaten ölüm kalım meselesi. Uzun zamandır düğmesine basılmış hakikat-çarpıtıcıların yoğun mesaisi neticesinde bir soruna dönüşen sokak köpeklerinin, tâ Meşrutiyet'ten beri bildiğimiz itlâf adı altındaki zulmün tekrarı olacak bir yasa tasarısıyla barınaklarda toplanıp, otuz gün içinde sahiplenilmezlerse öldürülmeleri söz konusu.

Modernleşme serüvenimizin başlangıcına kadar neredeyse asırlarca merhamet gösterdiğimiz sokak köpeklerine böyle acımasızca davranmayı kendime ve memleketime yakıştıramadığım için bu yazıyı yazmam şart oldu. Neticede ötekinin sorumluluğunu üstlenmekten kaçmak ahlâksızlıktır ve kardeşleri öldürülürken yahut öldürülmeleri planlanırken hiçbir şey yokmuş gibi suya sabuna dokunmayan yazılar yazarsam evdeki evlâd-ı hayvanatın yüzüne bakamam.

İnsan ancak başka bir hayvanın ıztırabını kendi çekiyormuşçasına içinde duyan bir hassasiyete sahipse insandır. En azından ben buna inandığım için sokak hayvanlarının ıztıraplarını anlıyor, içimin acıdığını hissediyor ve insaniyet namına bu satırları yazmaya koyuluyorum.

I

Sene 1979. Balıkesir’de Cengiz Topel Caddesi’nin arkasında bir kenar mahallede oturuyoruz. Altı yaşındayım. Mahallede, bizim Fıstık veya Binnaz türünde, halk arasında ‘pali’ diye bilinen ufak ırktan bir köpek yaşıyor. Canımın sıkıldığı bir gün boş bir arsada adını şimdi hatırlayamadığım bu ufaklığı kıstırıyorum. Sanırım elimde ip benzeri bir şey var. Onu köpeğin boynuna geçirmeye uğraşıyorum. Hayvan her seferinde buna izin vermiyor ve biraz ilerime gidip duruyor, yani aslında benden uzaklaşmıyor. İşte tam bir köpek davranışı! Ne kadar sevecen ve fedakâr olsalar da köpekler aslında bizim için hep anlaşılmaz kalacak olan yabancı ve asla zihinlerine nüfuz edilemez yaratıklardır.

Onu sevmeme, ona yaklaşmama izin verse de boynuna ipi geçirmemden rahatsız oluyor ve aslında her defasında da bana bunu anlatmaya çalışıyordu. O arsada ne kadar vakit geçirdik bilemiyorum. Fakat en son denememde hırlayarak dişlerini elime geçirdi. Aslında ısırmamıştı ama ben çok korkmuştum. Canımın acımadığını bilmekle beraber yine de ağlayarak ve ‘Beni köpek ısırdı,’ diye zırlayarak eve koşmuştum.

Babam gençken de akıllı bir adamdı ve beni sakinleştirirken ‘Seni uyarmış, ısırmamış. Isırsaydı canın acırdı oğlum,’ demişti. Bunca sene sonra, ne vakit ‘köpek vahşeti’ diye bir haber okusam aklıma hep bu hadise geliyor. O haberlerin içinde mutlaka gerçek olanlar da var, bunu reddetmiyorum. Ama bu olaylar ekseriyetle gazeteciliği yaygara çıkarmak sananların eforları ve çabalarıyla harlanıyor ve alevlendiriliyor.

Bir de kusura bakmayın ama şimdiki anne-babalar çok akıllı değiller. Her şeyi kendi yavrularına ve varlıklarına saldırı olarak anlıyorlar. Çoğunlukla kendileri köpekten korktukları için oyun oynamak amacıyla kuyruğunu sallayarak çocuklarına yaklaşan hayvanı tehdit olarak algılayabiliyorlar.

Böyle bir olaya da üniversitede asistanken şahit olmuştum. Küçük bir köpek yavrusu küçük bir çocuğa oyun olsun diye patileriyle dokunduğunda, balkondan torununu izleyen bir anneanne büyük bir feryatla birlikte içi su dolu beş litrelik bir pet şişeyi yukarıdan köpeğe fırlatıvermişti. Köpeğin de benim de aklım başımdan gitmişti. Anlamıştım ki insanın bir şeyden korkması için o şey hakkında hiçbir fikrinin olmaması kâfiydi.

Balıkesir’deki ‘Beni ısırdı,’ diye iftira attığım o köpeğe dair ikinci hatıramsa içimi daha çok acıtıyor. Köpek zehirlenmişti. Can çekişiyordu. Ölmek, acı çekmek ve can çekişmek hakkında hiç fikri olmayan ben de korkuyla onun son nefesini verişini izlemiştim. Komşu bir teyze, küçük bir kapta çırptığı sarmısaklı yoğurdu zorla ve son bir umutla köpeğe yedirmeye uğraşmıştı. Bu arada o yaşlı kadının ağladığını ve beddua ettiğini hatırlıyorum yahut hatırladığımı sanıyorum.

Köpek ölmüştü. Nitekim bu topraklarda zehirlenerek öldürülen ne ilk ne de son köpekti. Sonrasında yıllarca merhametiyle, hoşgörüsüyle, hayvanseverliğiyle övünmekten yorulmayan bu memlekette defalarca zehirlenmiş ve can çekişerek ölen köpek gördüm. Can almaya can atan canı çıkasıcaların elinde can çekişen bu kimsesiz canların yaşadıklarına şahit olmaya can mı dayanır!

Bu tuhaf memlekette can almaya meraklı, başka canlara düşman, köpekleri zehirleyen insanlar da vardı; fakat çıkmadık candan umut kesilmez diyerek elindeki sarmısaklı yoğurtla can kurtarmak için çırpınan can dostları da vardı. Cana kıyanlar ile canının derdine düşmüşler arasındaki bitmeyen kavgada koca ülke aslında sokak hayvanları için hep bir can pazarıydı.

II

Bu kadar insanı bir anda sokak köpeği düşmanı hâline getiren nedir? Gerçekten kendilerini tehlikede hissetmeleri mi? Neden bir anda kana susadılar? Kötülük mü, cahillik mi, sevgisizlik mi yoksa ciddi ciddi eşref-i mahlukat olduklarına duydukları inanç mı? Şüphesiz ki hepsi, fakat aynı zamanda da hijyen ve düzen arzusu. Çünkü düzen isteği, ‘tıkır tıkır işlemek’ten de anlaşılacağı üzere inorganik, hatta mekanik insan toplumu tasavvurudur.

Bu düzen arzusu aslında daima bir ölüm arzusudur. Çünkü hayat -yani organik olan- daima belirsiz, öngörülemez ve kontrol edilemezdir. Hayat olağan işleyişiyle daima düzeni paramparça eder geçer; oysa düzen arzusu hayatı yok etmek pahasına da olsa betonun içinde zaptetmeye çalışır.

Cehalet ve kibirle el ele vermiş bu düzen arayışı on iki bin yıllık Dipsiz Göl’ü kuruttuğu ve bin yüz seksen üç yaşındaki porsuk ağacını kestiği gibi uzun senelerdir şehrin sokaklarını insanlarla paylaşan köpekleri öldürmek istiyor. Daha temiz ve güvenli şehir sokakları iddiasıyla cilalanmış bu düzen arayışı, aslında yaşayan her şeyden nefret eden betonseverliğin güya meşru ve erdemli bahanesidir.

Şehrin sakinlerine huzur vermeyerek şehrin sokaklarına huzur getireceklerine inanan bu insanlar, huzursuzluğun tâ kendisi oldukları için, hiçbir zaman bulamayacakları huzur arayışında herkesin de huzurunu kaçırırlar. Ağaçsız, susuz, kedi ve köpeksiz sokaklarda bir vakit sonra insan da istenmeyecektir. Mülteci, eşcinsel, hain, din düşmanı, tinerci olmakla yahut yerli ve millî olmamakla damgalanan insanlar da beton kadar kıymetleri olmadığını görecektir. Kendisine benzemeyen, kendi hassasiyetlerini paylaşmayan bütün ötekilerden arındırılmış hijyenik ve düzenli şehirlerin beton duvarları arasında mutlu olabilecek bir çoğunluk; sanki doğayla, hayvanlarla ve insanlarla salt sevgiye dayalı bir ilişki kurulmasına tahammül edememektedir.

Onun için yıkmak, kurutmak, yakmak, kesmek ve yok etmek; diyalog kurmaktan, ilişkiye girmekten ve bir aradalığın çok renkliliğinde yaşamaktan çok daha kolaydır. Açgözlülüğü ve her şeye sahip olma isteği onu, şehrin sokaklarının asıl sahiplerini yerinden etmek için surları aşan göçebe yağmacılara döndürmüştür. Sadece onun yaşamaya hakkı vardır ve sadece onun yaşamı kutsaldır. Kütlenin sefil ahlâkı işte!

III

Pis, vahşi, saldırgan ve murdar diye damgalanan bu hayvanlar; sanki modernleşmemizin veya toplumsal huzurumuzun önündeki en büyük engelmiş gibi neredeyse yüzyıldan fazladır bir ‘sorun’ olarak görülüyor. Eğer bir ‘köpek sorunu’ varsa bile, II. Mahmud’dan bu yana bu sorunu hâlâ aynı gaddar yöntemleri deneyerek çözemediğimiz ve çözemeyeceğimiz de meydanda.

Dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde güçsüzlere ve zayıflara eziyet eden kötü birileri hep olagelmiştir. Sokak hayvanlarının maruz kaldığı şiddet ve aşağılamanın da hep olageldiği söylenebilir. Fakat bu kötülüğün arkasına devlet gücünü de alarak sokak hayvanlarının düşmanlaştırılıp sistematik bir katliama, hatta neredeyse soykırıma doğru evrilmesi herhalde bizim o benzersiz modernleşme serüvenimizin en tuhaf ve en utanılası veçhesi olsa gerektir.

Durmadan sokak köpeklerini suçlayarak nefret kusanlar, suçlamayı düşünmekle karıştırdıkları için olsa gerek, hiç hakiki meseleleri hakkında düşünmezler. Sanki bütün fakirliklerinin, hayat içinde iğreti kalmışlıklarının, tüketerek tüketemedikleri yalnızlıklarının, canlı bir şeye dokunmanın hazzını onlara çoktan unutturan sevgisizliklerinin, ruhlarını kezzap gibi yakan mutsuzluklarının, itilip kakılmışlıklarının, için için yanan öfkelerinin bütün müsebbibi sokak köpekleriymiş gibi onları suçlarlar. Bir yerde suçlayanlar ve suçlamalar artmışsa, düşünen hemen hemen hiç yok demektir.

Biz imparatorluk kaybetmiş bir halkız, yani travmatik bir toplumuz, korkuyoruz ve tarih açısından korkmak için meşru sebeplerimiz var. Fakat korkunun korkuyu beslediği, korkunun bir süre sonra muhayyel korkulara yol açtığı ve korkunun düşünme yetisini ilga ettiği de aşikârdır. Düşünce, düşündüğü meseleyi parçalara ayırıp inceleyerek sorun olmaktan çıkarır. Fakat düşünce, düşünülen sorunu feshetmek yerine korku yüzünden kendini feshederse, suçlananın suçlu olmadığı veya en masum olanın suçlandığı saçma bir durum ortaya çıkar. Suçluyor ve düşünmüyoruz; çünkü korkuyoruz.

O kadar korkuyoruz ki asıl korkulacak şeyden korkmaya bile korkuyoruz, bunun için de en kolayını seçip modern hayatın eşitsizlikleri içinde durumu bizden daha sefil olan tek varlıktan, sokak köpeklerinden korkmaktan medet umuyoruz. Sanki sokak köpeklerinin olmadığı bir dünyada korkacak hiçbir şey de kalmayacakmış gibi!

IV

Keşke bu kısır tartışma köpeklerin kısırlaştırılmasıyla sonuçlansaydı da hepimiz bir rahatlasaydık. Aksine bu kısır tartışma, tarafların “0-1” mantığıyla düşünmesinden beslenerek sündükçe sünüyor.

Taraflar tartışmada argümansızlıktan ötürü kendi mevzilerine daha çok çekiliyor. Sokak köpekleri üzerinden başlayan tartışma bir süre sonra ana fikrini unuttuğundan dinî, ideolojik, politik bir görünüm kazanıyor. Oysa ‘şehirler sokak köpeklerinin yaşama alanıdır’ tezini savunanlar arasında da ‘çağdaş bir şehrin sokaklarında köpeklerin ne işi var’ tezinin taraftarları içinde de her dünya görüşünden insan bulunuyor. Ama bu kargaşada göz gözü görmediği için kimse bunun farkında değil.

Sanki bütün köpek düşmanları muhafazakârlarmış gibi, bütün hayvanseverlerin katliam yasasına karşı geliştirdikleri tezlerin en kuvvetlisi Osmanlıda hayvanlara iyi davranıldığı, İslâm dininde hayvanlara eziyet edilmemesinin aksine merhamet gösterilmesinin şart koşulduğunu dile getirmekten öte gitmiyor. Ölümü savunan insanların her türlü olumsuzluğu dış güçlerin oyununa yorduklarına, Osmanlıya dair hamaset kokan televizyon dizilerini sevdiklerine ve yerli ve millî olmakla gurur duyduklarına inananların, katliam cephesini yerlilik ve millîlikle yarabileceklerine dair nahif umudu!

Buna karşı bütün hayvanseverler seküler, çağdaş ve Batı hayranıymış gibi, bütün sokak köpeği düşmanlarının katliam yasası lehine savundukları en reddedilemez argümansa modern Avrupa şehirlerinde sokak hayvanı diye bir olgu olmadığı, çağdaş şehirlerin her şeyden evvel hijyenik olması gerektiği ve sokak köpeklerinin Atatürk Cumhuriyetine yakışmadığını tekrar etmekten ibaret. Madem bütün hayvanseverler Avrupa hayranı, o vakit onları kendi silahıyla vurmak gerek. Başka hiçbir konuda medeniyete dair kaygıları olmayanların ve her koşulda yerli ve millî olmakla övünenlerin, sokak köpekleri söz konusu olduğunda Batı medeniyetinin savunucuları olmasının ucuz farsı!

V

II. Abdülhamid’in devrilmesinden sonra iktidarı ele geçiren İttihatçılar, 1910’da sokak köpeklerinin kökünün kazınmasına karar verdiler. Köpeklerin sokaklardaki varlıkları gericiliğin, yobazlığın, ilkelliğin sembolleri olarak görülüyordu. Böylece yakın tarihimizdeki ilk ve en büyük köpek katliamına bir an evvel muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı arzulayan İttihatçılar imza attılar.

Batılılaşma yanlılarının önde gelen temsilcisi ve tek bir medeniyetin, Avrupa medeniyetinin olduğuna inanan Abdullah Cevdet, ıslahatçı sultan II. Mahmud’u köpeklerin itlâfı politikasını sürdüremediği için suçluyordu. Temizliği, düzene saygıyı ve ahengi yücelten biri olarak İstanbul sokaklarının arz ettiği manzaranın kabul edilemez olduğunu savunuyordu. Her taraf köpek pisliği içindeyken ve köpek havlamalarından geceleri uyumak imkânsızken medenî dünyanın yüzüne nasıl bakacaktık? Ona göre İmparatorluğun bütün dertlerinin şifası olan Batılılaşma ancak zihinlerin değişmesiyle mümkündü ve bunun için de evvelâ sokak köpeklerinden kurtulunmalıydı.

Batılılaşmak ve modernleşmek arzusundaki devlet ve elitler yoluyla düşmanlaştırılan sokak köpeklerinin savunucuları da manidardır ki sıradan halk ve geleneksel Müslümanlar oldu. Kimileri kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya gelmeyi göze alacak kadar direndi. İstanbul halkı aynı şehrin sokaklarını paylaştığı köpeklere gönülden bağlıydı. Ayrıca Jön Türklere duydukları düşmanlık da hayvanlarla olan bu bağı güçlendirmişti. Mahallelerinde köpeklerin itlâf edilmesine direnen Müslümanlar, onları masum ve savunmasız kurbanlar olarak görüyordu. İstanbul halkı ile köpekler hemşehrilikte ve İttihatçılara karşı muhalefette bir araya gelmişlerdi.

Cumhuriyet bu modernleşme projesini daha da ileri götürdüğü ve uygulamalarına karşı çıkanlara tavizsiz ve sert mukâbele gösterdiği için sokak köpekleri yine hedef tahtasına oturtulmuştu, fakat bu sefer halk -belki de karşı çıkmaya korktuğundan- kayıtsız kalmıştı.

Aslında bütün Cumhuriyet tarihi boyunca belediyelerin mahallelerdeki köpekleri zehirleme faaliyeti hiç bitmedi. Yaşı yeten herkes sokakta can çekişen köpek manzaralarını hatırlayacaktır. Hatırlamayanlar da Refik Halid Karay’ın İstanbul köpekleri hakkındaki gazete yazılarına müracaat edebilirler.

Fakat geçen zamanda ezilenler ezene, jakobenizmle mücadele edenler yerli ve millî jakobenlere dönüştükleri için ikinci büyük köpek katliamını imza atma ayrıcalığı dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’a, yani sokak köpekleri uğruna İttihatçılarla göğüs göğüse çarpışan Müslümanların torunlarına nasip olmuştur.

1996’da İstanbul’da düzenlenen Habitat II toplantısından evvel gelen misafirlere rezil olmamak için büyük miktarda striknin içeren köfteler sokaklara saçılmış ve yığınla kediyle köpek can çekiştirilerek öldürülmüştü. Elbette dünyadaki imajımız uğruna ‘düşman’ ilan edilenler sadece kedi ve köpekler değildi. Sokak çocukları veya tinerciler de ortadan kaldırılmalıydı. Neyse ki onları zehirlemek yerine sadece gözaltına alarak halının altına süpürüvermişlerdi.

Kendileri iki yahut üç kuşaktır İstanbullu olanlar, kendilerinden daha şehirli olan bu köpekleri zalimce zehirleseler de sorunu çözememişlerdir. Şayet ölüm çözüm olsaydı, neredeyse otuz sene sonra sokak köpekleri yine ‘sorun’ hâline gelmez ve aynı zihniyet bir kez daha sokak köpeklerini öldürerek bu “sorunu” çözmeyi tasarlamak zorunda kalmazdı!

VI

Köpekleri öldürmek de barınak veya sığınak adı verilen kafeslere tıkmak da etkisiz yöntemlerdir ve etkisizlikleri defalarca ispatlanmıştır. Zaten hem kaynaksızlık hem beceriksizlik hem de umursamazlıktan köpeklerin balık istifi gibi üst üste yığıldıkları belediyelere ait köpek barınakları da birer ölüm yuvasıdır.

Türkiye’de parti fark etmeksizin neredeyse bütün belediyeler kendi işlerini doğru dürüst yapmadıklarından, yani meselâ sokak köpeklerini kısırlaştırıp yeniden sokaklara salmadığından şehirlerdeki köpek popülasyonu giderek artmıştır. Buna devletin denetimsiz köpek çoğaltılıp satılmasına göz yumması, satılan köpeklerin pek çok sudan bahaneyle sokaklara atılmasının hiçbir yaptırımının olmaması eklendiğinde işin çoktan kontrolden çıktığı söylenebilir.

İşin ne kadar kontrolden çıktığının bir işareti, barınak kapasitesinin bütün sokak köpeklerinin toplanmasına yetmeyeceği gerçeğidir. Belediyeler de bunu iyi bildiklerinden ve hangi gerekçeyle olduğu fark etmeksizin kısırlaştırmaları yalap şalap yaptıklarından, şikâyet üzerine topladıkları köpekleri gözlerden ırak dağ başlarına, kuş uçmaz kervan geçmez ıssız köşelere atıp kulağının üstüne yatmayı, sorunu çözmek yerine saklamayı tercih etmektedir.

Bugün şehirlerdekinden daha fazla köpek nüfusu, belediyelerin ustalıklı gece operasyonlarıyla bir başka belediyenin sınırları içine atıp kaçtıkları köpekler nedeniyle köylerde, yol kenarlarında, dağ başlarında, ormanlık alanlarda bulunmaktadır. İttihatçıların bir Hayırsız Ada’sı vardı. Bugünse her belediyenin kendi yarattığı binlerce isimsiz Hayırsız Ada’sı var. Bu sayede elini kana bulamayan belediyeler, köpekleri şehirden uzakta ölüme mahkûm ediyorlar.

Herhangi bir şehirlerarası yolda bir gün otomobilinizi kenara çekin ve cesaretiniz varsa, normalde oyun oynamaya hevesli dost canlısı bu hayvanların gözlerindeki yılgınlığa, tevekkülle ölümü kabulleniş ve bekleyişlerine bakmayı deneyin. Utançtan gözlerinizi kaçırıp bakamayacaksanız, sokak köpeklerinin itlâfından bir daha asla bahsetmeyin!

VII

Hayvan satışını yasaklayın. Hayvan üretimini denetleyin. Sokak hayvanlarını kısırlaştırın. Hayvana karşı şiddeti cezalandırın. Sokak hayvanlarını aç ve susuz bırakmayın. Hayvan sahiplerinin hayvanlarına iyi bakıp bakmadıklarını kontrol edin, hayvanlarını sokaklara atmasını engellemek için hayvanlara çip takın ve sokağa atılmış köpeklerin sahiplerine hesap sorun. Bütün bunları yapmıyorsanız sokak köpekleri sorunu değil de bir şehircilik veya belediyecilik veyahut da yönetim sorununuz var demektir.

Kuşkusuz bu yönetim sorunu silsilesi içinde bu sorundan en habersiz ve en masum olan sokak köpeklerine faturayı kesmek salt kötülüktür. Sorumluluk alması gerekenlerin, kendi sorumluluklarını bütün sorumluluklardan azade masum bir hayvana yüklemesi insafsızlıktır. Vatandaşın da politikacının da gücü anlaşılan sadece bu günahsız hayvanlara yetmektedir.

VIII

Bu konudaki fikirlerimi ne vakit kamuoyunda paylaşsam, mutlaka bir takipçim ‘insan hayatından daha kıymetli bir şey olmadığını’ hatırlatır. Doğrudur, insan hayatı kıymetlidir. Fakat keşke bunu işçi ölümlerinde, kadın cinayetlerinde, maden kazalarında, şehit haberlerinde, enkaz altında can verenlerde, trafik kazalarında, istismar edildikten sonra öldürülen çocukların durumunda da hatırlasak.

Aslında her canlının yaşama hakkından daha kıymetli bir şey olmadığını anlamadan, insan hayatının kıymeti de anlaşılamıyor. Hayvanseverler bazı aşırılıklarla, meselâ hayvanları sevip insanları sevmemekle suçlansalar da işin doğrusu hayvan sevmeyen insan da sevemiyor.

Bu topraklarda çok acı çektik ve çektirdik. Belki de bizim kadar çile çekmeye dayanıklı bir başka halk yoktur. Fakat bu topraklarda hiçbir canlı yoktur ki sokak köpekleri kadar çile çekmiş olsun. Açlığı, şiddeti, tecavüzü, işkenceyi, dayağı, itilip kakılmayı neredeyse yüz elli senedir çekiyor da hiç yakınmıyor. Kendini öldürenlerden bile nefret etmiyor, kimseye düşman olmuyor, neredeyse bir derviş gibi yaşadığı bütün sefalete şükretmeyi biliyor ve hiçbir sebebi olmasa da insan denen haşin yaratığı sevmekten vazgeçmiyor.

IX

Unutmayalım ki köpek, doğayla kültür arasına sıkışıp kalmış yegâne varlıktır. İnsanla kurduğu dostluk ona kuşkusuz bir miktar sosyalleşmeyi öğretmiştir. Fakat bunun bedeli doğal dürtülerini kaybetmek olmuştur.

Bunu, ‘köpeklerin doğal yaşam alanı şehirler değildir,’ diyenlerin yanıldıklarını göstermek için söylüyorum. Hayır, köpeğin doğal yaşam alanı zaten yoktur. Çünkü köpek çok uzun zamandır bir doğa hayvanı değildir. Kedi gibi avlanamaz. O sebeple dağ başına bırakıldığında hayat mücadelesine girişemez ve yattığı yerde ölümü beklemeye başlar. Köpeğin yaşama alanı şehirlerdir, insanların yanıdır. Çünkü köpekler, çok uzun zamandır yarı-kültürel varlıklara dönüşmüş yegâne hayvanlardır.

İşte sırf bunun için biz insanlar bile bir başka insan gördüğümüzde çoğu kez asla bir köpek kadar mutlu olamayız!

X

Zeynep dört sene evvel bir akşamüstü, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nda anlattığı İzmir Suikasti davalarında mahkûm edilen eski tüfek İttihatçılar gibi, dışarıdaki dünyanın kötülüklerinden kaçıp kapıma sığınmış minik bir köpek yavrusuydu. Öncesini bilemem ama dört senedir hiç bağlanmadı, şiddet görmedi, aç kalmadı ve bütün yaramazlıklarına, hatta hanımın bahçesindeki çiçeklerin canına okumasına rağmen bir ‘sorun’ olarak görülmedi.

Mutlu olduğunu tahmin ettiğim bir hayat sürüyor ve günlerini bahçede diğer kardeşleriyle koşturarak, oynayarak, güreşerek, havlayarak ve bolca da yatarak geçiriyor. Bazense, demin olduğu gibi, soluklanmak için kütüphanemin kapısını patisiyle çalıyor ve içeri girmek istiyor. Ben bu yazıyı yazarken o çoktan derin bir uykuya daldı. Hemen arkamdaki koltuktan horultusu geliyor.

Köpekleri niye ‘uyutalım’ ki? Onlar sevildiklerini hissettiklerinde zaten karınlarını açıp mışıl mışıl uyuyorlar.


* Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını yine aynı üniversitede 'dil' üzerine yaptı. Dilin Belirsizliği (Pinhan, 2018), Borges’in Dediği Gibi (Pinhan, 2022) ve Anlamak İçin Yaşamak (Pinhan, 2022) kitaplarının yazarı. Ayrıca Claude Lévi-Strauss’un Mit ve Anlam’ını (İthaki, 2013), George Lakoff ile Mark Johnson’ın Metaforlar’ını (Minotor, 2022) ve Paul Ricoeur’ün Yorum Teorisi’ni (Pinhan, 2019) Türkçeye tercüme etti. Kesin Döneceksiniz (Yeni İnsan, 2022) ise, edebiyat ve linguistikle zenginleştirilmiş ve derinleştirilmiş bir sosyolojiyi anlamlı bulan ve kendini ısrarla 'entelektüel edebiyatçı' olarak tanımlamayı tercih eden Demir’in ilk kurgu metnidir.

Öne Çıkanlar