Madımak, unut(tur)mak, hatırla(t)mak üzerine
Cemal SALMAN*
Madımak Katliamı’nın yaşandığı 2 Temmuz 1993’te Sivas topraklarındaydım. Yok, merkezde değil; ilçede, sonra merkeze 76 kilometre uzaklıktaki bir köyde… On bir yaşında bir çocuktum. Ankara’da yaşıyorduk. Hazır abim askerlik işleri için giderken, yaz tatili niyetine beni de köye, babaannemin yanına gönderdiler. Yolculuk tam o güne denk geldi. Akşamüstü ulaştığım köyün ağır, neftî havasını hatırlıyorum; isli kareler, kaygılı yüzler; buruk sesler… Hep hayal meyal. Çocuk aklımla bir yas havası sezdiğimi hatırlıyorum sonra; sanki bir değil, iki değil, her kapıdan ayrı bir cenaze kalkacak gibi bir akşam. Öyle miydi sahiden, hatırladığım gibi mi?
O yıllara ve sonrasına dair zihnimde uçuşan karelerin, seslerin, sözlerin ne kadarı benim hafızamın ne kadarı aktarılmış bilgilerin ürünü, hep sorarım kendime. Hafıza çalışmalarının kurucusu sayılan Halbwachs, “hatıralarımız genellikle kolektif olarak kalır. Bir insan kendi geçmişini hatırlamak için diğerlerinin hatıralarına başvurmaya sıkça ihtiyaç duyar.”[1], der. Çok şarkı-türkü bestelendi Madımak üstüne. Dinledim, çaldım, söyledim; onları biliyorum. Filmler yapıldı, şiirler yazıldı, anıtlar dikildi… İzledim, okudum, ziyaret ettim. Bunlarla eş zamanlı büyüdüm.
Vakit geldi, akademik hayatımı bu alan üstüne inşa ettim. Yaşadığım dönemin kayıtlarıydı hepsi; yaşadım, merak ettim, kaydettim, öğrendim… Geçtiğimiz otuz yılın tanıkları için üç aşağı beş yukarı böyle bu. Peki sonra ne olacak? Kişinin hafızası olsun olsun ömrü kadar işliyor. Yaşayanlar hafızalarını da alıp gittiğinde ne olacak? Bu sorular aklıma ilk düştüğünden beri hafıza çalışmalarına ayrı bir merakla eğiliyorum. Bu yazı biraz da o derdin ürünü.
Madımak Katliamı’nı anlatmayacağım. Madımak’ta öldürülenlerin eserleri ya da hikâyeleriyle örülü bir “yıldönümü” yazısına da girişmeyeceğim. Hafızadan, unutmanın ve hatırlamanın iç içeliğinden, bana bu 2 Temmuz arifesi bunları düşündüren işlerden bahsedeceğim. Buyurun, açalım Minemosin defterini.
*****
29 Haziran Cumartesi günü, İstanbul-Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Madımak Katliamı Hafıza Merkezi ve Sanal Müze’nin tanıtımı ile “katliamı ve ötesini” konu edinen Çok Kötü Bir Şey Oldu adlı belgesel filmin gösterimi vardı. Bütün bu çalışmalar, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun (AABK) yapımında gerçekleşti; tabii Sivas’ta katledilenlerin ailelerinden sanatçılara, sözlü tarih çalışması yürüten akademisyenlerden gönüllü araştırmacılara, diğer Alevi kurumlarından projenin finansına katkı koyanlara kadar onlarca ismin, büyük bir kolektif emeğin ürünü olarak.
Çalışmaya katkı koyan isimleri temsilen, AABK yönetimini ve Madımak Komitesi’ni, Hafıza Merkezi ve Sanal Müze yönetmeni Eylem Şen’i, belgeselin yönetmeni Ümit Kıvanç’ı, sözlü tarih çalışmalarının koordinatörü Prof. Dr. Şükrü Aslan’ı anmadan geçmeyelim.
Madımak Katliamı; denebilir ki dönemi, yaşatılış biçimi ve sonuçlarıyla sadece Alevi tarihi değil, sadece Türkiye tarihi de değil, insanlık tarihi içinde yerini almış korkunçlukta bir olay. Haliyle bu projenin, genel olarak toplumsal hafızanın ve hafıza çalışmalarının –ne yazık ki- zayıf olduğu coğrafyamızda, sadece Alevi toplumsal hafızası değil, ülke hatta insanlık tarihi ve hafızası için de çok kıymetli bir iş olduğunun hakkını vermeli.
Merkez, müze ya da belgeselin içeriği, mesajları, ana fikri, formatı, politik pozisyonu, estetiği, artıları ve eksileri üstüne yazılıp çizilmeye başlandı. Sonrasında da değerlendirenler, eleştirenler olacaktır. Saydıklarım üstüne de söylenecek şeyler olmasına rağmen bu yazı böyle bir analize dayanmıyor. Ben projenin içeriği ve estetiğine dönük yorumları paranteze alıp, “hafıza kaydı” boyutuna odaklanacağım. Çalışmanın bütününü tam da esası ve bir iş olarak durduğu yer sınırında, bir hafıza çalışması olarak anmakla yetineceğim.
Sosyal antropolog Paul Connerton, Türkçeye de çevrilmiş iki kitabında hatırlama ve unutmanın kökleri, biçimleri ve temsilleri üstüne ufuk açıcı çentikler atar. Önce “Toplumlar Nasıl Anımsar?” diye sorar, sonra “Modernite Nasıl Unutturur?”.[2] Hatırlama, biraz kendiliğinden mümkün olandır. Ama araya bir "t" harfi koyarsak? Hatırlatma, hatırlayamadığımız ya da unuttuğumuz şey için birinin, bir şeylerin devreye girmesini ifade eder. Unutma ve unutturma için de benzer bir ilişkiden bahsedebiliriz: İlki biraz kendiliğindendir, ikincisinde araya gene bir şey girer; bir etken, neden, belki bir güç ya da iktidar… Öyle ya iktidarlar, özellikle de modern iktidarlar ya bir şeyleri sürekli hatırlayalım ya da bir şeyleri unutalım diye neler yapmaz!
Paul Ricoeur’nun Hafıza, Tarih ve Unutuş'ta[3] sıraladığı üzere, doğal hafıza ve hatırlamanın kendisi kadar bunun “suistimalleri” de vardır: Toplumun hafızası manipüle edilir, engellenir, zorlanır… Fakat bu hep tek taraflı bir basınç değildir. Toplumlar-topluluklar-bireyler de unutmamanın-unutturmamanın, hatırlamanın-hatırlatmanın derdine düşebilir. Burada da anmadan geçmeyelim Kundera’nın sözünü: “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir."
Madımak Katliamı Hafıza Merkezi ve Sanal Müze, tam da bu mücadelenin bir örneği. Kimi olaylar vardır ki bir topluluğun tarihini, kimliğini, varlığını inşa ya da yeniden inşa eder. Hafıza nasıl ki bireyin geçmişini bugününe bağlar, onu o birey yapan şeylerin birikimini yansıtır, bugünkü benliğinin kaynağıdır, cevheridir, geleceğini dayandıracağı zemini ayakta tutar; aynı şey toplumlar için de geçerlidir.
Madımak Katliamı’nın 1960’larda başlayan ama iç-dış baskılarla 1990’lara kadar kamusal görünürlüğü zayıf kalan Alevi kimlik mücadelesinin yükselişinde bir kırılma noktası olduğu üstüne çokça yazılıp çizildi. 1990’lı yıllardan beri bu mücadelenin ve Alevi toplumsal hareketinin en temel taleplerinden biri, ikinci bin yılın eşiğinde bir modern şehir merkezinde, güpegündüz, 8 saat aralıksız kayıt altında gerçekleşen bir katliam ayininin unutturulmasını önlemek adına, 2 Temmuz 1993’te içinde insanlarla yakılan Madımak Oteli’nin bir “utanç müzesine” dönüştürülmesi idi.
Bu sembolik gibi görünen talep, tarihe silinmez bir utançla geçmiş günü ve mekânı anıtlaştırmak için hiç değilse bir yüzleşme adımına davettir. Ne yazık ki devlet aklı, bu davete icabet etmek şöyle dursun, bu hafıza mekânını saldırganların da adını nakşettiği bir Kültür Merkezi’ne dönüştürmekle yetindi. Bu da elbet sembolik görünen ama tarafını açıktan belli eden bir siyasa.
Alevi kurumları 30 yıldır her 2 Temmuz’da katliamı lanetleyen ve katledilenleri anan törenler, programlar, mitingler düzenliyorlar. Bunlar, yıldan yıla bir yıldönümü etkinliği olarak giderek katılımcısı, duygusal ağırlığı, etkisi ve kalıcılığı azalan takvim kayıtlarına dönüşmeye başladığında, unutulma kaygısı da kendini hissettirir, dile gelir, hatırda tutma çabası için yollar aranır oldu. Gündelik-dönemsel anma törenlerinin etkisi, orada fiilen bulunan bedenler ve onların hafızalarıyla sınırlıdır.
Gene Connerton’a kulak verirsek, hafıza dediğimiz şey iki toplumsal pratik içinde aktarılagelmiştir: İlki bedenleştirmedir ki mesela bir anma töreninde hazır bulunan insanların hatırladığı ve sonrakilere aktardığı şeyler buna örnek olarak verilebilir. İkincisi ise kaydetme pratiğidir. İşte bu, “insan organizmasının bilgi alışverişinin sona erdiği andan çok sonralarına dek” bilginin depolanıp saklanabilmesine imkân veren “baskı, ansiklopediler, dizinler, fotoğraflar, ses bantları, bilgisayarlar gibi çağdaş araç ve gereçlerin” hepsi ile kayıtlara dayanır.[4]
Dümdüz söylersek, Connerton diyor ki “söz uçar, yazı kalır”; insan ölümlüdür ve ölenin hafızası da kendisiyle beraber göçer gider. Ne ki orada olan, insan bedeninden-beyninden öte bir yere kaydedilebilsin. Yazıdır, sestir, görüntüdür, nesnedir, yapıdır, mekândır; hafızayı tutacak, saklayacak ve aktaracak her ne varsa onunla unut(tur)manın karşısına geçilebilsin… Hafıza Merkezi ve Sanal Müze çalışması, Kıvanç’ın belgeseli de böyle bir yerde duruyor.
AABK Başkanı Hüseyin Mat, projenin İstanbul sunumundaki konuşmasında bu çalışmanın bütün o unutturma çabasına rağmen bir “gökyüzü kaydı” olduğundan bahsetmişti. Katliamın gerçekleştiği mekân “utanç müzesi” olabilseydi, hafıza o somut mekânda cisimleşecekti. Bunun engellenmesi, bir bakıma bu acı günün hatırasını bir binadan, bir şehirden, bir ülkeden çok ötede bir “öteki mekâna” kaydetme ihtiyacını da kışkırtmış oldu. “Hafıza patlamasının toplumsal ve siyasal sebepleri ne olursa olsun, bir şey kesindir,” diyor Huyssen, “kişisel, kuşaksal ya da kamusal hafızayı, tüm hafıza biçimlerinin taşıyıcıları olarak yeni medyanın muazzam etkisinden ayrı tartışamayız. Dolayısıyla, örneğin Holokostu ya da diğer herhangi bir tarihsel travmayı, artık filmler, müzeler, belgesel-dramalarda metalaşması ve gösterileşmesi(nden) ayrı … bir etik ve siyasi mesele şeklinde düşünemeyiz.”[5]
Yani artık bütün bu kayıt biçimleri, medya temsili, kültürel ürün ve gösteri de hafızaya dâhil ve toplumsal hafızanın nasıl aktarılacağında rol sahibi. İnternet, ağ, sanal mekân, siber dünya, metaverse, mekân olmayan mekân… Adına ne dersek diyelim, Madımak’ın acı hatırası şimdi orada ve daha yaygın, daha ulaşılabilir, daha kalıcı bir kayıtla zamana aktarılmış durumda.
Sanal Müze animasyonunda, katliamda hayatını kaybeden her bir isim önce siyah beyaz bir bina eskizinin göz göz odalarından birinde görünüyor, sonra bir çizim ya da fotoğrafla sanal müze odasında cisimleşiyor. Bachelard’ın “Mekân, peteklerinin binlerce gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutar.”[6] sözünü pek severim. Genellikle zaman üzerinden düşündüğümüz hafızanın mekânda somutlaşmasına dair ne şiirsel bir ifadedir! Bu animasyonda da petek petek çizilmiş pencere karelerinin içinden katliamda hayatını kaybetmiş isimler, yüzler, hikâyeler bir bir çıkıp geliyor. Artık hafıza ortamları kalmadığı için hafıza mekânları var, diyordu Pierre Nora.
Hafıza Merkezi, Sanal Müze, Çok Kötü Bir Şey Oldu belgeseli; bunların her biri, hafıza ortamının, yani somut olarak yakılan Madımak Oteli’nin o katliam hafızasını kayıtta tutup aktaran yer olmaktan çıktığı durumda, Madımak Katliamı’nın ‘hafıza mekânları’ olarak yaşayacaklardır. Tıpkı Herman Lübbe’nin on yıllar önce bahsettiği gibi, müzeleşme artık müze kurumuna bağlı değil ve gündelik hayatın her alanına sızabilir durumda. Madımak Oteli “utanç müzesi” yapılsa, bir şehirde bir binalık bir müze olacaktı (ki halen olmalıdır, umarım bir gün olacaktır); fakat Sanal Müze, dünyanın her köşesinde, her an birkaç parmak darbesiyle erişilebilir uçsuz sayıda müze demek.
Bu işlerin bütün bu olumlu yanları bir tarafa, gelecek için yine de Huyssen’in uyarısına kulak vermekte fayda var. Diyor ki Huyssen, “Hafıza her zaman geçici, güvenilmez olmakla maruftur ve unutmakla lanetlidir, yani kısaca insani ve toplumsaldır. … Sonsuza kadar saklanamaz, anıtlarla da güvence altına alınamaz; bu nedenle de tutarlılık ve devamlılığı garantiye almak için dijital geri alma sistemlerine güvenemeyiz.”[7] Sanal dünyaya, internet ağlarına, Mat’ın ifadesiyle gökyüzüne bu müze ve kayıtları nakşetmek, şüphesiz bugün için çok kıymetli. Fakat bunlar, hafıza kaydının geleceğini sonsuza dek güvence altına almıyor ne yazık ki.
Yıllardır bütün anmalarda, Hafıza Merkezi tanıtımındaki hemen her konuşmada “bir daha katliam olmasın” dileği sıkça vurgulandı. Dileği fiile çevirecek olan uğrunda mücadeledir. Böyle acılar bir daha yaşanmasın diye, sadece zamanın ve mekânın kaydına değil, hani al bir düş atına binip gider gibi[8], zaman ve mekân içinde başka türlü bir yaşamın mümkün olduğuna inanacak insanın umuduna çabalamaktan da hiç geri durmamak lazım.
Değil mi ki “acılarımız umutlarımızdır”[9]…
* Akademisyen, Doç. Dr.
KAYNAKÇA
[1] Maurice Halbwachs, Kolektif Hafıza, Türkçesi B. Barış, Ankara: Heretik, 2017: s. 10 ve 46.
[2] Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar, Çev. A. Şenel, İstanbul: Ayrıntı; Paul Connerton, Modernite Nasıl Unutturur, Çev. K. Kelebekoğlu, İstanbul: Sel.
[3] Paul Ricoeur, Hafıza, Tarih, Unutuş, Çev. M. E. Özcan, İstanbul: Metis, 2017.
[4] Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar, s. 125
[5] Andreas Huyssen, “Şimdiki Zamandaki Geçmişler: Medya, Siyaset, Amnezi’den”, J. Olick vd. (der.), Kolektif Hafıza Kitabı, Çev. Z. Can-Ü. Keskin-T. Özbek, Ankara: Dipnot, 2019: s. 324.
[6] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, Çev. A. Tümertekin, İstanbul: İthaki, 2013: s. 39
[7] Huyssen, a.g.e., s. 331.
[8] Behçet Aysan, Aşkımızın O Kararan, Düello: Toplu Şiirler, Adam Yay., 1993: s. 137
[9] Behçet Aysan, Yeni Bir Gökyüzü Aranıyor, Düello: Toplu Şiirler, Adam Yay., 1993: s. 189.