İki Fragmanda Borç ve Yaşam: Şifre ve Susturucu
Dr. Hasan Kılıç
Bu yazı, neoliberalizmin finansallaşma aşamasının derin bir yaşam çukuru yaratmasını bir dizi, bir de kişisel tanıklık üzerinden iki fragman şeklinde ele almaya çalışıyor. Zaman ve düzleme dair iki farklı platformu ortak bir dert etrafında örmeyi amaçlıyor. Ne de olsa parça kadar bütün, bütün kadar parça aynı birikim rejiminin etkisi altında. Fakat bu hal, parçaların eklektik bir araya gelişi değil, astronominin lügatıyla ifade edersek konstelasyon olarak vuku buluyor. Parçaların bir araya gelmesiyle parçalardan fazlasını ifade eden bir bütünü resmetmek. Parçalar arasındaki mesafeyi ve etkileşimi bir sistem içerisinde düşünmek.
Paydası borç ve yaşam olan iki parçanın bir araya gelişi, içinden geçtiğimiz ve çok zaman öncelerden bugüne seslenir gibi duran William Shakespeare'ın Hamlet’indeki “Çığrından çıkmış bir zaman”ı gösteriyor.
İLK FRAGMAN: BEYAZ SAHNE YAŞAMA AYNA TUTUYOR
Neoliberalizmin finansallaşma aşamasında distopyadan ziyade hiper-gerçeklik temsili olarak ifade edebileceğimiz Squid Game dizisi, Kore’deki ekonomi politik gerçekliğin kurgulanmış halini borç ve hayatta kalma denkleminde anlatıyor. Dizinin başlarında annesinin banka kartıyla yaşamını sürdüren baş rol karakterlerinden biri ve arkadaşı bankamatikte işlem yapıyor. Kartın işlem yapmadığını anlayan bu karakterin arkadaşı şöyle bir cümleyle izahı olmayan bir yaşamın trajedisini dile döküyor: “Şifreyi değiştirmiş işte, seni evlatlıktan ret etmiş.”
Evlatlıktan men edilmeyle kredi/banka kartı arasında kurulan bu korelasyon kuşkusuz ki, çığırından çıkmış zamanın temsil edilmesi haline geliyor. Beyaz sahne sadece zamanı ve deneyimi değil, aynı zamanda egemenlik kiplerinin ve kapitalizmin ekonomi politiğinin portresini çiziyor.
İKİNCİ FRAGMAN: SUSTURUCU
İkinci fragman beyaz sahneden gerçek yaşama geçişi yansıtıyor. Yaşlı annemi ziyarete gelen ve halk kullanımında “ev hanımı” olarak bilinen kadınlar, kendi aralarında sohbet ediyordu. Balkonda süren muhabbete sigara içiyor olmam vesilesiyle kulak misafiri oldum. Kadınlardan biri konuşurken sürekli “susturucu” kelimesini kullanıyor, diğer kadınlar onaylar şekilde başlarını sallıyordu. Günlük muhabbetten aşina olmadığım “susturucu” kelimesinin kapsamlı bir onayla diyalogun parçası olması epey şaşırtıcı geldi.
Dinleyici olarak sohbetin bir parçası olmaya başladım. Geçmişte eşlerinin eve gelirken ellerinde poşetlerle geldiklerini ve bunun bir iletişim zemini yarattığını “özlem dolu anılar” ile anlatan kadınlar, kredi kartının çıkmasıyla birlikte bu zeminin dahi ortadan kaybolduğunu ifade ediyordular. Eşlerinin kendilerine verdikleri kredi kartlarıyla birlikte sorumsuz olduklarını ve iletişimsizliğin derinleştiğinden yakınıyordular. Haneyi ilgilendiren birçok tartışmada, eşlerinin kendilerine “kartın var ya!” diyerek bağırdıklarını ifade ediyorlar ve kartların hane içi ilişkilerde “susturucu” olarak fonksiyon kazandığını belirtiyorlardı. Hatta bununla da kalmayıp eşlerinin kredi kartı borcunun bazen kasten ödememesiyle bir “cezalandırma” yöntemini geliştirdiklerini ifade ediyordular. Kart borcunun ödenmediğinden habersiz olarak gidilen alışverişlerde “yetersiz bakiye” uyarısıyla içerisine düşülen utanç durumunu anlatıyordular. David Graeber’in dediği gibi borç bir kez daha antopolojik anlamını güne aktarıyor ve toplumsal yaşam içinde anlam biçilen utanç duygusunu sahneye çağırıyordu.
Finansallaşma ve borçlandırma siyasetinin imal ettiği “homo-debitor (borçlu insan)” ortaya çıkıyordu. Borçlu insan sadece egemenlere ve/ya sermaye gruplarına tabiiyeti değil, aynı zamanda kişiler arası tabiiyet ilişkisini üretiyordu. Bu fragmanda iktidarın ilişkiden türemesinin bariz bir örneği egemen-sermaye-aile içindeki denklemde yeniden gösteriliyor.
BORÇ, YAŞAM VE TABİİYET
İki fragman farklı düzlemlerde deneyimlenmiş olsa da neoliberalizmin finansallaşma aşamasında borç ile yaşam arasında bütünlüklü bir anlatıyı oluşturuyor. Nitekim Squid Game’in izlenme rekorları kırdığı ve “susturucu” kelimesine olan tanıklığımın yaşandığı bu dönemlerde gözüme bir haber çarptı. Habere göre “temel ihtiyaçlarını karşılamak için tüketici kredisi ve kredi kartlarına sarılanların toplam borcu geçen yıla göre yüzde 80’ni aştı. Kredi kartlarına olan borçlardaki artış ise geçen yıla göre neredeyse 3 katına ulaştı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) 21 Temmuz haftasına ait verilerine göre tüketici kredileri ve bireysel kredi kartlarına olan toplam borç 2 trilyon 208 milyar 668 milyon liraya ulaştı. Tüketici kredilerindeki toplam borç 1 trilyon 401 milyar lirayı aşarken burada en çok payı 877 milyar 273 milyon lirayla ihtiyaç kredisi borcu oluşturdu.”
Yaşamak için borçlanmak gerek şart haline geldikçe, sadece zaman değil borçlar da çığırından çıkıyor. Kuşkusuz ki, borç ve yaşayabilmenin ayrılamaz birleşim oluşturduğu çığırından çıkmış bir zamandan geçiyoruz. Rojda Yıldız, kadınların borç ve yaşam arasında salınan deneyimlerinin anlatıldığı Verónica Gago ve Lucí Cavallero “Borcun Feminist Reddi” kitabına dair kaleme aldığı yazısında şunları aktarıyor: “Yaşama eyleminin kendisinin borç ürettiğini söyleyen yazarlar, borcu; ‘belirli bir şiddet ekonomisinden başka bir şey olmayan bir itaat ekonomisi’ olarak açıklıyor.” Yani sosyal bir varlık olarak yaşamak için borçlanmak, hatta yaşamak için borçlanmak ve yaşamanın bedeli olarak şiddet ile tabiiyete maruz kalmak kaçınılmaz oluyor.
Borçla birlikte kapitalizmin mevcuttaki aşamasında tabiiyet ilişkileri ve şiddet biçimleri de dönüşmeye devam ediyor. Tabiiyet ilişkilerinin yoğunluğu “evlatlıktan ret edilme” trajedisine muhatap olmayı, tabiiyet ilişkilerinin yaygınlığı ise kredi kartının “susturucu” olarak kullanılan bir şiddet aracına dönüştürülmesini getiriyor.
Belirli şiddet ve tabiiyet biçimlerini (yeniden) üreten ve yaşamı borçla eşitleyen finansallaşma evresinde yaşanan birçok fragman tekil örneklerin bütünü ifade ediş biçimi, bunların bir araya gelmesi ise içinde yaşadığımız sisteme, tikel örneklerin bir araya gelmesinden çok daha fazla şey ifade eden çığırından çıkmış zamanın betimlenmesi oluyor.