Hacı Bektaş Temsiline “Üç El Revolver”

Hacı Bektaş Temsiline “Üç El Revolver”
Bakanlık, kontrolünde gerçekleşen Hacı Bektaş Veli etkinliğine ilişkin yayınladığı videoda simge operasyonu yapmış. Hacı Bektaş'ın temsili görseli bir meczup, bir hayalet; kötülüğün ve ölümün rengini taşıyan bir fani. Sırada Zülfikar kılıcı var.

Ayhan YALÇINKAYA


Selim İleri beni affetsin; başlığı, onun okumadığım bir kitabından ödünç alıyorum: Cemil Şevket Bey Aynalı Dolaba Üç El Revolver. Ama bu revolverin tetiğini çeken ben değilim. Özel olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın cemevi “dairesi” ve “doğallayın” o daireyi mümkün kılan hakim devlet ve din zihniyeti.

Malumdur; her yıl Hacı Bektaş Veli’yi anma törenleri yapılır Hacıbektaş ilçesinde. Bu törenler yerel yönetim ve Alevi örgütlerinin işbirliğiyle, çeşitli belediyelerin desteğiyle ve adı geçen bakanlığın da desteğiyle icra edilir. Ama bir süredir iki ayrı tören yapılıyor. İlgili bakanlık, baskın Alevi örgütlerinin katılmayı reddettiği, yandaş ve tabela örgütü mahiyetinde olan kimi Alevi örgütlerini ve devlet kesesinden masrafları üstlenilen, dedelik vasfını soyundan aldığı bile kuşkulu ve tartışmalı kimi sözde dede soyluları yanına alarak kendisi ayrıca resmi bir anma etkinliği düzenliyor; kimileyin Balkan Bektaşiliğinden isimleri de özel dinsel giysileriyle mutlaka fotoğrafa sokuyor.

Dolayısıyla aslında iki anma etkinliği oluyor her yıl; biri devletin, öteki şu ya da bu ölçüde Alevi örgütlerinin. Bu yılda böyle olacak ve sanırım son kez böyle olacak. Devlet, kendi törenini 14 Ağustos’ta yaptı ve ilçeden ayrıldı; getirdikleriyle birlikte. Asıl büyük anma etkinliği ise birkaç gün sonra yapılacak. Bu yazıda devletin böylesi bir etkinliğe el atmasının anlamı üzerinde duracak değilim; bu artık genel geçer sözleri yinelemekten öteye gitmeyebilir.

İlgili bakanlık kendi yaptığı etkinliğe ilişkin bir video paylaşmış. (Dileyenler videoyu şu adresten izleyebilir) Üstüne yazacağım asıl konu bu videonun 01:45’inde yer alan bir Hacı Bektaş görseli ama ondan önce pek fark edildiğini sanmadığım, Sayın Bakan’ın müjdesine dikkat çekmek isterim: Bundan sonra bakanlığın resmi töreni de 16 Ağustos’ta yapılacakmış; gelecek yıldan itibaren. Yani devlet, daha önce yan yana gelmediği Alevi örgütleriyle yan yana gelmeyi planlıyor anlaşılan; eğer buna yan yana gelme diyeceksek. Şimdiye değin, bu örgütlerin yürüttüğü mücadele içinde ortaya çıkan tüm taleplere kulak tıkayan ve onlar yokmuş gibi, kendi bildiğince bir politika üreten devletin şimdi bu örgütlerle yan yana gelmesinden söz edemeyeceğimize göre, bu tarih değişikliğinin anlamı nedir?

En basit olası yanıttan başlayabiliriz: Tarihleri birleştirerek devlet apaçık Hacı Bektaş Veli anmalarına doğrudan el koymayı, beğenmediği Alevi örgütlerini saf dışı etmeyi planlıyor ki böylece etkinlikler artık tek başlı, tek merkezden yürütülecek demektir; artık Hacı Bektaş ödülünü de cemevi “dairesinin” mucidi başkanına ya da “ayıp olmasın o kadar da kör gözüm parmağına” diye, onu ve dairesini canhıraş savunan dede soylu milliyetçi bir akademisyene filan verirler! O da mı olmadı; canhıraş çalışan tonla ilahiyatçı profesör sırada bekliyor, ne gam! Sanki daha önce verilen ödüller, bir iki istisnasıyla pek matah isimlere gitmiş gibi! İkinci olasılık, tarihleri birleştirerek devlet kendi yedeğine aldığı Alevi grupların arkasına kendi zor gücünü yığarak büyük Alevi kitlesine karşı seferber etmeye, yani bir kez daha Alevileri karşı karşıya getirmeye çalışıyor! Bu kısa değini ya da uyarıyı şimdiden not ettikten sonra şu videoya ve videoda yer alan Hacı Bektaş temsiline dönebiliriz artık.

Konuyla az çok ilgili hemen herkes Hacı Bektaş’ın birçok deyişe, nefese de konu olan ünlü temsili görselini bilir. Bilmeyenler için basit bir google taramasıyla karşımıza çıkacak iki örneğini aşağıda paylaşıyorum.

Bu iki görsel de yaygınca bilinir. Şimdi bu resimlere odaklanabiliriz. Bu temsili görselleri kim, ne zaman yaptı, ne zaman yaygın bir kabulle karşılandı; bunu uzmanına bırakalım; ama sevgili Fikret Otyam’ın aynı temalı zenginleştirilmiş tablosunu da unutmadan ve saygılarımızı sunmadan da geçmeyelim. Anonimmiş gibi duran bu temsili görsellerin son derece zengin olduğu çok açık. Sözü çok uzatmamak için madde madde bir-iki hususu işaretleyeyim:

  1. Yukarıdaki her iki resimde de yerleri ters konumlandırılmış olsa da ceylan ve aslan Hacı Bektaş’ın kucağındadır. Birbirine av ve avcı olan iki canlıyı Hacı Bektaş kucağında birleştirir. Özellikle ikinci resimde ceylana sarılırken aslanı sakinleştirmiş halde, eli onun sırtındadır. Yani güçsüz olana sarılarak apaçık korumasına alırken, daha güçlü olanı bir yandan sakinleştirirken bir yandan da kontrolü altında tutmaya devam etmektedir.
  2. Buradan ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz? A) Alevilik düşüncesi güçlüyü zayıfa kurban etmez B) Alevilik zıtlıkların değil, farklılıkların farkındadır; arslan ile ceylan arasında zıtlık yoktur; farklılık vardır ve bu düşünme biçimi farklılıkların biraradalığını savunur. C) Alevi düşünme biçimi iyi-kötü, av-avcı, olumlu-olumsuz gibi ikici düşünme biçimlerini reddeder; iyinin kötüye, avın avcıya olumlunun olumsuza dönüşme imkanını veri olarak kabul etmesiyle olumsaldır. Ç) Bu olumsallık ölçeğinde bir şeyi tartarken özcü ve evrensel olduğu iddia edilen özcü kategorilere başvurmaz; aksine bu bakımdan bağlamsal ve söylemseldir. D) Alevi düşüncesi birlik düşüncesini farklılıkların silinmesi üstüne kurmaz; kabul edilmesi üstüne kurar. E) Bu doğrultuda birlik çoğulluğun üstüne çöreklenmiş bir tikelliğin hükümranlığını kabul etmekle ortaya çıkmaz. F) Birlik, her tür canlı/cansız-üstü evrensellik iddiasındaki tikelliğin çoğulluk içinde dağıtılmasıyla ve çoğulluktaki birliğin kabulüyle mümkündür. Şimdi yeniden bir kere daha resme bakalım.
  3. Resimde üç canlı vardır: Hacı Bektaş, ceylan ve aslan; üçü birdir, biri üç. Yani resim adeta şunu söyler; ceylan ile aslan yan yana değilse, orada Hacı Bektaş da Hacı Bektaş olmazdı. Diğerleri için de bu doğru. Tanrı bile, tanrılığını bilebilmek için kendi nurundan taşarak tanrı-olmayanı mümkün kıldı. O yüzdendir ki onun nurundan taşan ondandır ve o tanrı-olmayana “şah damarından daha yakındır.”
  4. Bu durumda şunu söyler resim: Üç görüyorsun ama birdir. Demek ki Hakk ceylanda da aslanda da en az Hacı Bektaş kadar tecelli etmiştir ve aralarında yalnızca bu bakımdan hiçbir fark yoktur. Resimdekiler aslan ve ceylan değil, kediyle köpek de olabilirdi; fark etmez; en fazlasından belirli bir zihniyet ve kültürel sembolik değişimini işaret eder.
  5. Resme biraz daha yakından baktığımızda renkli bir temsille karşılaşırız. Yeşil, kırmızı, turuncu, kahverengi, beyaz; bu bir yandan çoğulluğu yansıtırken ama aynı anda dirimi, canlılığı yansıtır. Hele hele ilk resme odaklanırsa ilgili canlılık ve dirimin, çoğulluğun doğrudan doğayla bütünleşik bir biçimde temsil edildiğini görürüz. Yani bu kez canlı-cansız ayrımı silindiği gibi, bu üç temel figür doğrudan doğanın içine yerleştirilir ve ancak orada anlam kazanır.
  6. Buradan yine Aleviliğin tevhidi-birlik anlayışına dönebiliriz ki Alevilik erkanı içinde bunun hem icrai yani performatif, hem sembolik birçok örneği olduğunu biliyoruz.
  7. Son bir iki noktayı daha vurgulamalıyız. Yukarıdaki tüm resimlerde dikkat edilirse Hacı Bektaş’ın kuşağının tam ortasında teslim taşı bulunur ki bu Bektaşi sembolizminin en önemli parçalarından biridir. Yaygınlıkla boyunda taşınır. Basit bir Wikipedia notu bile bilir ki en sade haliyle bu taş “yol”a teslim olmayı, yolda buluşmayı, yol almayı, kestirmeden söyleyelim ikrarı işaretler. Yolsuz kişi nursuz, uğursuzdur; aslana gerek yok, yolsuzdan ceylan kaçar; aslan yolunu değiştirir. Yani açıktır ki teslim taşı sembolizmiyle farklılıklarıyla bir araya gelemeyeceği iddia edilenlerin tam da farklılıklarıyla yolda buluşabileceğini, yolda olanın da bu farklılıkları mecz etmekle yükümlü olduğunu işaret eder.
  8. Özellikle ilk resimde bariz görülen oniki dilimli taç da buna koşut bir biçimde, oniki imamı da yeniden anıştırarak teslim taşına eklemlenir.
  9. Son olarak her iki resimde de Hacı Bektaş’ın sakalları bildik sünnet olduğu iddia edilen çember sakal olmadığı gibi, yine onu anıştıracak şekilde siyah değil, tümüyle beyazdır. Bu sakalın vazgeçilmez parçası ise sakalın içinden ve üstünden yola devam eden bıyıklardır. Bu haliyle resme baktığınızda, kimi Sünni kaynaklarının hilafına bir meczup, bir esirikli görmezsiniz; kendi yolunda erişebileceği en üst mertebeye erişmiş –en üst mertebe ikiliğin bire meczidir çünkü-bir insan-ı kamil, bihakkın serçeşmeyi görürsünüz!

Şimdi lütfen yukarıda linkini verdiğim videoya gömülmüş Hacı Bektaş temsiline bakınız bir de. (İlgili görsel video 1:45’de beliriyor birden; lütfen durdurup inceleyiniz) Yine sözü çok uzatmamak için maddeleştirip hızlıca geçeyim:

  1. Ceylan ve aslan resimden atılmış.
  2. Teslim taşı da elbette hemen yok edilmiş.
  3. Resmin doğayla birlikteliği tümüyle kesilmiş, arkaya anlamsız bir beyaz fon yerleştirilmiş.
  4. Resimdeki çok renklilik kaldırılarak ölü bir iki renge sıkıştırılmış bütün anlam; canlıya karşı ölü.
  5. Sol eldeki tırnaklar özellikle belirgin hale getirilerek Hacı Bektaş’ın kimi Sünni tasvirlerdeki gibi, kirli, pasaklı, yıkanmayan, tırnaklarını kesmeyen bir meczup olduğu hissi verilmiş.
  6. İri gözler küçültülmüş ve sakatlanmış. Gözler küçülürken gözbebekleri şaşılaştırarak komikleştirilmiş. Sol göz kapağı düşürülmüş, gözlerin özellikle asimetrik olmasına uğraşılmış. Bir dizi film ağzıyla söylersek ne de olsa “güzellik simetridedir.
  7. Gözde sürme olduğu düşünülebilecek vurgu kaldırılmış, “ne o öyle sürmeli, erkek mi olur, öyle ya? Zaten bu Aleviler Ali ve Hüseyin’e de sürme çekmiyor mu?”
  8. Kaşlar birbirine bir yayın iki ucu gibi yaklaştırılarak yüze sert, savaşçı, saldırgan bir anlam katılmış.
  9. Sakal çember sakala yaklaştırılmış ve özellikle çember sakallı temsiline uygun olarak siyaha boyanmış.
  10. Eğer bir ışık oyunu değilse omuza kuş tüyü mü pamuk şekeri mi olduğu belli olmayan bir nesne yerleştirilmiş; sanırım seneye de başının üstünden nur indirirler; “doğayı tüm canlı cansızıyla kutsamak için insan, insanı kutsamak için sadece doğa yeter mi; peh, bu ne saçmalık canım? İnsanı kutsayan nurdur, nur da kendinden bellidir; referansa ihtiyaç duymaz!” Oysa Alevi temsillerinin bazılarında o omuzda bir güvercin yer alır. Anlaşılan bu resmi temsili üreten o resimlerden birini kullanmış ama güvercinin varlığından da ürküp onu da kaldırmış.

Bakanlığın Hacı Bektaş temsiline baktığımızda ne görüyoruz peki? En fazlasından bir meczup, bir hayalet; yüzünde kötülüğün ve ölümün rengini taşıyan bir fani ya da bir sosyal medya kullanıcısının yorumuyla “Coca-Cola’nın Noel babası!” (Bu arada bu kimdir, hiçbir fikrim yok.)

Peki bu simgesel operasyonu nasıl ve neye yormalıyız?

Kuşkusuz bu soruyu farklı düzlemlerde yanıtlayabiliriz. Örneğin bu operasyonun apaçık ceddimiz diye kutsadıkları padişahları “gavur” ressamlara boy boy portre yaptırırken, insan sureti çizmeyi günah sayan bir Sünniciliğin sefaleti olarak ifşası anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Ama şu anda kişisel olarak buraya dönük bir tartışmayı anlamlı bulmuyorum. Bu operasyon Aleviler açısından ne söylemek istiyor bize?

Yine en kolay yanıtı en başta verebiliriz: Daha dün nasıl bir siyasal ziyarette Zülfikar ve Ali temsilleri cemevinin duvarlarından indirilmişse, bugün bir ileri adım daha atılmakta ve Alevilerin kendi kendilerini nasıl sembolize etmeleri gerektiği, o sembolleri ortadan kaldırarak değil, dönüştürerek gösterilmekte; yani Alevilere nasıl bir dine sahip olmaları gerektiği işaret edilmektedir ama unutulmamalıdır ki işaret edenin arkasında devlet gücü yani zor kullanma tekeli bulunmaktadır! Tıpkı Sayın bakan’ın müjdesinde olduğu gibi; devlet artık iki ayrı tören istemiyor; törenin nasıl yapılacağını Alevilere öğretmek istiyor; göstere göstere.

Buna kestirmeden asimilasyon diyebiliriz ama yanlış olur; asimilasyonun arkasında her zaman zor ya da zor kullanma tekeli yoktur, birazdan örneğini vereceğim. Burada söz konusu olan zorla kültürleme ya da zorla din sahibi kılmadır!

Sünnilik nasıl ki devlet ve onun beslediği çevrelerin tasallutuna alınmışsa, Aleviliğe gösterilen yön de budur!

Bu kolay siyasal yanıtın biraz ötesine geçtiğimizde bakanlığın Hacı Bektaş temsili, en başta örneğini verdiğim anlamlandırma gözetilerek okunduğunda, neyi ya da neleri kendine hedef almaktadır açıkça ortaya çıkmaktadır. Bunları yinelemeye gerek yok. Ama eklemeye ihtiyaç var: Bu sembolik müdahaleyle ilgili resimde bütün heybetiyle kendini gösteren Aleviliğin totemik mirasının üstü çizilmektedir; dikkat, şamanik değil totemik! (Bu dikkat uyarısı da Aleviliği beşbin yıllık devlet tarihine, uygarlığın beşiği Mezopotamya’ya bağlayanlara armağanım olsun! Devlet de uygarlık da dünkü çocuk!) Alevilik, kim nasıl itiraz ederse etsin bugün en azından bu ülkede bunun en önemli miraşçısıdır. Neyin? Totemik dünyanın eşitlikçi reflekslerini tek tanrılı bir din içinde yeniden canlandırma, yaşatma ve sürdürme becerisinin; sıçramalarla, ileri atılış ve geriye düşüşlerle, uzun süren sessizliklerle ya da günümüzde olduğu gibi durmadan ama durmadan hiç susmadan yalnızca ve yalnızca Alevilik konuşkanlığıyla! Bugün devletten ya da devletlu dinden Aleviliğe yönelik bir tehdit okunuyorsa, bu tehdidin köklerini anlamadan meseleyi salt İslam tarihi içi bir okumayla değerlendirmek meselenin üstünü örtmek olacaktır! Geyik donunda Abdal Musa’yı, güvercin donunda Hacı Bektaş’ı bir kere daha düşünmeye gerek yok mu?

Bu düşünme ihtiyacımız sadece devletin bu ve benzeri operasyonlarıyla bilvesile gündeme gelmemeli ama. Aksine devletin yaptığı zorla din sahibi yapma, zorla kültürleme ise asimilasyon nedir? Asimilasyonu devletten doğru aramak yerine Aleviliğin kendi içinden doğru aramak daha doğru geliyor bana. Örneğin Cengiz Özkan’ın “Gel Ey vaiz” başlıklı deyişi seslendirmesini düşünün. Sözlerini yazmayayım da linki yazıvereyim. Şimdi bunu dinledikten sonra aynı deyişi bir de Feyzullah Çınar’dan dinlemeye ne dersiniz? Her ikisi de dinlenildiğinde asimilasyonun nerede aranması gerektiği bence açık hale gelecektir. Asimilasyon aranıyorsa Ali’ye inen “yüz dört kitap ile Ali’ye inen yüz dört ayet” arasında, “har-ı çüş ile kara kuş” arasında aranmalıdır. Feyzullah Çınar’ın cinsiyetçi olma pahasına söylemek gerekirse meydan okuyan erkekçe sesi ile Cengiz Özkan’ın soyu tükenmiş, soyunun tükendiğini bilişinin getirdiği çaresizliğe teslim olmuş derviş sesi arasındaki fark da aranmalıdır. Feyzullah Çınar giderek unutulduğu sürece bir zaman gelecek, Alevi çocuklar Ali’ye yüz dört kitap değil, yüz dört ayet indiğine inanır olacaktır. Tıpkı devletin sembolik müdahaleleri engellenemezse aynı kuşakların Hacı Bektaş’ı bir meczup, bir esirikli, olmadı devri geçmiş bir hayalet olarak görecekleri gibi.

Demem o ki asimilasyon o kültür mensuplarının içinde, tam da baş tacı ettiklerinin performanslarında aranmalıdır; isimleri ne kadar şanlı olursa olsun; Arif Sağ’da, Erdal Erzincan’da, Ahmet Arslan da…ve neredeyse tüm genç ve orta yaşlı, baş tacı edilen isimlerin icraatlerinde ve hatta İbreti’nin “Kuş dilini“Türk diline” çeviren Feyzullah Çınar’da. Öyleyse devletin sembolik alana müdahaleleri, arkasında zor kullanma tekeli oldukça, asimilasyon klişesiyle savuşturulamaz. Buna sığınmakla yetinilirse teslim taşının belki de yad taşının mirası olma ihtimalinden, pervaz vurup uçan Hacı Togrul’dan vazgeçmişiz demektir. Belki de çoktan vazgeçilmiştir: Öyle ya, habire Aleviliğin nasıl bilimsel, nasıl akli, nasıl çağdaş bir inanç, bir felsefe, bir yaşama biçimi olduğu başımıza kakılıp durulmuyor mu? Daha acısı da şu: Bunu başa kakınç hale getirenlerin, buradan hareketle hurafecilik eleştirisi yapanların sözüm ona Ana Fatma’ya yüz sürmeye kuyruğa girmeleri; hem de kadim bir yeni din icat etmek uğruna, kendi elleriyle Ana Fatma’yı çoktan Hz. Ali’nin karısına indirgenmişken!

Şimdi sırada ne var dersiniz? Kehanette bulunmuş olayım: Zülfikar sembolizmine sıra gelecek çok geçmeden.

Nasıl?

Okumalardan okuma beğenilir mi bilmem; yalnızca bir okuma yapıyorum: Zülfikar bilindiği gibi çatal uçludur. Onun ıssı da Ali’dir; malum; sahibi sözünü özellikle kullanmıyorum; Zülfikar’a ilişkin mitik anlatıları bilenlerin anlayışına terk ediyorum bunu da şimdilik. Zülfikar’ın çatal ucu, dinsel ve dünyevi iktidarları sembolize ediyor olabilir mi? Tıpkı iman ağacının gövdesinin bir ama din dallarıyla çatallanması gibi. Tek bir gövde üzerinde çatallanan iki uç.

Örneğin Orta Çağ boyunca süren ve esasen dünyevi ve dinsel iktidarların ayrılığını ilkesel olarak kabul etmekle birlikte her iki iktidarı temsil eden iki kılıcı da isteyen Kilise’nin ve genel olarak çifte kılıçlar kuramlarının varsayımlarının aksine, Zülfikar’da kılıç tek ama iktidar ikidir. Buradan alternatif bir okuma yapalım mı? Dünyanın işleri dünyevi kılıçla, dinin işleri de dini kılıçla kesilir. Ama bu Aleviliğe bütün olarak ters gözüküyor. Öyleyse şu: Gövde tek ve aynı olduğuna göre hangi ucun kullanılacağı bağlamsal olabilir ama asıl daha büyük bir adım atalım: Kılıcın ıssının Ali oluşu, Ali’nin Alevi teolojisindeki vasfı gereği aynı anda hiç kimsenin kılıca sahip olamayacağı, Ali’den gayrı ne dinsel ne dünyevi iktidarın kimseye verilmediği anlamına gelebilir mi?

Ali, Ali olarak kaldıkça öyleyse hiç kimse ne dinde, ne dünyada hükümdar olduğunu iddia edebilir! Bu okuma biçimini, mitik anlatının Ali’sinin atıf yaptığı tarihsel Ali’nin ölümünden önce, ilk elde oğlu Hasan eliyle ama onun kıyamayıp üstüne bir de yalan söylemesiyle, bu kez oğlu Hüseyin eliyle Zülfikar’ı Nil deryasına attırdığı ve böylece iki uçlu kılıcın sonsuza kadar kayboluşuyla destekleyebilir miyiz? Zülfikar ile çifte kılıçlar kuramı arasındaki olası paralelliğe dikkatimi çeken sevgili meslektaşım Erdem Denk’in ilhamıyla yaptım bu olası okumayı.

Bu olası okumayı mümkün kılan çatal dilli Zülfikar, çatal dilinden arındırılır ve tek bir kılıca dönüştürülürse ne olur? Sürekli Alevilerin asimilasyonundan söz ediliyor, yakınılıyor. Asimilasyon tam da belleğin dönüştürülmesiyle mümkündür. Belleğin dönüştürülmesi imkanı ise öncelikle mevcut belleğin kendini yeniden üretebileceği yorumsama-uyarlama-çeşitlendirme imkanlarının önünün kesilmesi, zeminin yok edilmesi, olduğu haliyle dondurulmasıyla fiilileşebilir. Ece Ayhan ağzıyla bitireyim: “Bir düşünün abiler!” Nasılsa “ablaların” düşünmesine “kimselerin ihtiyacı yok!”


Ayhan Yalçınkaya: 1964 yılında Çorum’da dünyaya gelen Ayhan Yalçınkaya, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı üniversitede öğretim üyesi olarak görev yapan Yalçınkaya; siyaset bilimi, siyasal düşünce tarihi ve siyasal antropoloji dersleri verdi. Alevilik Araştırma, Dökümantasyon ve Uygulama Enstitüsü’nün kurucu üyelerinden olan Yalçınkaya’nın başlıca çalışma alanları Alevilik, din antropolojisi, din ve siyaset ilişkisi, siyasal bünye ve siyasal düşüncedir. Bu konularda yazılmış “Küf: Dede Korkut, Said Nursi ve Hz.Ali Üzerine”, “Alevilerde Bildiri: Alevi Bildirilerinde Devlete Kaçış”, “Aleviler ve Sosyalistler, Sosyalistler ve Aleviler”, “Kavimkırım İkliminde Aleviler”, Pınar Ecevitoğlu ile beraber hazırladıkları “Aleviler Artık Burada Oturmuyor” başlıklı kitapları bulunmaktadır.

Öne Çıkanlar