Ölüye Saygı ve Adalet III

Ölüye Saygı ve Adalet III
Yapılması gereken, devletin ürettiği anlama karşıt, muhalif, alternatif anlamlar üretmek değil; tersine devletin toplulukların anlam üretme haklarını gasbetmesine karşı çıkmak, gerektiği hallerde devletin ürettiği anlamın içini boşaltmaktır.

Ayhan YALÇINKAYA

Bu yazı Ölüye Saygı ve Adalet II başlıklı yazıdan devam etmektedir.

4

Umarım ki bu soruya mucizevi yanıtlar vermem beklenmeyecektir. Buraya kadar, yer yer aşırı indirgeyerek, yer yer bütün zeminleri dümdüz ederek, belirli bir soyutluk düzeyinde, “devlet niçin öldürür/kaybeder/ölü bedeni parçalar/mezarlara saldırır?” vb. sorulara olabildiğince yalın ve düzlemleri ortak kesen, zaman zaman kolaj görünümlü bir yanıt üretmeye çalıştım.

Ancak ne yapmalı diye sorduğumuz anda, artık bunun karşısında konumlananlara, yani kendimize dönüp bakmanın zamanı gelmiş demektir. Bakışımızı kendimize çevirmek ise, yine bazı düzleştirmeler, indirgemeler içerse bile, esasen farklılaştırma üzerinden ilerlemek zorundadır. Yani “biz, karşısında konumlananlar, kendimiz” kimsek, bu “biz”i dağıtıcı, farklılaştırıcı bir bakışı üstlenmek zorundayız. Oysa farkındayım ki özellikle bu alanda faaliyet yürüten tüm toplumsal hareketler, aktivistler ve hatta bu meseleye ilgi duyan, kısmen kimi akademisyenler arasında bile baskın olan söylem şudur: “Acılarımızı yarıştırmayalım! Aslında aynı acının, aynı zulmün mağdurları/kurbanlarıyız. Öyleyse birleşelim, birleşe birleşe kazanabiliriz!”

Bu söylem başlı başına bir gerilimle malüldür. Şöyle ki acıların yarıştırılmaması çağrısı bir yandan her bir acının ya da acı öbeğinin özgün olduğunu, yani çoğun söylenilenin aksine “analarımızın acılarının ortak olmadığını” ima ederken, aynı zamanda bu özgünlük ölçeğinde kimsenin, kimsenin acısını bütün boyutlarıyla anlayamayacağını da söylemiş olur. Tam da böyle olduğu içindir ki bu anlama çabasının boşunalığından hareketle, acının yarıştırılmaması istenir. Yani bu ifade aslında bir ortaklığı ima etmeye niyetliyken tam da farklılığın altını çizer. Aksini düşünsek bile, kuşkusuz, birleşe birleşe kazanılacaktır, bu doğru ama acılarımızı ortaklaştırmak, aynı acı olduğunu iddia etmek, hatta buna inanmak ya da ikna olmak, bizi bu ortaklık nezdinde birleştirmeyi başarabilir mi? Ortaklığın inkara gelmez varlığı, uğradığımız zulmün görünür ortaklığı bizi birleştirmeye yeterli mi? Ya da diyelim ölü bedenlere yapılan zulme karşı bir araya geldiğimizde, içimizde birkaç Alevinin, üç beş Kürdün, bir iki Ermeninin ya da Rumun olması, birleştiğimizin kanıtı mı sayılmalı?

Türkiye gibi, emperyal bir gelenek içinden doğmuş bir ülkede, biliyoruz ki olasılıklar sınırsızdır ve her zaman en az biri eksik kalacaktır ve eksik kalan da öyle bir anda eksik kalacaktır ki “bir”in gücü “bin” olacaktır. Öyleyse belki de yapılması gereken sürekli birleşme çağrıları çıkararak, bu söylemi yeniden üreterek yeni ayrışmalar, yeni oluşumlar yaratmak değil; tersine ayrışmalar, farklılaşmalar, dağılmalar üzerinden çapraz dilleri konuşmayı öğrenerek bir araya gelmeyi önemsemektir. Şimdi kimi farklılaşmalar üzerine eğilebiliriz sanırım.

“Ne yapmalı?” sorusuna verilecek tüm yanıtları domine eden, en başta gelen faktör kuşkusuz ölülerimizi/kayıplarımızı nasıl kavradığımızdır ki buna yazının birinci bölümünde, devlet gözüyle kavradığımız saptamasıyla kısmi bir değinide bulunmuştum. Ancak bu değinin arka planında yatan şey ya da bizi devletin gözüyle görmeye zorlayan şey, esasen siyaseti, siyasallığı, siyasal mücadeleyi nasıl kavradığımızdır. Yine Evren Balta’ya başvurarak şunu en başta söyleyebiliriz: Savaş ile siyaseti birbirinden ayırmaktan vazgeçmek gerekiyor. Sanki dirilerin dünyası siyasettir de, ölen ölmüş olduğu için, artık siyasetin vahşetine maruz kalmamalıdır, onun dünyası siyasetin dışındadır gibi. Burada arkadan arkaya elbette siyasetin en burjuva, en liberal tanımının işlediği açıktır: “Siyaset bir uzlaşma sanatıdır” gibi ve ölülerle de uzlaşma zemininiz kalmamıştır. Oysa siyaset aynı zamanda bir mücadele, çatışma ve savaş sanatıdır da ve siyaseti böyle kavraması gerekenler en başta kuşkusuz, her kategoriden ezilenler olmak zorundadır. Oysa uzunca birkaç on yıldır –bütün mücadele, çatışma söylemlerine karşın ve siyaseti böyle kavrayan aktörlerin varlığına rağmen/birlikte- siyasetin bir uzlaşma, anlaşma, diyalog sanatı olduğuna ilişkin söylem baskın söylemdir. Hepimiz ağız birliği etmiş gibiyiz: “Oturup konuşalım!” Bu vurgu, elbette mücadele edenlerin, mücadele ettikleriyle tüm diyalog kapılarını kapatması anlamına gelmiyor ki bu zaten imkansız.

En şiddetli savaşlarda bile konuşmanın sürdüğü bir arka kapı vardır ama bu arka kapıyı var eden de çatışmanın kendisidir; hakim olanın lütfu değil. Hatta kimileyin savaş tam da tüm kapıları kapatan tarafa bir arka kapı açtırmak için yapılıyor olabilir. Ama arka kapının varlığı, yine de siyasetin bir diyalog ve uzlaşma sanatına indirgenmesine, bu haliyle biricikleştirilmesine vesile olmamak zorundadır. Ama ne yazık ki insanın, insanın kurdu olduğu bir dünya yaratılırken, trajik bir biçimde siyasetin uzlaşma olduğu söylemine de hız kazandırılmıştır ya da tam da insanların birbirinin kurdu olması, biraz da bu söylem sayesinde mümkün olabilmiştir. Bu en küçük birimden, en makro soruna kadar yaygınca karşımıza çıkar. Örneğin greve mi çıkılacaktır; dersler mi boykot edilecektir? “Hele durun yahu; bir işverenle konuşalım, rektörden randevu isteyelim! Müsteşara telefon edelim!” Siyaset, özel telefon görüşmelerinin, kapalı kapılar ardında birbirine ikram edilen çayların, özel e-mailleşmelerin, içeriği hiç açıklanmayan yüz yüze görüşmelerin kendisine indirgenmiş durumdadır.

Şimdi ismini anmayacağım, değerli bir hocamızın bir zamanlar söylediği bir söz vardı; genç akademisyenler sendika kurmaya ve sendikayı da gündelik-akademik hayatın bir parçası yapmaya yöneldiğinde: “Sendika itfaiye gibidir; yangın çıktığında yangına koşar, o kadar.” Şimdi, bu anlayıştan bile geriye düşmüş durumdayız. Diyelim, Balıklı Rum Hastanesi’nde yangın çıkıyor ve devlet başkanı adına açıklama yapılıyor: “Kendileri’nin talimatıyla yangın söndürülmüştür.” Yani talimat verilmese, görevi zaten yangın söndürmek olan itfaiye kılını kıpırdatmayacaktır; dahası itfaiye teşkilatı devlet başkanına değil, o şehrin belediye başkanına bağlıdır ve daha da dahası, sonunda yangın çıkan yerin azınlık temsilcileri o şehrin itfaiye teşkilatına, belediye başkanına teşekkür etmek yerine ya da onlardan önce, devlet başkanına teşekkür eder!

Sonuç olarak, siyaseti tek bir yüzüyle kavramak yerine, Maurice Duverger’nin ünlü sözüyle, Tanrı Janus gibi iki yüzlü olduğunu, bir yüzünün savaş, bir yüzünün barış olduğu; bir yüzünün geçmişe, bir yüzünün geleceğe baktığı hususunda öncelikle anlaşmalıyız.

Bu noktada savaşın, şunun ya da bunun savaşı olduğundan hareketle, birilerini siyasetin dışına atıp birilerini siyaset içi olarak kutsamaktan vazgeçmek gerekmektedir. Yani diyelim yalnızca Türk’ün savaşını daima kutsayan ve siyaset sanan bir milliyetçi, aynı savaşın şedid yüzü kendisine döndüğünde birden bire Türk’ün kutsal/siyasal savaşında ölenle, doğrudan kendi ölüsünün aslında aynı zeminde yer aldığına, ortaklığına “ayar” mı? Bu biraz gerçek dışı bir beklenti değil mi? Böylesi istenir bir sonucu yaratabilmek için öncelikle siyasetin kavranışı üstüne bir siyasal mücadele yürütmek gerekmiyor mu; yani hakim liberal, burjuva siyaset anlayışına karşı bir siyasal mücadele?

Yine Evren Balta’dan mülhem bir şekilde diyebiliriz ki savaşın yalnızca doğrudan savaşan tarafları değil, onları bir bütün olarak kuşatan tüm çevreyi de hedef aldığı açıktır. En başta da ilgili topluluğun şekillenmiş toplumsal yapısı ve sürekliliği ile bundan türeyen süreklilik duygusu, kabulü ve inancı hedef alınır. Ancak savaş toptan imhaya varırsa, bu kazanan için de risk oluşturacağı için kuralları belli bir iktidar oyununa dönüştürülmüştür ki bugün insanlık suçu dediğimiz şey de, savaşı bu iktidar oyununun sınırları içinde tutma gayretinden doğmaktadır.

Alevilerin Sivas Katliamı’nı bir suç olarak insanlık suçu saydırma mücadelelerinin de gösterdiği gibi, bir etniye, bir halka, bir topluluğa karşı işlenilen suçun insanlık suçu sayılabilmesi için bile büyük ve özverili bir mücadele gerektiğini hiç ihmal etmeden, “insanlık suçu” kavramsallaştırmasının hukuksal içerimlerini ve sonuçlarını tartışmayı hukukçulara bırakalım şimdilik; ancak şu açık ki ölülere karşı yapılan zulmün karşısında, hemen hepimizin ortak paydası, ortak keseni, hepimizi aynı düzlemde homojenleştiren, en azından benzeştiren bir söylemsel düzlem oluşturuyor insanlık suçu kavrayışı ve buradan doğru, birbirimize sesleniyoruz, birleşelim diye; “bu yapılan insanlık suçudur.” Ama gerçekten de dirimize-ölümüze yapılanlar insan olduğumuz için mi yapılıyor ki bunu seslendirip duruyoruz? Sınırları içinde altıyüz yıldır savaş bağlamında kılıç çekilmemiş, tek bir kurşun atılmamış, diyelim Çorum vilayetindeki Ermeniler Kızılırmak boylarına sürülüp suya gömülürken, insan oldukları için mi katledildiler? Ermeni olmaları dışında hangi gerekçe bunu açıklayabilir ve biz insan/insanlık üzerinden tam da bu gerekçeden kaçıyor, uzak duruyor ya da üstünü örtüyor olabilir miyiz?

Öyleyse tam burada, tam da ölüye karşı saygı ve adalet talep eden bir inisiyatif birlikte mücadeleye çağrı çıkarıyorsa şu farkla yüzleşmek zorunluluğuyla karşı karşıya gelecektir: Bırakalım dağda, ovada, düzde, şehirde öldürülen ya da mezarsız bırakılan Kürt-Türk gençlerini, sokak ortasında zırhlı araçların çarparak öldürdüğü ya da evinin önünde babasıyla öldürülüp yanına boyundan büyük, kilosundan ağır silahların konulup terörist ilan edilen çocukların ölülerini düşünelim. Bu çocuklar bile, sürekli olarak bir terör söyleminin içine dahil edilerek ölümleri meşrulaştırılmaya çalışılıyor.

Bunu da geçtik; arkadan arkaya, bu söylem açıkça dillendirilmese bile, şu zihniyetin yürüyüp gittiğini biliyoruz: “Kürt değil mi, büyüğü, küçüğü terörist! Bir çocuk eksik bir çocuk fazla, zaten terörist yetiştiriyorlar durmadan üreyerek! Büyüseydi terörist olacaktı, yılanın başı küçükken ezildi!” Dikkat edilsin, burada bir terör söylemi, ölünün Kürtlüğünden maada mutlaka cesede iliştiriliyor. İktidar “Kürttü, öldürdüm” demiyor; Kürtlüğü mutlaka terörle ya da başka bir insan-dışı, insan-altı bir sınıfa atmak için kullanılan ölçüyle ilişkilendirip, önce Kürt, sonra insan olmaktan çıkararak ölüm vesilesi olarak gösteriyor. Oysa bu coğrafyada öne çıkan üç önemli grup var ki bunların öldürülmeleri için kendileri olmaları yetiyor. Bu üç büyük grup Ermeniler, Kızılbaşlar ve LGBTİQartılar. Yine Hüseyin Kırmızı referansıyla bir İŞID halifesinin benzeri gruplara yönelik katliamları meşrulaştırırken yaptığı açıklama gibi: “Onların öldürülme sebebi, kendilerinde saklı.” Yani bu üç grubun mensuplarının öldürülmesi için hiçbir vesileye, bahaneye, mazerete gerek yok; Ermeni, Kızılbaş ve LGBTİQartı olmaları, yetiyor da artıyor bile.

Bu topluluklardan karşılıklı olarak birbirlerine yöneltilecek tüm sorular şimdilik saklı kalsın hadi. Şimdi içimizden “bunun ne önemi var ki, hepimiz nihayetinde öldürülüyoruz” gibi bir soru geçebilir ve makul bir soru gibi de kabul edilebilir. Ancak en azından şunu ihmal etmemek kaydıyla: Şu anda, ya Kürt/terörist olarak öldürülen ve ölüsünün peşinde koşan zihniyet ile Kızılbaşı Kızılbaş olmaklığıyla, LGBTİQartıyı olduğunca öldürülmeye layık gören ve hatta belki de geçmiş zamanda ya da bugünde bunu icra zihniyet arasında bir ortaklık varsa? Bu ortaklık şu an olmasa bile, ya buna maruz kalmış kesimlerin zihinlerinde buna ilişkin ciddi bir tortu varsa? Şu anda istediğimiz kadar birlik çağrıları yapalım; bu tortuları aşabilir miyiz ya da nasıl aşabiliriz? Aşamadığımız ölçüde nihayetinde kendisi olmaklığıyla öldürülmeye layık görülenler, yapacağımız her çağrıyı en iyisinden konjonktürel, en kötüsünden pragmatik çağrılar olarak okumaya devam edecektir.

Bu sorunun aşabilmek için, bu ve benzeri tortuların kalıcılığını sağlayan ve hatta yeniden üretilmesini sağlayan şeyle ve ne yazık ki bir kez daha dinle yüzleşmemiz gerekir; yüzleşecek olan da kuşkusuz Ermeninin, Kızılbaşın kendi olmaklığıyla öldürülmesini onaylayan bir dinsel anlayışla ortaklaşalık gösteren kesimlerdir; şu anda kendi ölülerinin peşlerine düşmüş olsalar bile.

Bu yüzleşme dinin bir altın çağına, sözüm ona hakiki özüne, kurucu ataların dünyasına ve sözüm ona sahih olduğu yine aynı kesimlerce kabul edilen referanslarına dayanarak ya da onların gücüne sığınarak yapılamaz. Elbette yapılabilir de bu diğerleri için bir yüzleşme olmayacak, bilinenin tekrarı olacaktır. Çünkü problem tam da referanslarla ilgilidir; bu açıklıkta dile gelmese bile. Somut olarak söylemek gerekirse, örneğin bir Ermeniye ya da LGBTİQartıya “bir gün güneş tüm mazlumların üstüne doğacaktır” demek yetmez; çünkü o güneşin doğumundan söz ediliyorsa, demek ki bir karanlıktan, geceden de söz ediliyor; karanlığın mahiyetine dair ve paydaşlığına ilişkin bu söz hiçbir vaat içermediği gibi, aynı zamanda o güneş doğduğunda, birden bire mazlumun zalim olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalabileceğimizi ve tam da birlikte eylediklerimizin bize yeniden zalim olabileceğini de içeriyor.

Yanlış ifade ediyor olmaktan olabildiğince kaçınabilmek adına daha açık bir şekilde şunu söyleme gereksinimi duyuyorum: Burada, özellikle modern Alevi hareketinin ulusalcı, sağcı, faşist kanatlarının sürekli olarak köpürtüp durduğu “İdris-i Bitlisi’den beri var olageldiği iddia edilen Kürdün Alevi düşmanlığı” bağlamından söz etmiyorum; Kürdün Kürt oluşundan da bahsetmiyorum; hele ki kendini Kürt ve Alevi sayanların varlık koşulu altında bundan söz etmediğim açıktır ama ölülerini devlete bırakmak istemeyen her aktörün, bunun için birlik çağrısı yapan her kesimin önce kendi ortodoksisiyle yüzleşmeleri gereğinden söz ediyorum. Ortodoks bir dinsellikle yüzleşmekten söz ederken de genel, total, topyekün bir yüzleşmeden değil, yalnızca konuya özel ve ölüye saygıya davetiye çıkarılırken, birlikteliğe çağrı çıkarılırken bu ortodoksiye karşı pratik-politik bir mesafelenmenin önemli olduğundan söz ediyorum. Yoksa ne benim, ne de bir başkasının örneğin Kürtlerin Şafii-Sünni Ortodoksluğuyla bir derdi olabilir; kimseyi kendi dininden çıkmaya çağırmaya kimsenin hakkı yok. Ama kimse de karşısındakinin dinine muhatap olmak ve oradan doğru ya da onun sınırları dahilinde kalan, sınır aşımına yönelmediği gibi, onu yeniden üreten çağrılarla yan yana gelmeye zorlanamaz; zorlansaydı bile gelmezdi zaten. Kestirmeden söylemek gerekirse, bir yandan Nevroz alanına LGBTİQartıları sokmaz, hatta onlara saldırırken, öbür yandan kimse “kendi şehidinin” bedeni için ortaklaşa çağrı çıkaramaz.

O zaman yeniden Neocleous’a kulak verebiliriz: Ölülerimizi devletin elinden almaya çalışırken, devletin dininin, devletin muhafazakarlığının, devletin sözde geleneğinin elinden kurtarmaya çalışırken, somut devletten bağımsız gibi kendini sunan ama nihayetinde devlet takıntısından muzdarip bu kez de başka tür bir milliyetçiliğin, başka bir gelenekselciliğin, başka tür bir dinselliğin eline teslim etmemek zorundayız. Kuşkusuz şu ya da bu kesimi özel olarak devlet takıntısıyla işaretlemek istemem; bu somut durumda kendini gösteren bir şeydir ama Ortodoks Müslümanlığın bir devlet takıntısıyla malül olduğu da malumu ilam olarak laf-ı güzaftır. Öyleyse, en azından ortak bir mücadele hattından söz edeceksek, dinsel anlamlandırma girişimleri, dinsel figürler, dinsel bağlamlar, dinsel sembollerden olabildiğince arındırılmış bir ortaklık zemini inşa etmek zorundayız kanısındayım.

Kuşkusuz dini aktörler bu alanda gerçekten büyük mücadeleler vermiş olabilirler, belki dinsel konumlarının yarattığı saygınlık avantajıyla ölülerimize dağlardan ritüele indirenler onlardır ve hiç kimse de onların emeğini, sırtlandığı yükü, yok sayamaz, hiçleyemez. Ancak unutulmaması gereken şey, dinsel konumları gereği taşıdıkları saygınlığın ve üstlendikleri rolün, bu nasıl seferber edilmiş olursa olsun, kendi toplulukları, kendi kurumlarıyla ya da örgütleriyle koşullu olduğudur. Dolayısıyla inisiyatif farklı kesimlerin kurumlarının ortak zemini olacaksa, bu zemin papaza, rahibe, hahama, rabbiye, pire/mürşite/dedeye/anaya, meleye, mollaya, şeyhe/şıha olabildiğince mesafeli olmak zorundadır.

İnisiyatif özel olarak ve ayrıca, saydığım ve saymadığım dinsel aktörleri bir araya getirerek/getirecek özel faaliyetler kuşkusuz düzenleyebilir ama bu ancak inisiyatifin etkinlik kalemlerinden biri olabilir. Aynı şekilde, varsa ilgili kurumlar da inisiyatifin bir parçası olabilir. Ancak özel olarak ortodoksinin hakikat iddiası gereği, inisiyatifin hakikatler çatışmasına sahne olabilme ihtimalini daima gözetmek gerekir. Öyleyse bir kere daha: Ne yapmalı?

Anlam üretiminden vazgeçmek, birbirimizin üzerine ölülerimizin anlamlarını yığmamak niyeti bir başlangıç olabilir. Saçma görünen bir örnek verebilirim: Bir örnek olay üzerine konuşurken benim Pe-ke-ke mi, Pe-ka-ka dememi diline dolayabilecek ve buradan söylediğim sözden çok, doğrudan bana yönelik bir anlam üretebilecek bir ortam varsa, konuşamam! Aynı şekilde, ölülerden söz ederken “şehitlik” vurgusu yapmadım, hatta bu sözü hiç kullanmadım diye salvo saldırıyla karşılaşıyorsam, konuşamam. Ya da ister kendisi seçmiş olsun, ister kendisine başka bir seçenek bırakılmadığı için olsun, fahişelik yaparken yakılarak öldürülen bir trans ölüsüyle bir Kürdün, Ermeninin, Alevinin ya da sosyalistin ölüsünü aynı değerde gördüğüm için ayıplanabileceğim, hatta suçlanabileceğim bir ortam varsa konuşamam. Özetin özeti “Onların DA insan olduğu” bir ortamda konuşamam.

Devlet, ölülere zaten anlam üreterek, toplulukların anlam üretim süreçlerine müdahale ederek el koymakta ve ölüler dünyası olan diriler dünyasında da hakimiyetini yeniden üretmektedir. Buna karşı yapılması gereken şey, temel siyasal mücadele konusu ya da nesnesi olarak devletin ürettiği anlama karşıt, muhalif, alternatif anlamlar üretmek değil; tersine devletin toplulukların anlam üretme haklarını gasbetmesine karşı çıkmak, anlamı topluluklara terk etmek, gerektiği hallerde devletin ürettiği anlamın içini boşaltmaktır.

Sorunu biraz daha açabilmek için şehitlik terimi üzerinden ilerleyebiliriz: Devlet için şehitlik bellidir; doğrudan kendi otoritesi tarafından güvence altına alınmış, atanmış, çoğun maaşa bağlanmış bir statüden söz ediyoruz. Maden katliamında öldürülenler de şehittir; açık çatışmada ölen askerler de şehittir. Burada şehitliğin biricik ölçüsü devletin kutsal olarak kendisinin çizdiği sınırdır ve bu da değişkendir zaten.

Devlet, daha önce andığım bir sözü yeniden anarsam eğer “Ölü mü denir şimdi onlara?” diye bize seslenirken, belki verilecek tek yanıt vardır: “Ölü denir şimdi onlara!” Peki, devletten yolumuzu ayıralım, Ortodoks dinsellik için de şehitlik bellidir aşağı yukarı. Cihatla ilişkilidir bu ama cihadın kimlere karşı yapılacağı, kimlerin bu kapsamda öldürülebilir olduğu ya da olmadığı ayrı bir konu şimdilik. Cihat içinde ölene sunulan şehitlik mertebesi aynı zamanda ilgili dinin peygamberiyle cennette yakınlık tesis etmekte, en azından bir cennet vaadiyle garanti altına alınmaktadır. Bir başka dinsel anlayış, diyelim Aleviler ise tarihsel varoluş biçimleriyle Hz. Hüseyin ve yoldaşları dışında şehit tanımaz. Bu şehitliği güvence altına alan, bir vaade bağlayan herhangi bir unsur da yoktur; bu şehit yalnızca bu zalim dünyanın aşılması gerektiğini göstermeye şahittir; dünyaya/devlete teslim edilen dinin, din olmadığına şahittir. Bir de sosyalistlerin şehitleri var. Bunu da yine Sevgili Hüseyin Kırmızı referansıyla Eagleton’dan aktarabiliriz. ‘Devrimci özne dünyayı kendinden mahrum kılarak en esaslı kopuşu gerçekleştirir. Hem kendini yeniden yaratır, hem dünyanın yeni bir doğuşa muhtaç olduğunu gösterir. Devrimci şehidin ölerek doğması yeniden diriliş güvencesiyle sözleşme konusu değildir. Güvenilir bir temele, diriliş vaadine, herhangi bir otoritenin güvencesine sahip olmamaktadır bütün gücü. Kendisi aşılması gereken dünyayı gösterir ama aşıldığında o dünyada ya da cennette kendisinin olmayacağını bilir.’ Şimdi, bunu “kaldırabilecek” ve tam da bu yüzden “ölüme düşman olmayan” bir ortodoksiden söz edebilir miyiz? Dikkat edilirse ilk iki şehitlik anlayışı –aynı olmamakla birlikte- kendi içinde ortak bir zemine, son iki anlayış da kendi içinde yine ortak bir zemine sahiptir.

Bu uzun açıklamaların bizi götürdüğü en az iki yer olmalıdır: Acıları yarıştırmamak, anlamları yarıştırmamak, anlamdan uzak durmak söz konusuysa manidar olabilir ve daha önemlisi, ölülerin haklarını savunmak için bizim ölü bir dile ihtiyacımız var demektir: kimsenin sahiplenemeyeceği, kendi kendisini konuşan/konuşturan; bunun için Arabi, Farisi, Kürdi, Türki, Zazaki olmayan bir kuş diline; ölü bir kuşun diline; bunun için de sanırım “yeni bir dil öğrenmeye çalışırken üstümüze çöken geçmiş kuşakların yükü”ne karşı mesafelenmemiz, hatta ölülerin ürettiği yoğunlaştırılmış acıya karşı mesafelenmemiz, dilimizin sürekli “eski dilden sözcükler aramasına”, devşirmesine karşı tetikte olmamız gerekir.

Ölülere ilişkin talep ve mücadeleyi devlete alternatif/karşıt bile olsa, anlam üzerinden yürüttüğümüz sürece, tanık olduğumuz kimi örnekleri gözetirsek, kaçınılmaz sonuç acının giderek hiç kimsenin, ölünün arkada bıraktıkları dahil, hiç kimsenin katlanamayacağı/kaldıramayacağı ölçüde yoğunlaşmasıdır. Yine en azından gözleyebildiğim kadarıyla, bu yoğunlaşmayla–tuhaf tınladığının farkındayım ama- ancak aşırı politizasyon içinden/sayesinde baş edilebilir. Acı yoğunlaşması ve buna bağlı aşırı politizasyonun bizi karşı karşıya bırakabileceği iki olası risk olabilir: Bunların inisiyatife taşmasıyla birlikte, acının baş edilmez kudretiyle, kendisinden başka her şeyi saha dışına itebilmesi ki bu inisiyatif gibi birliktelik/ortaklık iddiasında olan platformları konuyla ilgili halihazırda büyük bedeller ödeyerek faaliyet yürüten bir dernek/örgütlenme olmakla sınırlandırır ki kısa sürede platform ortaklık zemini olmaktan çıkar. İkincisi, acının taşma kudreti, dışa yöneldiğinde, kendisini seyreltebilmek, yükü paylaştırabilmek adına, acının ortağı olmayan tüm kesimlerin vicdanlarına, sağduyusuna, analık gibi kültürel olduğu unutulan biyolojik ortaklıklara; acıdan sorumlu olanlara dönük olarak da nedamete, özüre, bağışlanma talep etmelerine, yüzleşmeye dönük çağrılarla alanı sınırlandırır. Burada açıktır ki ölülere zulmün devam ettiği, hali hazırda kesileceğine dair hiçbir işaretin olmadığı gibi, artarak devam edeceğine ilişkin bütün emarelerin var olduğu bir ülkede, bu zulümden sorumlu olanlara yapılan çağrının hiçbir karşılığının olmadığı/olamayacağı açıktır; bu ancak sürecin bu haliyle kapanmasından sonra anlamlı olabilir. Doğrudan sorumlu olmayan ama belli ortaklıklar içinde olduğumuz varsayılan kesimlere yapılan çağrı ise, bizi yalnızca onların ötekisi olarak kurmak ya da işaretlemekten başka hiçbir anlam taşımayacaktır. Oysa ölüler için mücadele ediyorsak, en az sürekli geri dönen ölüler kadar özneleşmeyi becermek zorundayız.

Gökçen Alpkaya referansıyla, Özkan Ağtaş’a kulak verirsek ‘her özneleşme deneyimi aslında iktidarı tehdit eder. Ötekilikten çıkma deneyimi tehditkardır.’ Muktedirin ya da çoğunluğun ötekisi olmaktan çıkmak, mazlum ve mağdur olmaktan çıkmak, kurban ve şehit olmaktan çıkmak: Kendisi olmak diyebileceğimiz şey ola ki başkaları için oldukça kendisi olmaktan, başkaları için olmak da kendimiz olmaktan gayrı değildir. Peki ama öyleyse ne isteyeceğiz? Zalimden de, susarak bile olsa buna ortak olanlardan da, kendimizle ortak saydığımız kesimlerden de?

Bu sorunun varlığı bile, öncelikle nesne ya da konu üzerinde, hatta buradan doğru Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi adlandırması üstünde bile, belli bir ortaklığa ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Buraya kadar yaklaşımımdan az çok çıkarsanabileceğini umduğum gibi, kişisel olarak ölüye karşı herhangi bir saygı, ne de adalet beklentisi içinde olabileceğim açık. Saygı daima bir anlamla ve beraberinde saygısızlığı taşıyarak gelir. İçi boş bir saygı ya da saygısızlıktan söz edilemez; kendisini bir değer olarak kurdukça ki çoğun saygısızlık kendini saygı olarak da takdim edebilir. Örneğin, Yahudilerin çukurlara doldurulup öldürüldüğünü görmezden gelip, Peygamber Yahudi cenazesi geçerken BİLE ayağa kalkıp saygı gösterirdi demek, saygı örneği sayılmayacaksa eğer. Kaldı ki ölen hiçbir yere gitmediğine, göre, bu dünyanın parçası olduğuna göre, saygı ya da saygısızlık öte dünyadan devşirilecek ölçülere göre de yapılamaz kanısındayım. “Ölen nasıl olsa öldü, öyleyse hesabı artık Tanrı’yladır” deyip cenazesinde saf tutarak “hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusuna verilecek yanıt “helal ediyoruz” ise bunu savunmayacağım da açık; çünkü başlı başına bu yanıt onu siyasalın dışına atıyor ve eğer Kenan Evren’e “helal olmalı”, Diyarbakır işkencecilerine, maden ocağı patronlarına “helal olmalı” ise, bu helalleşme onları hesap vermekten de azade kılıyor. Bunu isteyebilir miyiz?

Belki bu bakımdan Alevilerden öğrenecek bir şeyimiz olabilir; dar cemi, dardan indirme ritüelinde olduğu gibi, ölenin ardından hakkını derhal helal etmek yerine, belirli bir süre sonra öleni ve tüm tarafları topluluğun huzurunda dara çıkarmak ve hesabını bu dünyada görmek! Öyleyse, kestirmeden saygı talebinden vazgeçmeyi öneriyorum; bunun inisiyatif adından çıkarılmasını da. Saygıdan vazgeçeceksek, talep edeceğimiz bir diğer şey, şimdilik adalet de olmayacaktır; çok açık. Öyleyse ne isteyeceğiz, neyin üzerinde ortaklaşacağız? Siyasetin hayatta kalmaya, çıplak yaşama döndüğü yerde ne istenirse onu istiyor olmalıyız; ölümü, tek bir kemiği bile kalmışsa o kemikle ölüyü, paramparça edilmiş mezar taşının kırıntısı kalmışsa onu, kaldırıma gömülmüşse kaldırımı, kireç kuyularını, suları…ölümü/ölüyü isteyerek hayatı/kendi dirimimizi ister hale gelebiliriz ancak. Bu soyutluktan çıkarak soralım bir daha: Bunu nasıl isteyebiliriz ki?

İşte bu soru iki şeyi birden içermektedir. İlki, bir araya geliş formu olarak nasıl bir yola gidileceği; ikincisi ne tür yöntemler ya da eylemlerle bu talebin dillendirilebileceği ya da kamunun sorunu haline getirilebileceği. Bu iki sorunun aynı zamanda İstanbul’daki konferansı düzenleyen Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin temel sorunları olduğu da açık.

Kolay gibi görünenden, ilkinden başlarsak eğer; iki yıla yakındır elektronik buluşma ortamlarında ve kimi kısmi, kimi yüz yüze bir araya gelişlerle faaliyetini sürdüren inisiyatif belli ki kendini bir yol ağzında hissediyor. Olduğu haliyle devam etmek ya da kurumsallaşmak. Ancak burada sorun kurumsallaşmanın tüzel kişilik kazanmakla ilgisinin olup olmadığı. İnisiyatifin bir derneğe ya da vakıfa dönüşerek tüzel kişilik kazanmasıyla elde edeceği herhangi bir avantaj söz konusu mu? Eğer inisiyatif içinde halihazırda zaten tüzel kişiliğe sahip kimi kuruluşlar var ise –ki var- yeni bir tüzel kişiliğin kazandıracağı herhangi bir avantaj da yok. Yeni bir tüzel kişilik kazanılması yalnızca bu alanda zaten hali hazırda büyük özveriyle faaliyet gösteren kuruluşlara bir yenisinin daha eklenmesinden başka bir anlam taşımayacaktır ki o da bir süre sonra, örneğin -mevcut tüzel kişiliklerin terörizasyon ve marjinalizasyon gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kaldığını varsayıyorsak- aynı sorunlarla baş başa kalacaktır.

Şimdiye değin bu alanda iki ayrı kurumsallaşma örneğiyle karşı karşıya kaldığımız açık. Bunlardan ilki Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri gibi oluşumlar ki herhangi bir tüzel kişiliğe sahip değiller ama artık kurumsal varlıklarından söz edilebilir haldeler. Bir de bu alanda mücadele eden tüzel kişilik sahibi örgütler var: MEB-YADER, AN-YAKAYDER gibi ya da daha ulusal çapta tanınan İHD, ÖHD, ÇHD, THİV, TOHAV gibi. Ayrıca bunlara konuyla ilgili hassasiyetleri ölçeğinde kimi odaları, meslek birliklerini de ekleyebiliriz. Bunların dışında çocuklara/ çocuk ölülere, kadınlara, LGBTİQartılara, azınlık dinsel ve etnik gruplara ve bu kesimlerin ölülerine yönelik zalimane eylemlerle ve tasarruflarla mücadele eden kurum ve kuruluşlar da asla unutulmamalı Soru şu: İnisiyatif benzer biçimde bir tüzel kişilik kazanacaksa, sayılanlardan farklı ne yapacaktır? Ya da tüzel kişilik kazanması halinde, sayılanların tüzel kişilikleriyle yapamadığı neleri yapabilecektir ki tüzel bir kişiliğe ihtiyaç duysun? Bu yalnızca işlev/rol üzerinden bir soru.

Kaldı ki adı geçen konferansın forum bölümünde Ali Duran Topuz’un da işaret ettiği gibi, kurumsallaşmanın yeni bir tüzel kişilik olarak anlaşılmasının yaratabileceği bürokratikleşmeden, otoriterleşmeye kadar uzanabilen kimi yan etkilerin yuvası olma ihtimali de göz önüne alınmalı. Kurumsallaşma gereksinimi karşısında Cumartesi ve Barış Anneleri oluşumları daha kayda değer örnekler olarak düşünülmeli. Ancak bu oluşumların belirli bir eylem biçiminden doğduğu ve sürdüğü açık ki bu da, onlar açısından değil ama inisiyatif açısından bir kısıt oluşturuyor. Eğer inisiyatifin amacı, ortaklık temelli bir kapsayıcılık olacaksa, acele etmeden, bütün kurumlarla/oluşumlarla yüz yüze toplantılar düzenleyerek, ilgili olabilecek her muhataba konuyla ilgili sunumlar yaparak ve onları tartışmaya çekerek bir platform, bir röle istasyonu, toplayıcı ve dağıtıcı bir merkez, ortaklaştırılmış kendi işleyiş kuralları, çalışma disiplini, sınırlı sayıda çalışanı olan, esasen eşgüdümsel, saydamlık ve katılımcılık temelli bir platform olarak kurumsallaşmaya doğru evrilmesi bana doğru görünüyor.

Asıl yanıtlanması zor görünen kısım ise, ikinci kısım. Hangi eylemler, girişimler, edimler, hangi mücadele araçlarıyla yol alınabilir ya da alınmalı? Bu soruya verilecek hukuki referanslı yanıtları hemen geçebiliriz. (Ayrıca cezaevlerinde sürdürülen kimi mücadele yöntemlerini paranteze aldığımı belirtmeliyim.) Gerçekten de inisiyatif de, diğer kurumların yaptığı gibi, elbette çeşitli araçlar eliyle ya da tüzel kişilik kazanırsa doğrudan, konuyla ilgili hukuk mücadelesinin bir tarafı olacaktır, olmalıdır. Ancak hukuksal mücadelenin esasen siyasal mücadelenin kendisine özdeş sayılamayacağı, siyasal mücadelenin bununla sınırlanamayacağı kaydı altında. Benzer bir biçimde, siyasal mücadelenin de sokağı dışlamamak temel koşulu altında, sokak görünürlüğüne ilişkin eylemlere indirgenmemesi gerektiği de açık. Bugün yaygınlıkla siyasal mücadele denildiğinde üçlü bir paket anlaşılmaktadır: hukuki süreçlerin takibi ve adliye önlerinde basın açıklamaları; çok sınırlı da olsa sokak görünürlük eylemleri, sokak basın açıklamaları, oturma eylemleri ve nihayet medya ile sosyal medya görünürlüğüne dönük çabalar. Bunların tümü elbette saygıya değer, özverili çabaların ürünü ve sürekli daha fazla özveri gerektiriyor.

Siyasal mücadele söz konusu edildiğinde giderek unutulmakta olduğunu söylemek zorunda kaldığım, andığım bu paketin tüm içeriğini yatay olarak kesen/kesmesi gereken bir boyut var. Siyasal mücadele esasen sembolik ve performatif bir mücadeledir de. Yapılması düşünülen, yapılacak her eylem bu boyutuyla da mutlaka göz önünde tutulmalıdır. Sade örneklerle açmaya çalışayım: Örneğin bir basın açıklaması yapmayı planlıyoruz ve yapıyoruz. Ama o da ne? Okunacak açıklama yalnızca bir iki kopya basılmış, orada bulunmasını umduğumuz basın mensupları bile düşünülmemiş; orada okunup –o da polis izin verirse-geçiliyor. Oysa o açıklama diyelim en az yüz kopya basılmalı, açıklama öncesinde-sırasında ve sonrasında –mümkünse- hemen o yerde dolaşıma sokulmalı ya da diyelim, açıklamanın özü kuşlama tekniğiyle hazırlanarak “uçurulmalı.” Bu pek basit geldi değil mi? Peki basın açıklamalarının kimi performatif eylemlerle, hatta sanatsal gösterilerle zenginleştirilmesi gerektiğine ne dersiniz? Bu da mı olmadı?

Diyarbakır’dan örnek vereyim. Hatırlanacağı gibi Diyarbakır’da bir sergi açılmıştı. Ahmet Güneştekin’in “Hafıza Odası” adlı sergisi. Diyarbakır’da hala ölümler/kayıplar/ölüye saldırılar sürerken halay çekerek kutlanan bu sergi büyük bir tepkiyi de beraberinde getirdi. Hatta kimi gençler birkaç temsili tabutu Surlardan aşağı attılar ve üstüne üstlük bir de, Ertuğrul Özkök değil de, o gençler vandallıkla suçlandı. Tabutları atmak da bir performanstır kuşkusuz ama onun yerine şu yapılsaydı, ne olurdu acaba: Her bir tabutun üstüne gerçekten katledilmiş ya da kaybedilmiş birinin adını ve belki upuzun, belki kısacık özgeçmişini Öldürülen…. diye yazıp, hemen altında da KATİLİN SUÇ ORTAĞI ERTUĞRUL ÖZKÖK ya da Abdülkadir Selvi, Mehmet Barlas, artık kimi layık görüyorsa ilgili taraf onun adını ve kısa/uzun (diğerinin tersi) özgeçmişini içeren ya da bunu hiç içermeyip “öldürülen” bu yazısının altında o sergide halaya duranların fotoğrafının yer aldığı kağıtlar yapıştırmak ve nihayet bir tabuta da ölenin kimliği yerine “Sizin tabutunuz” ve aynı biçimde katiliniz de şu diyen bir yazı yapıştırıvermek? Benzer bir biçimde, yanılmıyorsam yakında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Kültür Yolu Festivalleri kapsamında bir festival de Diyarbakır’da, hem de onlarca kişiye mezar olan Sur’da yapılacak.

Yine haklı olarak, özellikle anneler tepki gösteriyor, orada bizim çocuklarımızın kemikleri duruyor hala, biz çocuklarımızın kemiklerini çöplüklerden topladık diye ve tüm duyarlı Diyarbakır halkını protestoya ve festivale katılmamaya çağırıyorlar. Çağırıyorlar ki Ahmet Güneştekin’in sergisinde olduğu gibi, ölülerin üstünde halay tepilmesin! Ama biliyoruz ki festival yapılacak. O halde buna karşı bu açıklamayla mı yetinmeli, Sur’a gitmeme, Sur’u, ölülerin mezarlarını onlara mı terk etmeli, Sur’un kendisi devasa bir mezarlığa dönüşmüşken? Yoksa festivale gidip sembolik, yaratıcı, performatif eylemler mi tasarlamalı; mümkün olduğunca iktidar şebekesini gafil avlayacak, ne olduğunu anlamlandıramayacak ve olabildiğince kimsenin burnunun kanamasına neden olmayacak kimi sembolik eylemler? Unutulmamalıdır ki her gün sosyal medyada birden çok yaratıcı performansa tanıklık ediyoruz ama bu da bir yana, arkamızda Gezi gibi devasa bir birikim var; yeter ki biz o birikimin tam burada da işe yarayabileceğine ilişkin bir yaklaşıma kendimizi hazır edebilelim ve kendi kutsallarımızın bu yaratıcılığın önünü kesmesine izin vermeyelim. Bu örnekler çoğaltılabilir; şu an ben yalnızca derdimi anlatabilmek için, aklıma ilk gelen kimi şeylerden söz ediyorum.

Son bir iki örnek daha vereyim: Kilyos’ta kaldırıma gömülen ölüleri biliyoruz. Bunu ölüye yönelik saygısızlık ve zalimane edim örneği saymayacak kimse yoktur ama inisiyatif enerjisini bu zulmü yapanları saygıya davet ederek, bunun zalimane olduğuna birilerini ikna etmeye çalışarak mı kullanmalı, yoksa Kilyos’ta, o lanet olası kaldırımı ölülerin düzenli yas ve ritüel mekanına dönüştürmek yönünde mi? Son bir örnek: Adli Tıp mevzuatında güvenlik gerekçesiyle ölülere el konulabileceğine değin bir değişiklik yapıldığını da biliyoruz. Öyleyse ölülerin mezar yeri ya Adli tıp kurumlarının önü ya ona el koyan mülki idare makamlarıdır. Bu durumda buraların bizler için mezarlık olduğunu gösterebilecek, stigmatize edecek performslar düşünülmemeli mi? Bunun önündeki engel nedir –koşullar, güçsüzlüğümüz, örgütsüzlüğümüz baki kalmak üzere- ölülerimizi sarıp sarmaladığımız ve aslında devletin kutsallığından pay alan ve onun ortağı olan kendi kutsallıklarımız dışında?

Nihayetinde inisiyatiften kamu gücünün yerine geçip sorunları çözmesini beklemiyoruz. İnisiyatif kamu gücü olarak kendini takdim eden ve kamunun bütün idrak ve nefes yolları tıkanmışken, kamu adıyla kendini tescil ettirmeye kalkan gücün karşısında bir başka kamunun varlığını işaret etmeye çalışıyor elbette ama en başta kendisinin de sürekli hatırlamak zorunda olduğu şey, ölülerin de bu kamunun asli, vazgeçilmez, zorunlu paydaşları olduğu. Bu da ölülerin sadece ölü olmaklıklarıyla değil, ölü-canlılar olarak gündelik hayatın parçası kılınmalarına dönük sarf edilecek emekle mümkün olabilir ancak. Yani ölüler sadece devlete ya da dine teslim edilemeyeceği gibi, sadece yasın/ritüelin süreçleri içinde de hapsedilmemelidir.

Buradan hareketle, ölülere kulak verdiğimizde, bazılarımıza elbette yas/ritüel sürecinin kimi birimlerinin yeniden politizasyonu yoluyla dinin/kutsallığın ele geçirilebileceğini fısıldadıklarını duyabiliriz. Ancak bunun bizi götürebileceği yerin yine devlet takıntısından öte olmadığı kanısındayım. Başka bazı ölüler ise, bize belki de politikanın kendini politika olarak sunabildiği kutsallığın ele geçirilmesiyle, kendini aynı anda din olarak sunabilmek için gerekli hava yolunun kesilebileceğini, böylece dinin yeniden politika olarak nefes alabileceğini söyleyebilecektir. Neyi söyleyeceklerini bilmiyoruz; çünkü ölülerimize kulak vermiyoruz aslında; çünkü onlardan korkuyoruz ve korkumuz da, devletin korkusu gibi, onunla ortak; dahası unuttuğumuz, hiç öğrenemediğimiz bir dilde konuşuyorlar. Burada benim yapmaya çalıştığım şey bilmediğim, anlamadığım bir dili tercüme etmek iddiası değil. Hele de arkasına bunca acı ve zulüm yükünün yığıldığı bir sorun alanında benim ne konuşabilmem, ne de tercüme edebilmem mümkün.

Sadece benim mi? Belki hepimizin karşı karşıya olduğu bir olanaksızlık bu ve biz belki de yeni yeni ölünün dilinin seslerini çıkarmaya, harflerini öğrenmeye ve birbirine çatmaya uğraşıyoruz, dilimiz hep bildiğimiz dillere doğru kaçma eğilimindeyken. Bu yüzden de birbirimizi incitiyoruz, buna ne şüphe. Bu vesileyle bu derleme toplama işinde kırıp döktüğüm varsa, özellikle acıyı doğrudan yaşayanlar, bu alanın hizmetkarları….kendilerinden içtenlikle özür diliyorum. Ait olduğum toplulukta bir söz vardır; “döktüğün varsa doldur, ağlattığın varsa güldür; ama kırma gönül şisesini/yapan bulunmaz, bulunmaz.” Umarım bu yazı döktüğümün dolmaya, ağlattığımın gülmeye kaleme alındığını gösterebile. Gönül kırılmış ise…Kabe yıkılmış demektir.

Bu yazı https://derdimartardaima.blogspot.com/2022/10/oluye-sayg-ve-adalet-iii.html alınmıştır.

Öne Çıkanlar