Ölüye saygı ve adalet. Ama kimden? Ama kime?
Geçtiğimiz hafta, 8-9 Ekim 2022’de, İstanbul’da çok önemli bir konferans düzenlendi; “Ölüye Saygı ve Adalet Konferansı”nı düzenleyen topluluk da aynı ismi taşıyor; “Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi”.
Bu inisiyatifin çok özgül bir yeri var.
Çünkü kendi ifadeleriyle “Hak ihlalleri, yaşanan ölümler ve kayıplar için adalet talep eden, kadına yönelik şiddete, ekolojik yıkıma karşı mücadele eden elbette dünyada birçok koalisyon var. Ancak ölülerin hakkını savunan, üstelik kimliği, inancı, toplumu, cinsiyeti ne olursa olsun bütün ölü bedenlere yönelik şiddetin karşısında duran bir mücadele hattı deneyimine” dair bir örnek yok. Daha da önemlisi “dünya deneyimlerinin neredeyse tamamında zaten çatışmalar bittikten sonra ölülere ne olduğu sorusu gündeme gelebiliyor. Çünkü çatışma esnasında şiddeti kaydetmek kolay olmuyor. Bazı durumlarda da ölülere yönelik şiddet müzakere süreçlerinde bir başlık olarak kendine yer bulamıyor.
Örneğin, Kolombiya'daki çatışmalara ilişkin şimdilerde hazırlanan raporlar "ölülere yönelik şiddet" başlığı kendine bir yer bulmuş değil. Ölümler "hak ihlalleri" başlıkları altında yer alıyor. Ancak, "ölülerin hak ihlalleri" şeklinde bir haktan ve buna ilişkin hazırlanmış bir rapordan söz etmek de mümkün değil. Bu nedenle ırkçılığın, ayrımcılığın, nefret söylemlerinin, kutuplaştırmanın ve en önemlisi, çatışmanın sürdüğü bir dönemde [Türkiye’de] Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin ölülere saygı ve adalet talebiyle ve bu amaçla yürüttüğü çalışmalar oldukça önemli, ama bir o kadar da zor bir çaba.”
İnisiyatif 2021 Ocak ayından beri faaliyet yürütüyor. 2021 yılı Nisan ayından bugüne kamuya açık sekiz ayrı panelle hem ölüye yönelik şiddetin farklı yüzlerine ve mahiyetine ilişkin tartışmalar gerçekleştirdi, hem kamuoyunun dikkatini konuya ve duyarlılığını inisiyatife çekmeye çalıştı. Buna göre, yine kendi sözleriyle “Nisan 2021’den bugüne, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak bir buçuk yılda sekiz panelde ihlalleri ve talepleri konuştuk, uluslararası sözleşmeleri tartıştık: “Türkiye’de Ölülere Yönelik Şiddet”, “Farklı İnançlar Cenazelere ve Mezarlıklara Yönelik Saldırıları Konuşuyor”, “Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor”, “Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri”, “Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet”, “Yas Hafıza ve Politika”, “Ölü Bedenlere Yönelik Şiddetin Toplumsal Cinsiyetini Konuşmak” ve “Tecrübeler ve Tanıklıklar: Ölülere Yönelik Şiddeti Aileler Anlatıyor” (Söyleşinin tamamına ve ayrıntılı bilgiye şu adresten ulaşabilir, ayrıca adı geçen panellerin, basit bir taramayla Youtube üzerinden erişime açık olduğu görüleceği gibi, yine her bir panelle ilgili dökümlere Bianet üzerinden de ulaşılabilir.)
İşte geçtiğimiz hafta yapılan ve benim de konuşmacılarından biri olduğum uluslararası konferans bu birikimin ve sürecin ürünü. Bu konferans Türkiye için bir ilk örnek olma niteliği taşıyor. Aslında içerik ya da yaklaşım olarak benzeri bir sempozyum daha önce İzmir’de, 16 Ekim 2015’te, “Öteki Olarak Ölmek” başlığıyla, (aynı adla kitaplaştırılan; bkz. Evrimcan İflazoğlu-Aylime Aslı Demir (Der) Öteki Olarak Ölmek, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016) Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, KAOS-GL ve Halkların Köprüsü Derneği işbirliğiyle düzenlenmişti ve bildiğim kadarıyla bu ilk örnekti. Ancak, uluslararası mahiyeti ve arkasında artık doğrudan konuya yönelik bir iradenin yani ÖSAİ’nin varlığıyla bu konferans ilk sayılmalı. Akademik danışmanlığını da yürütmüş olduğum İzmir sempozyumundan bugüne konuya ilişkin duyarlılığın ve katılımın da yükselmiş olduğunu da ayrıca not etmek gerekli. Bu yanıyla da, katılım bakımından da İstanbul Konferansı yine bir ilk kanımca.
Bu yazı, her ne kadar neredeyse başlangıcından beri ÖSAİ’nin bir parçası gibi görünsem de –baştan beri nedenini bir türlü anlayamadığım ve artık neredeyse anlamaktan vazgeçtiğim- bir biçimde, kendimi daha çok ÖSAİ’nin bir izleyicisi sayarak –ki bu bile topluluklar ve onların üyeleri arasındaki mesafelerin ne bir üst otoritenin buyruğuyla, ne de karşılıklı yapılan birlik olma çağrılarıyla kapatılmasının o kadar da kolay olmadığının bir örneği- İstanbul Konferansı’nda yaptığım konuşmanın arka planında yer alan ham materyalin, dolayısıyla epeyce bir bölümü, ilgili konuşmada yer almayan unsurların derlenip toplanmasıyla kaleme alınmıştır. Ancak bununla sınırlı kalmayacaktır. Konuşma materyalinin tamamlanmasının ardından, konferansın forum oturumunda değindiğim üç dört ana başlığa da bu yazı içinde, açarak yer vereceğim ki inisiyatife ilişkin görüşlerimi de paylaşmış olayım. Şöyle ki bu konferans, aynı zamanda ÖSAİ’nin kurumsallaşması yolunda son dönemeç niteliğindeydi. Öyle ki tam olarak amacına ulaşamasa da konferansın forum bölümü tam da bununla ilgili sorunları, kurumsallaşma ihtiyacı, kurumsallaşmanın biçimleri, yaklaşımlar, yeni bir dil ihtiyacı vb. konuları tartışmak üzere düzenlenmişti. Gerek konferansın sonuç bildirgesi (yayınlanacak umarım ama bu yazıyı kaleme aldığımda henüz yayınlanmamıştı) ve gerekse ÖSAİ’nin kuruluş deklarasyonu (eğer yayınlanacaksa) yayınlanmadan önce ola ki küçük de olsa bir katkıda bulunma ümidiyle konferansta, öneri mahiyetinde değindiğim hususlara burada da yer vereceğim.
Ne mutlu bir rastlantı ki konferans toplanmadan hemen önceki günlerde, konuyla ilgili çok önemli bir telif metin, sessiz sedasız yayınlanıverdi. (Hüseyin Kırmızı, Ölüm ve Kutsal, Dipnot Yayınları, Ankara, 2022. Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji bölümünde, çalışılmasında ve savunmasında karınca kararınca benim de katkıda bulunduğum bir doktora tezi.) Bu yazıda Dr. Hüseyin Kırmızı’nın adı geçen çalışması bana hem esin kaynağı oldu, hem de kılavuzluk etti. Bu bakımdan giderek yazının Sevgili Hüseyin’in kitabına uzun bir önsöze ya da tanıtım metnine dönüştüğünü ve bundan pek de huzursuz olmadığımı, hatta sevinç duyduğumu da itiraf etmeliyim.
Yazıda, Kırmızı’nın ilgili metni dışında, andığım Öteki Olarak Ölmek derlemesiyle Neocleous’un metninden yararlandım. (Bkz. Mark Neocleous, Canavar ve Ölü, Burke, Marx, Faşizm, Çev. A. Berkmen, H2O yayınları, İstanbul, 2015.) Neocleous ve Kırmızı dışında geçen tüm isimlerin ilgili metinleri Öteki Olarak Ölmek içinde yer almaktadır. Yazıyı alıntıya ve dipnota boğmamak için isimleri işaret edip geçmekle yetindim. İlgilenen okur, adı geçen metinlere bakabilir.
Ölüler üstüne yazmanın ve konuşmanın güçlüğünden, zorluklarından söz etmek bile, konferansta dile gelen tanıklıkları gözettiğimizde bir lüks. Ama aksi susmaksa, konuşmak ve yazmak borcuyla da karşı karşıyayız. Bu yüzden konferans konuşmasına hazırlanırken Hatun Tuğluk bir ölü-canlı olarak bana güç verdi, elini sırtımdan eksik etmedi. Bu yazı Hatun Tuğluk temsilinde, toplulukların hilafına, hayali ölümsüzlükler uğruna öldürülmüş, kaybedilmiş, bedensel bütünlükleri gasp edilmiş bütün ölülere, küçücük de olsa, borcumun bir bölümünü ödeme amacıyla kaleme alınmış ve onlara adanmıştır.
Hatun Tuğluk; çünkü Kürt siyasal hareketinin en önemli figürlerinden ve bugün de kendisi sessizce unutmaya/unutuluşa ve giderek ölüme terk edilen bir Kürt siyasetçinin Aysel Tuğluk’un annesi olarak bir Kürt, Dersim’in bir evladı olarak bir Kızılbaş ve çoğunlukçu din ile ırkçılık için bir Ermeni ve her daim kültüre karşı doğanın tehdit ediciliğini üstünde taşıyan bir kadın olarak sırredildi, defnedildi, mühürlendi! Neyimiz varsa O’dur; ne ise O’yuz! Hatun Ana, Taybet Ana, Berfo Ana ve adları sayfalara sığmaz daha niceleri sırlarıyla sırroldular ama hiçbir yere gitmediler. Umarım ki bu yazı, bu ülkede aydın olmanın yükünü inatla taşımaktan vazgeçmeyen ve erdemin ahlak kitaplarının sayfalarında geçen bir sözcük olmadığını herkese, hepimize gösteren Eren Keskin’in –en azından- söz yükünü, üç beş kişi için de olsa hafiflete; gayrı ne dilene? Onun, hepimize dağıttığı onur payı karşısında ne zavallı bir teselli….
2.
Sanki, içinden Ermeninin, Kürdün, Rumun, Yahudinin, Alevinin, Abdalın, Romanın, Boşnağın, Arnavutun ve cümle sayamadığımız “ötekileştirilenlerin” türkülerini çıkarsak, geride Türk Türküsü diye bir şey kalacakmış gibi, Mississippi Blues ne kadar WASP ise, türkünün de o kadar Türk olduğu unutturulmaya çalışılarak, küçümseyici, alaycı bir ifadeyle söylenen ünlü bir söz vardır: “Kürdün iki türküsü vardır; biri lele, lele; diğeri lolo, lolo.” Tıpkı bunun gibi, siyaset biliminin de, sanki içinden siyaseti ve onun bağlamsal bileşenlerini, uzantılarını çıkarsak geride bir sosyal bilim kalacakmış gibi, iki türküsü olduğu genellikle kabul edilir: Biri devlet, diğeri iktidar.
Devlet, şundan ya da bundan, kolayca kendimizin dışında, hatta üstünde ama her halükarda bizden ayrı bir şeymiş gibi kavranma konusunda kimi avantajlara –ya da belki dezavantajlara- sahipken, iktidar bizi de kavrayışıyla canımızı yakabilir; suç ortaklığımızı; kendi dışımıza atıp bir günah keçisi haline getirdiğimiz devletle suç ortaklığımızı, paydaşlığımızı, ondan gayrı olmamaklığımızı, kendisine olan takıntılı “aşkımızı”, belki de bizim de onun bir yapıntısı olduğumuzu, ondan her kurtulmak istediğimizde bile dönüp dolaşıp onun kucağında bir ana sevgisine sığındığımızı gösterebilir. Bir anlamda devlete bakmak dışarıya bakmak gibiyken, iktidara bakmak kendimize bakmak gibidir ama ısrarla unutmaya çalıştığımız şey hep aynıdır; her iki durumda da. Bakan göz kimin gözü; içeriye, kendimize ya da dışarıya?
Buradayız; “ölülerimiz”, kayıplar üstüne konuşuyoruz. “Ölüye Saygı ve Adalet” istiyoruz; insanca muamele istiyoruz-ne demekse bu- bir mezar, bir kimlik, bir yüz istiyoruz. Ölülerimiz zırhlı araçların arkasında sürüklenmesin; yüzleri tanınmaz hale getirilmesin; tecavüze uğramasın; bedensel bütünlüklerine halel gelmesin; mezar yerleri belli olsun; yasları tutulsun; inandığımız gibi defnedilsin, ritüelleri yerine getirilsin istiyoruz. Peki, niçin istiyoruz? Ölüler bizim şerefimiz, onurumuz, ırzımız olduğu için mi? Öldükleri anda artık kendileri hak talep eden kişilikler olmaktan çıktığı için mi? Onlar adına mı istiyoruz? Yoksa ölülerimizi mülkiyetimize geçirdiğimiz, yaşarken Medeni Kanun gereği bir kişilik olarak tanımlanırken, öldükleri anda bir mülke dönüştükleri, onlar artık bize ait olduğu için mi istiyoruz? Yoksa onları hala yaşadığımız evrenin, özellikle topluluğumuzun bir parçası olarak kabul ettiğimizden, onları topluluğumuzun kendisi dışında hiçbir fail topluluğun dışına atamayacağından, yani onların ve kendimizin haklarını, sorumluluklarını, borçlarını, alacaklarını, yani bu dünya ile diri-canlılar dünyası ile ölü-canlılar dünyası arasındaki sınırı kıskançlıkla koruduğumuz, bu sınırın ancak bizi topluluk olarak kuran farklılığımızın kökenleri/kurucu ilkeleri tarafından, kestirmeden kutsallık tarafından çizilebileceğinin ve onun yerine kimsenin/hiçbir failin geçemeyeceğini savunduğumuz için mi istiyoruz?
Kutsalın ele geçirilemeyeceğine inancımız ve bunu cansiperane savunmamızla mı ilgili bu istek? Böyle bile olsa, nihayetinde bu da kendimizle ilgili değil mi? Elbette ama bir farkla: mülke dönüştürülmemiş ölülerimiz ile kendimiz arasındaki –eşitlik olmasa bile- denkliği hiç unutmadan! Oysa biz isterken, sanki bu denkliği çoktan unutmuş gibiyiz: Biz, diri-canlılar iken, onlar bir türlü ölü-canlılar olamıyor; ölü-ölüler olarak kalmaya devam ediyorlar ve onların ölü-canlılar yerine, ölü-ölüler olarak kalması yalnızca devletin değil, bizim de suçumuz ya da bizim isteklerimizle, sorumluluklarımızla, hak taleplerimizle de ilgili.
Nihayetinde belki de ölülerimizden korkuyoruz, kim bilir; ölülerimiz o belirsiz ara bölgede, Araf’ta kalıp geri dönmesin, bize musallat olmasın diye, belki onları çok sevdiğimizden –elbette çok seviyoruz, buna ne şüphe?- ve yaslarını tutup hayatımıza devam edebilmek için, belki onları geride bırakabilme, hatta belki artık unutabilmek için ve belki de onların miraslarından yararlanmak, şeref ve onur paylarıyla onurlanmak için; ölülerimize saygı ve adalet istiyoruz. Birçok neden sıralanabilir. Nedeni ne olursa olsun ama istediğimiz her ne ise, çoğun bunu onlar için değil, kendimiz için istiyoruz; kendimizin onlarla denk olduğunu unutarak; onlar için istediğimizin arkasına kendimiz için istediğimizi saklayarak; belki de yapılması gereken tersidir: Onların “biz” olduğunu, tam da dengimiz olduğunu, mülkümüz değil, hiç unutmadan kendimiz için her isteğimizi, onlar için; onlar için her isteğimizi, kendimiz için bir isteğe tüm açıklığıyla dönüştürerek ve sahiplenilecekse buna sahip çıkarak. Ama sanki bunu beceremiyoruz: Onlar öldükleri anda bizim mülkümüz çünkü. Tıpkı onları öldürenler gibi, biz de ölülerimizi kendi üstümüze tapuluyoruz.
İşte “iktidar” teriminin büyüsü ya da sihri ya da can yakıcı vasfı burada. Onları öldürenlerle/kaybedenlerle ortak bir yanımız var; bir topluluk olarak. Bizi, ölülerimizi öldürenlere bağlayan bir iktidar kayışı olarak, devlet gibi düşündüğümüzü çoğun fark etmiyoruz: “Ölenin bu dünya ile işi yok! Artık onun hesabı öbür tarafta görülecek; biz karışamayız. Ölülerimiz öldüler! Artık kimseden bir şey, hiçbir üretimden pay istemiyorlar. Ölerek, öldürerek, öldürülerek onlar savaşlarını tamam ettiler; öyleyse artık onlarla savaşmaktan devlette vazgeçsin. Devlet ölülerimize artık saygı göstersin; adil davransın; ölülerimize kötülük edilmeye devam edilmesin.” Yani Gökçen Alpkaya’nın sözleriyle “kötülüğe uğramamakta eşitlik istiyoruz”; en azından ölülerimiz için. Bilinmelidir ki eğer ölülerin bu dünya ile işi kalmadıysa, artık savaşları tamama ermişse, artık herhangi bir şeyden pay istemiyorsa, devlet bu isteklerimizi yerine getirir; bize verir; yani bir mezar, bütünlüğü bozulmamış bir ceset/bir cenaze, saygı, hatta iade-i itibar ama konjonktüreldir bu.
Bir başka konjonktürde o mezarlar yeniden açılır; bu kez de başka bazı mezarlar yok edilecektir. Verilen, bir başka düzlemde geri alınır; çünkü devlettir o, hepimizin “üstünde.” Ama asıl nedeni örter bu söz: Hiçbir ölünün ölmediğini, her ölünün geri döndüğünü, geri dönmek bir yana hep burada olduğunu devlet bizden daha iyi biliyor; devlet oluşuyla; çünkü devlet oluşunu tam da buna borçlu; bu bilişe ve bizim de inandığımız şeye kendini inandırmaya çalışarak devlet olduğunca: “Onlar öldüler, artık geri dönmeyecekler, dönmemeliler; onların savaşı bitti.” Ama her ölü, ne şüphe, geri döner; devletin dirilerle kavgası, sandığımız gibi, dirilerle kavgası değildir; ölülerle kavgasıdır; devletin dirilerden ölü üretimi esasen ölü-canlıdan ölü-ölü üretiminden gayrı değildir ve tam da bu yüzden, devlet devlet olmaklığıyla diriden ölü çıkartırken, durmaksızın ve kaçınılmaz olarak, devlet olarak kaldığınca, ölüden diri çıkartır.
Ölüleri, savaşı bitmiş, gayrı-siyasi, artık kimseden bir şey istemeyen varlıklar haline getirerek, onları tam da devletin ve muktedir şebekenin arzularına göre kurguluyoruz; zaten devlet bunun için öldürüp durmuyor mu? Kendisini buradan üretip durmuyor mu? Ama gözden kaçırdığımız bir şey var; sözüm ona ölüleri gayrı-siyasi, artık hesabı öbür tarafta görülecek varlıklar haline getirirken ve tam da buradan doğru onlar için adalet ve saygı talep ederken, biz “öbür tarafa” referans verirken, bu öbür taraf her neresi ise, oranın çoktan devlet tarafından ele geçirilmiş olduğunu, devletin bu sayede devlet olabildiğini, devlet olarak bekası için öbür taraf üzerinde ve içinde sürekli bir savaş yürüttüğünü unutuveriyoruz. Bu unutuş belki de bilinçli bir unutuştur; kendi kutsallarımızı, kutsallığımızı, kutsallık üretimimizi çoktan devlete terk edişimizden kaynaklı. Öyle ki hem ölülerimizi/ölümü/ölümle dirim arasındaki sınır ve hakları; ez cümle bizi biz olarak kuran kutsalı ve kutsalın üretimini devlete terk ediyoruz; ölülerimizin öldüğü anda siyasal bir varlık olmaktan çıktığını varsayarak; hem de aynı devletten, kendini artık çoktan kutsalın temsilciliğinden kutsal ile özdeş bir varlığa yükseltmiş olan devletten saygı ve adalet talep ediyoruz!
Tuhaflık devlette değil; bizde. Oysa hangi ölünün saygıyı hak ettiğini, Mustafa Arıkan’ın tasnifiyle “kimin bir cenazeye, kimin bir naaşa, kimin bir leşe” dönüşeceğine karar veren mercii odur; kutsal olanı ele geçirdiği, biz, kutsalı ona terk ettiğimiz sürece. Öyleyse taleplerimiz ancak onun konjonktürel çıkarlarına uygun olduğu ölçüde karşılanabilir. Dirilerin dünyasını ele geçiren devlet ölülerin dünyasını da fethederek sınır çizme kudretinin ta kendisi olarak, kutsal olarak kendini var ediyor diyebiliriz ama aslında cümleyi tersinden kurmalıyız: Devlet, ancak ölülerin dünyasını ele geçirerek kutsala dönüşüp dirilerin dünyasında hükümdar olabiliyor. Bu sayede biz de onun üretiminden başka bir şey olamıyoruz ne yazık ki; taleplerimizden belli olduğu üzere.
Devlet, ölülerin kudretini gasp ederek hükümdar olabiliyorsa, yani kudreti esasen devlet olmaklığıyla kudretiyse bu durumda terk etmemiz gereken bir yaklaşım hemen kendini belli ediyor. Ölü ile diri arasına giren devlet, sanki varoluşundan bağımsız, arızi bir biçimde, iyiliğiyle ya da kötülüğüyle araya giriyormuş gibi düşünmekten vazgeçmemiz gerekiyor. Demem o ki, bunun devletin iyiliği/kötülüğü, tarihiyle, biçimiyle bir ilgisi yok; devlet olmasıyla bir ilgisi var. Her devlet ölüler/ölüm sayesinde devlet olabiliyor. Buradan kestirmeden her devletin katliamcı olduğu sonucunu çıkarıp buraya saplanmayalım ki her devlet ne şüphe, katliamcıdır. Demek ki devletin varlık koşulu altında konuşuyorsak, onun varlığıyla koşullu tarih, Hişyar Özsoy’un Eva Domanska referansıyla söylediği gibi, “mezarda başlar.” Buradan hareketle bu tarihle sınırlı –bir oksimoron gibi görünmesi pahasına- bir evrensellikten, en azından şimdilik, bir ortaklıktan, bu düzeyde söz edebiliriz. Bunu bir oksimoron olmaktan çıkaracak şeyi biraz erteleyip “mezarda başlayan bu tarihe” baktığımızda en yenisinden en eskisine tarih buna ilişkin materyalle tıkabasa doludur.
Çoğun yapıldığı gibi, siyaseti devlete yapıştırır ve aksini inkar edip durursak, siyasetin de –tarih gibi-mezarda başladığını ve devletin ilk toposunun ölü-beden ve mezarlıklar olduğunu söyleyebiliriz ve ilgili literatürde hep anılan ilk örneği anabiliriz: Sophokles ve Antigone’nin hikayesi. Kral Kreon’un iktidarı etrafında savaşa giren Antigone’nin iki erkek kardeşinden biri Kreon’un iktidarını savunmak, diğeri ona karşı çıkmak için mücadele eder; savaşı kral yanlısı kardeş kazanır ama ikisi de ölür. Bunun üzerine kral kendi yandaşı olan kardeşin ölüsünü “naaşa”, düşmanı olan kardeşin ölüsünü ise “leşe” dönüştürerek gömülmesini engellediği gibi, kurda kuşa yem diye ortada bırakılmasını emreder. Ancak Antigone, bu emrin hem ilahi, hem dünyevi hukuka aykırı olduğunu ileri sürerek kardeşinin cenazesini gömer. Bunun üzerine o da cezalandırılır ve acılı bir ölümle ölür. Artık acılı ölümle ölme sırası Kral Kreon’dadır çünkü her iki dünyanın hukukunu da çiğnemiş; her iki hukukun da kendisinden gayrı olmadığını iddia etmiştir kararıyla. O da ölür; acılar içinde kıvranarak ki onun ölümü bundan sonra her devletin varlık iddiası gereği, devlete içsel bir ölüm korkusundan, beka sorunundan gayrı olmayacaktır. Görüldüğü gibi, Sevgili Gökçen Alpkaya’nın sözleriyle esasen yalnızca “insan hakları düşüncesi” değil, siyasetin de başlangıç noktası Kreon ve Antigone’nin edimleridir. Benzer bir sahne, kimi küçük farklılıklarla Homeros’ta da karşımıza çıkar. Truva Savaşı’nda Akhilleus öldürdüğü Hektor’un cesedini savaş arabasının arkasında yüzüstü sürükler ki bedeni paramparça, ama asıl yüzü paramparça olsun. Olsun da Ölü-Hektor’un Diri- Akhilleus’la aynı kumaştan olmadığına, olamayacağına; Akhilleus insan-diri ve kahramansa Hektor’un mutlaka alt-insan, ölü ve leş olduğuna inanabilelim. O öyle oldukça, Akhilleus, Akhilleus olabilir ancak. Kazanan ve kaybeden, ölü ve diri, kahraman ve hain, naaş ve leş aynı olamaz.
Tam burada zırhlı aracın arkasında sürüklenen Hacı Lokman Birlik’i, cesedi çıplak halde kendisini seyreden bir erkek topluluğun ayakları altına atılan Ekin Wan’ı anmalıyız. Gerek Antigone, gerekse Hektor’un hikayesini günümüz diline çevirirsek açıktır ki Hektor ve Kreon’a karşı savaşan kardeş birer teröristtir. Terörist, anarşist, bölücü…dönemsel olarak bu terimler değişse bile ortaklıkları bellidir. Evren Balta’nın saptamasıyla, bunların tümü hukuk karşısında insan-dışı bir öznedir.
Burada özneliğe dikkat edelim lütfen. Özne olabildikleri içindir ki ölmesi gerekendir de. Ancak haklarında verilecek ölüm hükmü herhangi bir hukuksal, siyasal, kutsal denetim sürecine tabi olmayacaktır. Adeta terörist oldukları andan itibaren zaten ölüler çoktan ölmüştür; diriler de. Ölenler öldüğü için ne zaman öldüğünü biliriz de, diri-terörist henüz ölü-teröriste dönüşmediğinden, ölü ne zamandır ölü olduğundan bihaberdir ama artık ölüdür. Şimdi cenazesi günlerce sınırda bekletilip ülkeye alınmayan Aziz Güler’i, ölü bedeni sokakta kalan Taybet Ana’yı, ve en başta söylediğim gibi, bu yazının cümlesini temsilen kendisine adandığı Hatun Tuğluk’u bir daha düşünebiliriz.
Küçük Asya’nın ve Mezopotamya’nın dışına hızlıca sıçradığımızda Che Guevara ile Salvador Allende de hemen hatırlanabilir. Tabutsuz, yüzleri yere bakar halde, isimsiz mezarlara atılıp geçilmişti; buna defin denilemezdi. Ama devir değişti: Ölüler geri döndüler. Kreon ve Pinochet bir leşe dönüşürken “ölülerimiz” geri döndüler! Her devlet, bunu kendi tarihinden, varlığına içkin bir biçimde bilir. Devlet kendi bekası için faşist diktatör Kenan Evren’i törenle gömerken, aynı anda Turgut Özal’ı, Abdülhamit’i mezarından çıkarır; Adnan Menderes geri döner. Ama Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’a ihtiyacı yoktur devletin; onlar mezarlarında rahat uyusun. Demek ki ölülerin geri döndüğünü, geri dönebileceğini, en iyi, bekası adına devlet bilir ve hangi ölülerin dönmesi gerektiğine ilişkin karar tekelini hep elde tutmaya çalışır. Bu, dünyanın her devleti için böyledir; Nazi Toplama Kamplarından, Gulag Takım Adaları’na, Guantanamo’dan, Dersim’e, Bedreddin’den, Şeyh Said’e, Seyyid Rıza’ya…Zilan’dan Roboski’ye…çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek Ermeni ölülerini sürükleyen Fırat, Dicle, Kızılırmak boylarına…
Antigone ve Kreon çağında, Kreon kral olarak hem ilahi hem dünyevi yasaları tekelleştirdiği, kendi iradesini bunların yerine geçirdiği ölçüde, ilahi yasalara sığınan Antigone, itiraz etme kudretini ilahi yasanın en geride, hala süren varlığından alıyordu. En gerideki ilahi yasa ona Kreon’u mahkum etme imkanı sağlıyordu. İşte bizim kaybettiğimiz imkan budur ve tam da bu yüzden suç ortağıyız. Kestirmeden söylersek, bir yandan ilahi yasaya sığınmaya çalışıyoruz ama aynı anda ilahi yasanın devletten gayrı olmadığına iman getiriyoruz; hakim, çoğunlukçu, devletin dininin taşıdığı, Hüseyin Kırmızı’nın ifadesiyle “iman krizi” asli olarak bizim iman krizimiz olduğu için. Devlete karşı sığınmaya çalıştığımız çoğunlukçu din ve onun taşıdığına iman ettiğimiz kutsallık, devletten ve onun kutsallığından gayrı değil ve bu da aslında devletten önce dinimize içkin olduğu içindir ki kolayca devlete içkin hale geliyor; yani artık devlet dindir; din de devlet.
Öyleyse artık devletin tarihiyle sınırlı evrenselliği bir oksimoron olmaktan çıkarabiliriz. “Tarih mezarda başlar” sözünü, Hüseyin Kırmızı referansıyla Zygmunt Bauman’dan doğru “kültür mezarda başlar” diyerek genişletmeliyiz. Böylece devlet ve onun üstlendiği çoğunlukçu/ortodoks dinlerin hangi -gerçekten evrensel- ortaklığı gasp ettiğini biraz daha açabiliriz. Eğer damarlarımızda –çoktandır tahtından indirilmiş olsa da- kolonyalist, post-kolonyalist, neo-kolonyalist bir frankofonun asil kanı dolaşmıyorsa, hepimiz biraz da germanik olarak kültürün uygarlıktan ayrı olarak, farklılık olduğunu biliriz. Bir farklılık olarak kültürel varlığımız bizi, türümüz olan “insan”dan ayırır. Diyelim ki aslan aslandır; fare de fare. Zoologların, biyologların, veganların öfkesini daha fazla üstümüze çekmeden şu kadarını söyleyebiliriz; aslanların ve farelerin aslanlığı ve fareliğince hepimiz “insan” değiliz.
Kültür, bizi türümüzün bir parçası olmaktan çıkarır ve hem kendini, kendi farklılığını onaylamaya muhtaç bir varlığa dönüştürür, hem de aynı anda bu onayı üretir. Kültürel bir varlık oluşumuz devletten maada, onu kronolojik olarak da, ontolojik olarak da önceleyecek biçimde siyasal bir varlık oluşumuzu da işaret eder. En basit ve indirgenmiş haliyle, siyaseti ya da siyasal bir varlık olmayı bir sınır çizme etkinliği içinde düşünürsek, kültürle siyasallığın üst üste bindiğinden ya da aynı şeyin farklı soyutlamalar düzeyinde ifade edilmesinden söz edebilir hale geliriz: İkisi de sınır çizer ve farklılaştırır. Böylece yine Bauman’ın ifadesiyle kültürün kendisi ölüme karşı bir yanıt oluşturuyorsa, bunun açık anlamı verilen her yanıtın aynı zamanda, başka bir düzlemde siyasal bir yanıt olarak soyutlanabileceğidir de. Yani ölüme karşı verilen her yeni yanıt, her yeni tavır ve tutum, aslında yeni bir sosyo-kültürel, sosyo-politik düzeyin varlığını ya imler, ya müjdeler; kimin için bir müjde, kimin için kahredici bir yok oluşun habercisi olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ölüler tam da bu dinamik bağlamda sürekli canlandırılır, sürekli yeniden yeniden öldürülür. Rahat uyumalarına hiç izin verilmeyen, daha önce adını andığım örnekler düşünülebilir; Mustafa Kemal gibi, Abdülhamit gibi, Adnan Menderes gibi.
Buradan itibaren Hüseyin Kırmızı’nın ayak izlerine biraz daha fazla basabiliriz. Her topluluk, bize dışarıdan ne kadar büyük bir kayıp gibi gözükürse gözüksün, aslında ölümü, kayıp dediğimiz ölülerini, topluluğun kendi ölümsüz varlığı ve farklılığı için bir olanak olarak kavrar ve değerlendirir. Ölülerin ya da ölümün varlığı her topluluğun kendi kurucu kutsal kökleriyle –bu kurucu köklerin topluluğun dışında ve üstünde olduğuna değinmek bile gereksizdir ve bugün bile öyledir bu- temasına mümkün bir kapı açar; ilişkiyi, kutsalın varlığını kanıtlayan da, onaylayan da, mümkün kılan da ölümün varlığıdır. Topluluk kutsalın varlığıyla kendi sahihliğini/hakikatini onaylayabilir. İşte ölüm sayesinde var olabilen o ölüler o hakikatin şahididir. Onların şahitliği, onların ölü olmasına rağmen, topluluğun ölümsüz varlığında kendini somutlaştırır. Demek ki ölüler sürekli olarak bizim, topluluk olarak hakikatimiz hakkında konuşurlar ki bunun anlamı ölülerden bize, bizden onlara sürekli bir iletişim ırmağı akmaktadır. Bunun daha da açık anlamı, ölüler bu şahitlik ve buna bağlı iletişimsel rolleriyle topluluğun parçası olmayı sürdürürler. Ölüler topluluğun bir parçası olarak kaldıkça hiçbir diri-canlı kutsalla temasa geldiğini iddia edemeyeceği gibi, kutsalı sahiplenemez, kendisini kutsal olarak ilan edemez de. Tam burada, her ne kadar Hüseyin Kırmızı pek anmasa da Şamaniliğin işlev ve rolleriyle geçirdiği evrimsel süreci hatırlayabiliriz. Şaman ancak ölü olarak ölüyle temasa gelebilir ve onun ölü varlığı bile iletişime geçtiği ölüyü aradan çıkararak kutsalla doğrudan temasa gelmesine izin vermez.
Ölülerle diriler arasındaki, en azından bu iletişimsel ortaklık ve şahitlik ilişkisi ortadan kalkmadıkça, kutsalla topluluk arasındaki boşluğa kimse/hiçbir fail yerleşemez ve kendisini kutsalın temsilcisi ya da sahibi ya ta kendisi olarak sunamaz. Çünkü o boşluk ölüler tarafından doldurulmaktadır. Öyleyse ancak o boşluğun ölülerden kurtarılması, ölülerden temizlenmesi yeni bir faile zemin hazırlayabilir. Bu da ölünün artık yalnızca ölü olduğunu, ölü olmaktan gayrı olmadığını, eğer ölü, ölü olarak sınırlandırılmazsa, korkutucu bir canavara, bir zombiye, bir vampire, bir hayalet dönüşeceğini kabul ederek/ettirerek olacaktır. Yani ölü topluluğun bir parçası olmaktan çıkarılacak, tümden dışarıya atılacak, şahitlik ve iletişim rolü elinden alınacaktır. Bu aynı zamanda Şamaniliğin yavaşça neredeyse tüm arkaik biçimleriyle ortadan kalkmasını da zaten beraberinde getirecektir. Uzatmadan söylemek gerekirse, işte ölülerin topluluktan atılmasıyla açığa çıkan bu boşluk devletin varlık nedeni ve asli toposudur ve dönüşlü bir biçimde, devlet bu boşluğu sürekli olarak ölülerden temizlemeye, ölüleri sürekli olarak yeniden öldürmeye muhtaçtır.
Bu aşamadan itibaren, ölüyle temas toplulukla temasın, onunla bütünleşmenin, Şamanın varlığında görülebileceği gibi, bir imkanıyken artık tersine, ondan ayrılmanın, onun üstünde ayrıcalıklı bir konumun, topluluktan ayrışmanın bir biçimidir ve bundandır ki kutsal ya da topluluğun hakikati, esasen kültürel varlığı ele geçirilecek bir şeye dönüşmüştür. Sevgili Hüseyin’in sözcükleriyle doğrudan söylersek “Kutsal ele geçirilecek bir şeye dönüşünce, hakikati sahiplenmek için ölülerin sustuğu/susturulduğu yerde dirilerin savaşı başlar. Ölüsünü kaybeden tanığını kaybetmiştir. Ölüler tanıklık edemediğinde, hakikat eksikliği, bu eksikliğe tanıklık edenlerin öldürülmesiyle kapatılır.” Şimdi ister Kızılbaş topluluklar için verilen Ebussuud fetvalarını düşünelim; ister Ezidiler, cümle Şia için kesilmiş IŞİD fermanlarını. Yeniden Hüseyin Kırmızı’ya kulak verirsek: “İmanın/sadakatin sahihliği başkalarının imanının geçersiz kılınmasıyla onanır” ve “kutsal, kutsal kabul edilme kudretini yitirdikçe yok etme gücünü devreye sokar.”
Sonuçta, hakikat/kutsallık/sahihlik ne dersek diyelim, paylaşım konusu, tekelleştirilebilir bir şeye dönüştükçe devlet de onu paylaştıran olarak beliriyor. Bu aynı zamanda ölüler arasında bir statü paylaşımını da beraberinde taşıyor ve devlet ölünün konumunu da belirleme hakkını eline geçiriyor. Biz, işte bu devletten talepte bulunuyoruz. Ölülerle aramıza devlet girdiği anda, daha önce aramızda olmayarak şahitlik eden ve şahitliğiyle aramızda olan ölülerden farklı olarak, yeni bir şahitlik iddiasıyla var olabilen devlet hep aramızda ve bu da bizi krize sokuyor. Krize sokuyor çünkü o da bizimle aynı kumaştan, aynı mekanda. İbn-i Haldun’un kulakları çınlasın: Her devlet ölür! Ama dört babada, ama beş babada. Merak eden, kendisi saysın; böylece Nasreddin Hoca’ya da bir selam salmış olalım. Bu kriz yalnızca bizim değil, varoluşu gereği, devletin de krizi. Çünkü devlet, ancak kendi şahitliği ve kutsalla özdeşliğini, yani esasen kendisinden gayrı topluluğun varlığından söz edilemeyeceğini, kendisinden gayrı dindar ve kendisinden gayrı kalıcı olunamayacağını, yani yalnızca kendisinin ölümsüz olduğunu gösterebilmek ve kanıtlayabilmek için, herkesin geçici ve ölümlü, yalnızca kendisinin ölümsüz olduğunu sürekli göstermeye muhtaç ki bunu da ancak herkesi öldürebileceğini sürekli göstererek yapabilir.
Kuşkusuz devlet herkesi öldürebilir ama herkesi öldürürse kendisi de öleceğinden, topluluğun dirilerini, içeriden, tek hükümferma güç olarak, hangi biçimler altında öldürülebileceklerini de ihmal etmeden, öldürülebilirlik esaslarına göre tasnif etmeye girişir ki bunun konjonktürel olduğu da açıktır. Yani topluluğun öz üyeleri, üvey üyeleri, sadıklar, hainler, itaatkarlar, asiler, dindarlar, dinsizler, az Müslümanlar, çok Müslümanlar, heterolar homolar, kadınlar, erkek olmayanlar, çocuklar, yaşlılar, çocuk ve yaşlı olmayanlar, ve ilh.
Belli ki bu ölüm çarkı varlığını yani devletin bekası aynı zamanda sürekli öldürülecek olan birilerinin, düşmanların üretimine bağlıdır. Evren Balta’nın sözleriyle söylersek, kestirmeden bu da demektir ki “suçsuzluğu ispat edilene kadar herkes suçlu, sadakatini ispat edene kadar herkes hain ve teröristtir”; ben buna Hüseyin Kırmızı desteğiyle şunu da eklemek isterim: “Müslümanlığını ispat edene kadar herkes kafirdir!” Peki ama nasıl ispat edebiliriz ki? Çok açık: Kutsalla olan mesafemizle, yakınlığımız ya da uzaklığımızla. Kutsal? Yani devlet! Yani mesafemizi ölçen de, ölçüyü geliştiren de, uygulayan da devlettir! Bu bakımdan devlet sürekli öldürerek ve öldüreceğini/öldürdüğünü sürekli dirilterek var olabilir. Bu da devlete içkin zor ya da şiddetin sürekliliğini işaret eder zaten. Ama devlet bununla yetinebilir mi? Bunlar zaten bilindik şeyler sayılmaz mı? Öyleyse bir adım daha atalım.
Devam edecek.
Bu yazı derdimartardaima.blogspot.com'dan alınmıştır.