Hocamız Ümit Hassan
Ferdan Ergut
Bir ölümün ardından yazıyorum. Benim için çok kıymetli bir insanın, Ümit Hassan’ın ardından. Yazının tonundan, seçilen sözcüklere kadar baştan sona öznel bir yazı olacak. Ümit Hassan’ın o çok önemli bilimsel yönüne dair bir yazı beklemesin okur. Yine de bu babda şu kadarını söyleyeyim: Üzerindeki etkisini hiç reddetmediği Doktor Kıvılcımlı kadar özgün bir düşünürdü Ümit Hassan.
Merak edenler “İbn Haldun: Metodu ve Siyaset Teorisi”ni ve “Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeleri”ni okumalıdır. İddialarını sorgusuz kabul etmek için değil; kendisinin her daim istediği o muğlak zeminler üzerinde onunla birlikte tartışmak için…
Böyle bir insanın varlığı her ülke için bir şanstır. Maalesef Türkiye sosyal biliminin bu şansı kullanabildiğini söyleyemeyeceğim. Hocanın birbirinden kıymetli çalışmalarının maruz kaldığı suskunluk kumkumasının muhtemel nedenlerine eğilen bir çalışma ne kadar ön açıcı olurdu! Bu boşluğun doldurulmasına ihtiyacımız var.
Bu yazının muradı ise bambaşka ve çok mütevazı: Üniversite hayatı 1985’de ODTÜ İktisat bölümünde başlamış bir öğrencinin üzerinde Ümit Hoca’nın bıraktığı izleri kıyısından köşesinden aktarmaya çalışmak… O öğrenciye “ben büyüyünce işte bu adam gibi olacağım” dedirten bir hocaya ve onun hocalığına dair bölük pörçük -kısmen ve kaçınılmaz biçimde eksik/yanlış hatırlanmış- anekdotlar…
ODTÜ’de iktisat okuyup alleme-i cihan olacağını sanan benim gibi öğrenciler için 12 Eylül’ün hemen arkasından gelen yıllar en parlak yıllar değildi! İktisat eğitimi ağırlıklı olarak matematiksel/ekonometrik bir hatta kurgulanmıştı. İktisat tarihine meraklı öğrenciler olarak bizler bu dersi ancak Aydın Yalçın’dan alıyorduk. Durum o kadar vahimdi yani! Ders notlarımdan hatırladığım kadarıyla “Osmanlı İmparatorluğu’nun batış nedenlerinin başında medrese öğrencilerinin ayaklanmaları geliyordu. Tıpkı 12 Eylül öncesindeki Dev Yol, Dev Sol gibi”!
İktisat ilk tercihimdi ama Oktar Hoca ve Fikret Hoca(lar) (ve mezuniyetimin son yılında bölüme gelen merhum Erdal Yavuz Hoca) müstesna “bu bölümde ne işim var?” diye düşünmeye başladığım dönemlerdi ki, Ümit Hassan geldi ODTÜ’ye, Kamu Yönetimi’ne. Sanırım ODTÜ öğrencileri olarak Bülent Daver’e çok şey borçluyuz! Bildiğim, biraz da onun yüzünden Ümit Hassan SBF’den biraz uzaklaşmak istemiş ve ODTÜ’ye de gelmeye başlamıştı.
“İKTİSAT İKTİSATÇILARA BIRAKILABİLİR!”
Politik Antropoloji dersi verirdi Ümit Hoca. Öyle tarihsiz “saha çalışmaları” falan modalarının insanı değildi; Georges Balandier okuturdu: Tarihsel Antropoloji! Tarihsiz bir antropolojinin (tıpkı tarihsiz bir sosyolojinin, iktisadın vs. olduğu gibi) anlamsızlığını her fırsatta söylerdi. İfşa edeyim ki şunu da demişliği vardır: “Tarih, tarihçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Antropoloji, antropologlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. İktisat, iktisatçılara bırakılabilir”! Elbette neo-klasik, tarihsiz iktisattan bahsediyordu. Başkaca hiçbir disipline ihtiyaç duymadan güneşin altındaki her şeyi kendi sınırlı perspektifinden açıklayabileceğini sanan o malum iktisattan… (Bu kadar “emperyalist” başka hangi disiplin olabilir ki? Belki bir de psikoloji?)
Diğer dersinde Osmanlı’nın Kuruluş Dönemini anlatırdı Ümit Hoca... Tam da o yıllarda, televizyonda Tarık Buğra’nın “Osmancık” eserinden üretilmiş “Kuruluş” dizisi gösterimdeydi. Her haftaya, önce 5 dakika dizinin o haftaki bölümünün eleştirisiyle başlardık. “Orhan Bey” dedikten sonra eklerdi: “Ama bizim Orhan Bey o porselen dişli Orhan Bey (Yaşar Alptekin) değil.”
O yıllarda çıkan 2000’e Doğru dergisinde yazdığı bir yazıdaki sahneyi ben de izlemiştim televizyonda: Bir Bizans eri, atının üstünde Osmanlılarla çarpışmaktadır. Kılıcını tam kaldırmışken birden fark eder ki önündeki Osman Bey (Cihan Ünal) kendisine sırtını dönmüş başka bir Bizans erine kılıç sallamaktadır. “Neyse ki” der Ümit Hassan, “Bizans eri öylesine bir tarih bilinciyle yüklüdür ki Osman Bey’in sırtının kendisine dönük olduğunu görünce kılıcıyla onu öldürmek yerine atını başka bir yere sürer ve böylece Osmanlı İmparatorluğu kurtulmuş ve kurulmuş olur”.
“ÖZAL; ÇÜNKÜ DEMİREL DAHA TEHLİKELİ!”
Her dersin sonunda sorduğu soruyu sormuştu bir seferinde: “Sorusu/katkısı olan var mı?” İçimizden biri sormuştu: “Hocam niye Özal?” “O da ne demek” diye çok şaşırmıştı. Ben de söze girdim ve “hocam bu haftaki 2000’e Doğru dergisinde yapılan bir soruşturmada “seçmek zorunda kalsanız Demirel’i mi, Özal’ı mı seçersiniz” sorusuna neredeyse bir tek siz “Özal” demişsiniz. Niye?” demiştim. (O sıralarda böyle anlamsız sorular üzerinden aydınlara “soruşturmalar” yapmak modaydı). Ümit Hoca hatırladığım kadarıyla o soruşturmada Özal diyen tek kişiydi. Demirel’in “siyasi yasaklı” olma halinin bittiği ya da bitmek üzere olduğu en demokrat dönemleriydi. Diğer bütün solcu aydınlar Demirel diyor ve analizlerini sergiliyorlardı: “Çünkü Özal dış burjuvazinin adamı, Demirel ise iç burjuvazinin adamı. Bu nedenle Demirel daha demokrat vs.” Onca derin analizden sonra sıra Ümit Hassan’a geliyordu. Yanıt tek cümleydi: “Özal; çünkü Demirel daha tehlikeli”!
İşte bunu sormuştuk hocaya. “Nasıl yani!” nidasıyla “basmışlar mı onu” diye şaşkınlıkla ses yükseltmişti. Meğerse şöyle olmuş: 2000’e Doğru’dan birisi arayarak bu soruyu sormuş. O da “ben politikadan anlamam, bizim evde bu işlere karım bakar” demiş. “O zaman karınızı verin” deyince karısına telefonu uzatmış ve o da yukardaki cümleyi söylemiş. Ümit Hoca tekrar telefonu alınca “peki siz ne diyorsunuz” diye soran kişiye “ne diyeyim, baştan söyledim size, bu işlere bizim evde hanım bakar diye” demiş.
Bunu anlattıktan sonra rövanşı şöyle almıştı: “Madem öyle, ben de size bir misilleme yapayım: Yine bu derginin soruşturmalarından birinde sevgili bir arkadaşım aramıştı” (kim olduğunu sormadık ama hep Robert Kolej’den sınıf arkadaşı Halil Berktay olduğunu düşünmüşümdür). “İstanbul’un Fethi”nin 500ncü, 550nci yılları falan tamam da 502nci, 503ncü, 504ncü vs. her yıl kutlanılmasının ve tiridi çıkmış bir beyaz atın her yıl Vatan Caddesi’nden geçmesinin saçmalığı ile ilgili ne düşünüyorsun diye”. Ümit Hoca’nın yanıtı “E ne yapsaydık yani? Bizans’a mı bıraksaydık” olmuş!
Ümit Hoca’ya dair anekdotlar aktarırken sınavlarından bahsetmeden olmaz. Her dersini her yıl almış; bir aldığını bir sonraki yıl sadece dinlemek üzere tekrar almış bir öğrenci olarak yaptığı sınavlara dair de bir şeyler söylemek isterim. Sınav günü sınıfa gelir ve sorardı: “Kitap açık mı olsun? Kapalı mı?” Kendisini biraz olsun tanıyan benim gibi azınlıktaki öğrenciler yalvar yakar “kitap kapalı olsun” derdik. Zira bilirdik kitabın açık olduğu sınavların ne kadar zor olacağını!
Bir vize sınavında şöyle sormuştu: “6 tane analitik, kritik soru hazırlayın”. Sadece buydu! “Hocam sorduğumuz sorunun yanıtını vermeyecek miyiz?” (Bazen böyle de yapardı). “Hayır” demişti. “Sadece soracaksınız”. Ama sorular “analitik” ve “kritik”!
EĞLENCELİ ADAMDI
Çoğumuzun iyi notlar aldığını hatırlarım. Turpun büyüğü heybedeymiş meğer: Final sınavında hepimizin kağıdı önümüze geldi: “Yanıtlayın”! Sorduğumuz sorulardan 3 tanesini seçmiş, onların yanıtlarını istiyor. Benim sorularım içinden seçtikleri ise hiç de yanıtlamak istediğim sorular değil. Sınav sırasında yanımdan geçerken “bu soruları seçmek için çok uğraştınız mı” diye fısıldamıştım. Yanıtı her zamanki yavaşlığı, tane taneliği ile ve hiç sektirmeden “senin uzmanlaşmak istediğin konuları biliyorum, uzmanlaşmak istemediğin konularda da yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini kontrol etmek istiyorum” olmuştu. Homurdanmıştım.
Eğlenceli adamdı Ümit Hassan. Yaptığı işten hem eğlenir, hem de eğlendirirdi. Bir başka sınavı çoktan seçmeli, boşluk doldurmalı falan… Bir dolu soru… Son soru (40ncı, 50nci?)
E. H. Carr’ın bir sözünü vermiş, bu sözü kim söylemiştir diye soruyor. Şıklardan biri tabii ki Carr. Diğerleri Fred Astaire ve Ginger Rogers! Bilenlerimiz gülmüştü. Lakin bu son sorunun son şıkkını hiçbirimiz anlamamıştık: İttib Vanıs. Tersten okumayı hiçbirimiz düşünememiştik ki: “Sınav Bitti”! Diğer sorular olmasa bile bu soruya yanlış yanıt verenlere özel olarak baktığına adım gibi eminim.
Eğlenceli olmasına eğlenceliydi; ama bilimsel ahlak ve sorumluluğu her fırsatta hatırlatmaya özel bir önem de verirdi. Bir yaz tatiline giderken odasına uğrayıp tatilde okuyacak kitap önermesini istemiştim. Önermişti elbette… Ama öncesindeki şu sözü kulağımda hala küpedir: “Kitap önermek gibi büyük bir sorumluluğun altına girmek zor iş”.
Ümit Hassan’ı kaybetmekle akademik ve entelektüel dünyamızın ne kadar önemli bir kayıp verdiğini çok daha iyi anlayacağımız günlerin gelmesini beklerken onu hep saygıyla anacağım.