Güler misin, ağlar mısın?
Ebru GÜNAY*
Ülkemizde artık sabit semt pazarları gibi her gün kurulan Linç Pazarı’nda son kurban, bedel ödeyen bir kadın siyasetçi, Eş Genel Başkanımız Pervin Buldan oldu. Cumhuriyet’in bize, halklarımıza, yoksullara, emekçilere hangi nimetleri getiremediğini dile getirmişti oysaki. Demokratik bir öz kazanamayan Cumhuriyetin hem yaşadığı tehlikeleri hem de toplumun yaşadığı sıkıntılara dair sıklıkla partimizin dile getirdiği bir belirlemeydi sadece.
Aydemir Güler de bir yazı kaleme alarak Eş Genel Başkanımızın konuşmasını, “Kürt milliyetçiliğinin son ilanı” olarak yorumladı. Benzer pek çok yazı okuduk, yorum dinledik. Çoğu da önyargıların Kürt karşıtlığının eseri olan yorumlar. Ne cumhuriyet karşıtlığımız kaldı ne milliyetçiliğimiz! O nedenle bu yazı, sadece Güler’e cevap olsun diye kaleme alınmadı. Ama aynı zihniyetin yanılgısı bildiğine yetmiyor.
Kürtlerin özgürlük, barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesinde binlerce sosyalist, komünist yoldaşımız yer aldı ve yer almaya devam ediyor. Çoğu da ağır bedeller ödediler. Onların mirasına ve hatıralarına güçlü bir saygı borcumuz var.
Kolonyal bir bakış açısının ve mahcup bir Türk milliyetçiliğinin, komünizm diye sunulmasına razı gelmezdi hiçbiri. İşte bu amaçla irdelemek gerekiyor.
Sayın Güler, bize seçenekler sunuyor. İlk seçeneğine bir alıntıyla başlıyor: “(Yalçın Küçük) Kemalizm bizi ileriye götüremez. Biz Kemalizm’den geri düşmeyiz” demişti: “Kemalizm’den geri dönülmesini kabul etmeyiz. Geriye baktığımızda, Kemalizm, bizim frenimizdir. İleriye baktığımızda, Kemalizm’in ötelerine açılma zorunluluğu duyuyoruz.”
Güler, bu yoruma yalnızca bir ek yapıyor, “doğrudur” diyor ve başka da bir şey demiyor. Bu yüzden, okurla arasına bir perde çekiyor. Bize, “muhatabınız Yalçın Küçük’tür” diyor.
Böyle bir dille tartışmaya başlayabilir miyiz?
Tartışmak iki nedenden dolayı güç. Birincisi, Sayın Küçük referans alınacaksa, Kürdistan ve Enternasyonal Dayanışma hakkındaki külliyatında Güler’i dehşete düşürecek bir dolu önerme bulmak mümkün. İkincisi, bu belirleme aslında “geri düşülmeyecek” olan Kemalizm’den bir adım bile ileriye gidememiş olmalarının kabulünü içeriyor.
Bundan sonra bir dizi ima geliyor, diyor ki, “Türkiye burjuva devriminin, adı üstünde bir sınıfı var.”
Hangi sınıftır bu?
Güler, söylemiyor.
“Adı üstünde” diyerek burjuvaziyi telaffuz etmenin vebalinden sıvışıyor. Bu iddiasını, yazı içinde sıkça rastladığımız bir dille devam ettiriyor: “Yalnızca cahiller herhangi bir burjuva devrim sürecini nasıl ele alacağını tartışırken, burjuva devriminin içinde burjuva karşıdevriminin yerleşik olduğunu ‘keşfetmekten’ tatmin olabilirler! Elbette öyledir. Devrim tam da yeni sömürücü sınıfa yaslanmaya yöneldiği için halk kitlelerinin harekete geçtiği devrimci evreye nokta koyma eğilimini bağrında taşır. Bu handikaba düşmemek sosyalist devrimlere nasip olur…”
Güler’in söylediklerinden bir şeyler anlayan var mıdır?
Önüne gelene, kim ve ne olduğunu hiç düşünmeden cahiller demek ne anlama gelir? Cehaletin önyargılarıyla, peşin hükümlerle, dogmatik düşüncelerle insanları yargılamayı ne güzel betimliyordu sevgili Vedat Türkali, özellikle müesses nizamın tedrisatından geçenler üzerinden.
Kolonyalist dememek istemezdim ama Afrika’ya ilişkin Marx ve Hegel arasındaki bakış farkını biz “cahiller” biliyorken sayın Güler’in bilmemesi mümkün değildir ve bu konuda Marx yerine Hegel’e gönül indirmiştir.
Kendisi konuşup kendisi yanıtlayan Güler, cümlesini de kendine hak vererek bitiriyor: Elbette öyledir!
Devam ediyor, “Hiç de başkalarınınkinden daha fazla defolu olmayan bizim Cumhuriyet Devrimimizin 1908’den başlatabileceğimiz, inişli çıkışlı yirmi yıllık ilerleyişi, tarihe geri dönülmez bir modernlik çizgisi çekmiş ve bunu Cumhuriyet değerleri halkımıza armağan etmiştir.”
Cumhuriyetler Güler’e göre ikiye ayrılıyor: Defolu ve az defolu… Böyle bir cumhuriyet tanımı var mıdır ve acaba değerli yazar, Türkiye Cumhuriyeti’nin defolarından mı söz ediyor? İlla ki vardır bir hikmeti ama biz anlayamıyoruz. Cahilliğimize ve feodalliğimize verin!
O halde bizim nasıl mücadele etmemiz gerektiğini söyleyen Efendi’ye soralım. Nedir cumhuriyet? Bana seçme ve seçilme hakkını veriyor ama eleştirme hakkını tanımıyorsa ve biz yine de buna cumhuriyet desek gönlünüz hoş olur mu? Bu ülkenin bir kısım vatandaşının oyu oy sayılmıyorsa, o vatandaşlar beni seçtiği için yerime kayyım atanıyorsa, o vatandaşları temsil ettiğim için meclisten cezaevine yollanıyorsam yine de bu düzen cumhuriyet olur mu?
Yazarımız hiyerarşik bir üslup içinde yaptığı tanımları bize dayatıyor ve “tarih” bilgisini ekliyor: Cumhuriyet’in, 1908’den başladığını söylüyor… 1908’den, 1924’de kadar neler oldu? Katliamlar, sürgünler, ölümler, acılar! Bir halkı arlanmadan yaftalamakta pek mahir olan anlayış, başka bir halkın çektiği sıkıntılar, uğradığı katliamlar söz konusu olduğunda sadece görmüyor ve duymuyorsa neyse!
Peki ne yapıyor? Devletin resmi görüşüne megafon oluyor. Kişiler, doğru ya da yanlış istediklerini söyleme hakkına sahiptir. Ama yazar kendi adına konuşmuyor, “Sosyalist, komünist, işçi sınıfına ve emekçi halka dayanan akımlar bu çizgiyle birlikte yoğruldular, yoğrulduk” diyor…Buna birkaç satır sonra bir ad da veriyor: Kemalizm… Aydemir Güler’in Kemalizm’le nasıl yoğrulduğunu bilemeyiz. Kürtler’in nasıl “yoğurulduğu” ise açık ve hazindir. Koçgiri, Ağrı, Dersim gibi katliamlar ve sürgünlerle yoğrularak “Tek Millet İnşası” pratiğinin nesnesi haline getirildiler. Solu da bu arada ağzına alıyor; 1908’den başlayan sürecin sahibi gibi gösteriyor… Bu nasıl bir sahipliktir?
Yazar arada bir sürü belirleme parazitiyle cızırtıya getiriyor ama biz unutmuyoruz.
Bu “sahipler” Türkiye Komünistlerine neler yaptılar? Mustafa Suphi ve 15’leri Karadeniz’de tuzağa çekip boğdurdular. Yürekleri soğumadı. TKP’nin ilk Merkez Komitesi Başkanı olan Mustafa Suphi’nin geride kalan eşi Maria’ya tecavüz dahil, etmediklerini bırakmadılar.
Kendine komünist diyen birisinin yeri zulüm görenlerin yanıdır, utanır insan.
Yazar bütün bilgiçliğine rağmen bilmezden geliyor ama biz biliyoruz, yabancısı değiliz.
Ülkemiz tarihinde bir gerçek Komünist Parti vardı yasakladılar. Yerine de Kemalizm, naylon bir komünist parti kurdurttu. Naylon olanı, “esasen millete, memlekette Komünizmin kurulamayacağını” anlatmakla görevlendirilmişti. İşte naylonu kurulunca Nazım Hikmet, Doktor Hikmet, Şefik Hüsnü başta olmak üzere bütün komünistler, ömürlerinin onlarca yılını Kemalist zindanlarda geçirip “yoğruldular!”. Komünizm ve Kürt Kimliği yasağı, Kemalist Rejimin değişmez bir sabiti olarak bütün 20. Yüzyılı kat etti.
Tarihin ironisi şudur ki Aydemir Güler’in “komünistlik” suçundan bir gün bile mahkeme önüne çıkmadan Komünist Partisi’ni kurabilmesi için yarım yüzyıl geçmesi ve Kemalist Rejim’den miras komünizm yasağının artık işlevini yitirdiği bir konjonktürün çıkagelmesi gerekti. İster ağla ister gül.
Şaşılacak bir şey ama sayın Güler de “hedefimiz olan sosyalizm” diyebiliyor. Hiçbir sosyalist soykırımlara “evet” demez, hiçbir devrimci katliamlara evet demez ve katliamları miras diye kabul etmez. Bununla, yüzleşir… Yazarın Kemalizm bahsi ise komiktir. Mustafa Kemal’i yüzeyselleştirmekten de öteye geçmiyor. Güler, devam ediyor. “Cumhuriyete düşman solculuk türünün bugünkü çatısının Kürt ulusalcılığı olduğunu görüyoruz.”
Bu bir ifade, bir ima değildir. Kendisinin iman ettiği “Kemalist solculuğun” dışındaki solu hedef gösteriyor, düşman olarak tanımlıyor! Demin solculukla Cumhuriyet’i bir tutan yazar, şimdi Cumhuriyet’e düşman solculardan söz ediyor. Çiğlik devam ediyor: “Solculuk türünün!” Kürtler, yazara göre “feodaldir.” Ağadır, beydir! Solcular bu ağa ve beylerin marabalarıdır! Kürtleri tanımlamalara doymuyor: Kürt yoksulları! Milliyetçi Kürtler. Yekten oryantalist bir dil. Zaten, yazarın bilincinde insan olarak Kürt yok, sıfat olarak Kürt var ve Kürtler Türkiye’nin çürümesini, çözülmesini istiyorlar.
Güler, Eş Genel Başkanımızın âdemi merkeziyetçilik, anti demokratik uygulamaların eleştirisi üzerine kurduğu metni anlamamış, anlamak için de bir çaba sarf etmemiştir; tekçiliği eleştiriyoruz biz… Demokratik bir öz kazanmadan adına ne cumhuriyeti derseniz deyin bir fayda gelmeyeceğini belirliyoruz.
Evirip çeviriyor, sözü 2015’e kadar getiriyor. Çözüm sürecini, AKP’yle bir “ittifak” olarak değerlendiriyor. Müzakere/Mücadele diyalektiğinden habersiz yazarın aklına hemen “ittifak” geliyor. Bizim de aklımıza, vaktinde böyle diyenlerin sırayla koşturarak AKP-MHP ittifakına yanlamaları geliyor. Bir de “Kemalist Rönesans” diye bir şey buyuruyor kendisi!
Sanat tarihçileri, kültür tarihçileri, siyaset bilimciler buna ne der bilemiyorum ama benim aklıma gelen şudur: Mustafa Kemal’e de yazıktır…
Haddini bilmek, erdemdir. Kaypakkaya için “dramatik” saptaması yaptıktan sonra, bir yanda “gözü pek devrimci” diyor, diğer yandan “İbo’dan bugüne devrimcinin boyun eğmeyişi mi kalmalıdır, Kemalizm’i faşizmle karıştırma yanılgısı mı?”
Burada binlerce söz söylenebilir ama “Hun qurbana Îbo bin” diyeyim ve bitireyim.
Türkiye tarihindeki bütün Devrimci Öncülere saygıyla.
*HDP Parti Sözcüsü ve Mardin Milletvekili