Pahalıya mal olan bir pragmatizm ve beklenmedik altüst oluşlar
Emrah CİLASUN *
Geçtiğimiz günlerde Kıbrıs Postası’ndaki köşesinde Muhittin Tolga Özsağlam, “Münih’ten Lefkoşa’ya bir suikast hikayesi...” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 1972’de Münih Olimpiyatları’na katılan İsrail kafilesine mensup 11 kişi, Filistinli “Kara Eylül” hareketi tarafından rehin alınmış, İsrail ve Batı Alman hükümetince talepleri yerine getirilmeyip, kendilerine karşı bir operasyonun hazırlanmakta olduğunu fark edince de tüm rehineleri öldürmüşlerdi.
Dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir ve Savunma Bakanı Moşe Dayan gerekli emirleri vererek, “Tanrının Gazabı Harekatı” için düğmeye basmışlardı. Bu harekatın kapsamı intikam içermekteydi ve seçilmiş MOSSAD ajanları FKÖ’nün Avrupa’daki yetkililerine suikastlar düzenleyeceklerdi. Yönetmen Steven Spielberg, 2005’de Hollywood tadında tüm bunları anlatan bir film yapacak ve adını “Münih” koyacaktı. İşte Özsağlam yazısında, bu yaşananların bir özetini yaptıktan sonra “Münih” filmine de konu olan Lefkoşa’da FKÖ’nün temsilcisi Hüseyin el-Başir’in öldürülmesinin üzerinde duracaktı.
Bilen bilir. Yıllardır 1968 Gençlik Hareketi ve bilhassa İbrahim Kaypakkaya’nın kurduğu ekole dair bir dizi araştırma yaptım. Kitap yazdım, belgesel yaptım ve hatta bir fotoğraf albümü dahi yayınladım. Velhasıl Özsağlam’ın makalesini okuyunca, bir kez daha bütün bu olaylar zincirinin ve hatta daha da fazlasının bir başka boyutla (Türkiye Devrimci Hareketi açısından) ele alınıp anlatılması gerektiğini fark ettim. Neden mi? Anlatayım…
Spielberg’in “Münih” filmini defalarca seyrettim. Filmde, İsrail komandolarının Lübnan’daki bir Filistin askeri eğitim kampına yaptığı amfibi baskın sahnesi var. Aslında bu baskın, Trablusşam yakınlarında Kara Eylül Hareketi'ne ait Nahr-el Bared kampına yapılan baskındır. Münih Olimpiyat baskınına bir misilleme olarak İsrail komandoları, 21 Şubat 1973’te, gece yarısı düzenledikleri bir operasyonla bu kampta bulunan 8 Türkiyeli devrimciyi katletmişlerdi. Bora Gözen, Kerim Öztürk, Cafer Topçu, Ali Kiraz, Gürol İlban, Şükrü Öktü, Ahmet Özdemir ve Yücel Özbek, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’ne (TİİKP) ya da yaygın bilinen adıyla “Aydınlık” veya “Şafak” grubuna mensuplardı. Yine bu örgütten olan Ali Ergun, Hüseyin Tüysüz yaralı kurtulup, kaçmayı başaracak ama Faik Bulut ise yaralı yakalanıp, 7 sene İsrail hapishanelerinde tutsak kalacaktı. Ancak bu operasyon sadece bir baskınla sınırlı kalmayacak aynı zamanda birden fazla istihbaratın ortak koordineli takibatıyla İsviçre ve Almanya’ya da sıçrayacak ve tesadüfen TİİKP’in Avrupa örgütlenmesinin içeriden çökmesine neden olacaktı.
Her hikayenin bir evveliyatı olduğu için müsaadenizle biraz gerilere gitmeme izin veriniz.
NİSAN 1971, ANKARA TOPLANTISI
1969’da kurulan TİİKP’in, Moskova-Pekin çatışmasındaki ikircikliği, Kemalizm tutuculuğu, Kürt Milli Meselesi’ndeki şovenistliği, devrimin yoluna ilişkin izlediği darbeci-parlamenterist karışımı siyaseti, 1970’lerin başında, dünya ve Türkiye’de keskinleşen çelişkilerle birlikte, devrimci kadrolar arasında büyük bir infiali de beraberinde getirmişti.
Bilhassa Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK) içinde, başını İbrahim Kaypakkaya’nın çektiği bir kanat, “parti önderliği”ni “revizyonist” olmakla suçluyordu. Örgüt içi “iktidar” ve “muhalefet”, kadroların önünde ilk ve son kez 12 Mart 1971 muhtırasından bir ay sonra Nisan’da, Ankara’da Dil Tarih’in bir amfisinde bir araya geldi. Geldi ama bir tarafta “İktidar” tarafından “dogmatik” olmakla itham edilen “muhalefet”, beri tarafta ise “muhalefet”in “revizyonist”, “darbe heveslisi” olmakla suçladığı “iktidar” herhangi bir neticeye varmaksızın toplantıyı sonlandırdı.
1972 BÖLÜNMESİ
Tabii ki örgüt içinde sular durulmamıştı. İbrahim Kaypakkaya, kendi öngördüğü devrim stratejisi doğrultusunda, faaliyet yürüttüğü “Doğu Anadolu"da hummalı bir hazırlığa başlamıştı. Bir taraftan Dersim, Malatya, Antep, Maraş, Urfa (Siverek/Viranşehir), Diyarbakır’da yoksul köylüleri, öğretmenleri ve öğrenci gençliği örgütlemeye çalışırken, bir diğer taraftan da o ana kadar Filistin kamplarında bulunan devrimcilere saflarına katılmaları için çağrıda bulunuyor hem de kimi kadroları fizibilite raporu vermeleri için Hakkari bölgesine yolluyordu.
Bu arada örgüt içindeki çelişkiler Nisan 1972’ye gelindiğinde artık bir ayrılığı zorunlu kılacaktı. Neticede TİİKP’in bilhassa Doğu Anadolu’daki kadro ve sempatizanlarının kahir ekseriyeti Kaypakkaya’nın saflarında yer alacaktı. DABK’ın genel sekreteri ve aynı zamanda Merkez Komitesi’nin de üyesi olan Bora Gözen ve birkaç taraftar, Doğu Perinçek’in liderliğindeki “iktidar” tarafında kalacaktı.
BİR TAŞ, İKİ KUŞ
TİİKP ciddi bir krizle karşı karşıyaydı. Bir tarafta art arda gelen yakalanmalar beri tarafta Kaypakkaya ve arkadaşlarının ayrılmalarına rağmen geride bıraktıkları basınç, örgüt önderliğinin pragmatistçe kararlar almasına neden oluyordu. 12 Mart sonrası Filistin’e kadro yollama bu aşamada gündeme geliyordu. Evet, daha evvel de Filistin’e çok sayıda kadro yollanmıştı ama bunların bir kısmı Kaypakkaya’ya katılmış ve Türkiye’ye dönmüş, diğer bir kısmı ise örgütle bağlarını koparmıştı.
İşte bu ortamda, Merkez Komitesi üyesi Bora Gözen’in sorumluluğu altında Lübnan’da, Avrupa’dan ve Türkiye’den gelen kadrolarla yeniden bir kamp ortamının oluşturulması fikri doğuyordu. Bu durumda hem Türkiye’de barınamayacak durumda olan kadroların görece güvende olmaları sağlanacaktı hem de örgüt içinde, “önderliğin hiç de pasifist olmadığı” ispatlanacaktı. Böylece bir taşla (pragmatizmle) iki kuş vurulacaktı.
BEYRUT, HAYALLER VE GERÇEKLER…
Tabii olaylar beklendiği gibi gitmedi. Peş peşe yakalanmaların ardından 24 Mayıs 1972’de Merkez Komitesi’nin geride kalan üyeleri Doğu Perinçek ve Halil Berktay da Ankara’da yakalandılar. Bora Gözen ve arkadaşları peyderpey Suriye üzerinden, Avrupa’dan gidenler de Kıbrıs üzerinden Lübnan’a (Beyrut’a) vardılar. Burada onları zorlu günler bekliyordu. Zira ortalıkta hazır bir kamp ve işler halde bir TİİKP örgütlenmesi yoktu. Bir evvelki grup çoktan dağılmıştı. Örgütten ayrılmış, bir şekilde hala Beyrut’ta bulunan ve yurt dışına çıkmaya çalışanlar ise geçmişin yüzü suyu hürmetine, eski yol arkadaşlarının barınma, Filistinli gruplarla ilişki kurma gibi sorunlarına yardımcı oluyorlardı.
Dönemin tanıklarından Melek Ulagay’ın anlattıklarına bakılırsa bu konuda kendilerine en fazla yardım eden de ileride, “Ortadoğu uzmanı gazeteci”, “Özal Danışmanı” olarak bilinecek, “Irak Savaşı’nın Mimarı” ve “IMF’nin Başkanı” Paul Wolfowitz’in “arkadaşı” olmakla övünecek Cengiz Çandar’dı. Gelenler, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nden El Fetih’e kadar bir dizi örgütle ilişki kurdular. Ancak ilk etapta bir mülteci kampına yerleşebildiler. (Ulagay, Bir Dönem İki Kadın, 243) Velhasıl, yeni gelenler sükutu hayale uğramışlardı.
GÖZLER İKİ NUMARANIN ÜZERİNDE
Tabii esas önemli olan, örgütün “iki numarası” olarak bilinen ve 1971 sonbaharından beri Almanya’da bulunan Özerturgut’la irtibatın sağlanmasıydı.[1]
O yıllarda TİİKP, Batı Avrupa’da Türkiyeli öğrenci ve işçilerin arasında hatırı sayılır bir örgütlenmeye sahipti. Bilhassa Almanya Türkiyeli Öğrenciler Federasyonu (ATÖF), tıpkı İranlı öğrencilerin örgütü CISNU, Filistinli öğrencilerin örgütü GUPS gibi Batı Alman devletinin dikkatlerini üzerine çekmeye başlamıştı. Özerturgut, örgütün Avrupa ile Türkiye arasında yaşadığı bu asimetrinin farkındaydı. Türkiye’de örgütün içinden geçmekte olduğu buhranı alt kadrolardan itinayla saklamasının bir nedeni de buydu. Yurtdışı kadrolarının kahir ekseriyetinin iç tartışmalardan, İbrahim Kaypakkaya’dan ve onun eleştirilerinden, Nisan 1972’den beri ayrılıp gittiğinden, hatta Kaypakkaya’nın bilhassa, “benim de eleştirilerim var” diyen Özerturgut’u, “Şafak Revizyoniminin Yeni Bir Çeşidi: Mülteci revizyonizmi” diye adlandırdığından haberleri dahi yoktu.
Fakat kadrolar bir şeylerin iyi gitmediğinin farkındaydılar ve örgütlerinin 12 Martçılara karşı güçlü bir karşı koyuşuna sadece tanık değil aynı zamanda dahil de olmak istiyorlardı. Parti başkanının ve geri kalan Merkez Komite üyelerinin yakalandığı, örgütün işlemez hale geldiği, başa bela olan “muhaalefet”in de çekip gittiği bir ortamda tüm gözler Özerturgut’a çevrilmişti. Bir şeyler yapmalıydı...
YASALCILIK, DARBECİLİK DERKEN GERİLLACILIK
Gizli bir parti olmasına rağmen TİİKP’in 1969’dan beri esas çalışma alanı gazete ve dergi faaliyetiydi. Bütün bir parti örgütü yasal ve legal çalışmayla meşguldü. Kadro ve sempatizanların vizyonunu belirleyen, bilinmeyen bir tarihte kendiliğinden ayaklanacak kitlelerle, ordu içerisindeki devrimci subayların kuracağı ittifaktan doğacak olan “Devrim” hayaliydi. 1971’e doğru bu hayal, giderek “darbeci” bir şekil almaya başlamış ama en geç 9 Mart fiyaskosu, “devrimci darbe” hayallerini yer ile yeksan eylemişti.
Böyle bir örgütlenme ister klasik sendikal ya da yasal mücadeleye isterse de şiddete başvuran mücadeleye tevessül etsin bu, Lenin’in tabiriyle "ekonomizm"di ve şartların mahkumu olmaya mahkumdu. Filistin’den medet uman pragmatizm bu ekonomizmin mantıksal sonucuydu. Parti başkanı yakalanmadan evvel, aranmakta olan kadroları hem Türkiye’de barınamayacaklarından ötürü hem de “Bakın! Biz de gerilla mücadelesi veriyoruz” havasını estirmek için Filistin’e yollamıştı.
Şimdi başkanın olmadığı, Filistin’deki kadroların çaresiz arayış içinde debelendikleri bir ortam da, aynı saiklerle bu sefer Özerturgut hareket edecekti.
'WİN, WİN' PAZARLIĞI
1972’nin sonlarına doğru Beyrut’ta, Özerturgut ile Kara Eylül Hareketi arasında yapılan görüşme(ler) tamamen “enternasyonalizm” kılıfına bürünmüş bir “win, win” pazarlığına dayanmaktaydı. Adını 1970’de, Ürdün devletinin Filistinlileri katlettiği “Kara Eylül” günlerinden alan, Müslüman Kardeşler kökenli El-Fetih örgütünün bir kanadını oluşturan Kara Eylül ile Marksizm-Leninizm ilkelerince hareket ettiğini söyleyen, proleter devrimi amaçlayıp, komünist bir toplum hedeflediğini iddia eden bir partinin ne gibi ortak bir yanı olabilirdi?
Toplantının çevirmenliğini yapan Ulagay’a göre, “Arkadaşlar kampta eğitim alacaklar, bunun karşılığında Almanya’da terör eylemlerine katılacaklardı”. (Ulagay, Bir Dönem, İki Kadın, s. 244) [2] Her halükarda bu görüşmeyle Ömer Özerturgut ve daha sonra İsviçre’ye gidecek olan Melek Ulagay, Avrupa örgütlenmesi ve bilhassa Bora Gözen ve arkadaşları, Türk ve İsrail istihbaratının yanı sıra bir anda Batı Avrupalı istihbaratların da radarına girmişti.
PRAGMATİZM UĞRUNA HEBA EDİLEN HAYATLAR
Gidişatın seyrine ve yapılan hamlelere bakılacak olunursa ilk etapta, bilhassa İsrail, İsviçre, Alman ve Türk istihabaratının parmak izi gözükmekteydi. İlk önce İsrail komandoları 21 Şubat 1973’te, Trablusşam yakınlarındaki Nahr-el Bared kampını bastılar, Bora Gözen ve arkadaşlarını katlettiler. Katliamdan 3 devrimci yaralı kurtulmuş ancak içlerinden Faik Bulut, yaralı halde İsrail’e kaçırılmıştı.
Yıllar sonra kaleme alacağı, Filistin Rüyası adlı eserinde Bulut, kendisinin İsrail ve Türk istihbaratınca nasıl sorgulandığını anlatacaktı. Lübnan’dan İsviçre’ye gelen ve Bora Gözen’le mektuplaşan Melek Ulagay ise Cenevre’de takibe alınacak, kaldığı ev basılacak, kendisiyle birlikte aynı evde kalan TİİKP kadrolarından Bülent Tanör ve Yücel Sayman gözaltına alınacaklardı (1973).
3-4 Mayıs 1974’de ise Ömer Özerturgut ile birlikte 3 Aydınlıkçı Almanya’da tutuklanacaktı. Bu arada 1974 Affı sonrası Türkiye’de yeniden toparalanacak olan TİİKP, 9-10 Eylül 1977’de yapacağı ilk ve son “Büyük Kongre”de, pragmatistçe hayatlarını heba ettiği devrimcilere dair şu “Özeleştiri”yi verecekti:
Filistin’e askeri eğitim için kadro yollanması da ‘sol’ siyasetlerin bir sonucuydu. O günün meselesi askeri eğitim değildi. Kaldı ki askeri eğitimin günün görevi haline geldiği durumlarda da bu amaçla yabancı ülkelere kadro gönderilmesi esas olarak hatalıdır. Halk savaşı ancak kendi yurdumuzda savaşarak öğrenilir. [3]
BÜYÜK TESADÜF VE BEKLENMEDİK ALTÜST OLUŞ
Özerturgut ve arkadaşlarının mahkemesi neredeyse bir sene sonra, 28 Temmuz 1975’de, Köln’de yapılacaktı. Mahkemenin hakimi, Nazi yargılamalarındaki bonkörlüğü ile bilinen ve Fransız basını tarafından “Nazi Yargıcı” diye adlandırılan Victor Henry de Somoskeoy’di.[4] Köln Savcılığı davaya o denli “titiz” hazırlanmıştı ki, evlerde ele geçirdiği bütün Türkçe örgüt belgelerini Almancaya çevirtmişti.
Özerturgut sonrası yurtdışının sorumluluğunu üstlenen ve yakalanmayan yegane kadro konumundaki “İsa Güzel”, hummalı bir şekilde Alman avukatlarla savunmayı hazırlamakla meşguldü. Savcılıktan gelen “delillerden” böylece Güzel de peyderpey haberdar oluyordu.
Ama o da ne? Mutad avukat ziyaretlerinden birinde Güzel’i bir sürpriz beklemekteydi. Zira Özerturgut’un evinde kabarık bir dosya bulunmuştu. Dosyanın içerdiği başlıklar şöyleydi:
- “TİİKP Program Taslağının Eleşetirisi”
- “Şafak Revizyonizminin, Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri”
- “Türkiye’de Milli Mesele”
- “Şafak Revizyonizmi ile Ayrıldığımız Başlıca Noktalar”
Bu dosya pek tabii ki, İbrahim Kaypakkaya’nın TİİKP ile ayrışma esnasında kaleme aldığı ve kuracağı ekolün programını oluşturacak yazıları içermekteydi. Ve Ömer Özerturgut bu yazılardan ve yazıları kaleme alanın varlığından yurtdışındaki kadroların çoğunu (birkaçı hariç) haberdar etmemişti. Bundan sonrası çorap söküğü gibi gelecekti.
1975’in Ocak ayı sonunda yurtdışı örgütüne mensup 28 parti üyesinin katıldığı TİİKP Yurtdışı Konferansı’nda, “bir ya da iki kişi” hariç, kahir ekseriyet “neredeyse oy birliği ile” İbrahim Kaypakkaya’nın ekolüne katılma kararı alacaktı.[5]
Böylece 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da öldürülüşünden iki sene sonra İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleri Avrupa’ya sıçramış olacak, kısa sürede oradan da ABD’de, Kuzey Afrika’da (Libya) hatta Avustralya’da Türkiyeli işçi ve öğrencilere uzanacaktı.[6] TİİKP merkezinin Ankara-Köln-Beyrut’ta pişireceği pragmatizm, ağır sonuçlara ama aynı zamanda da büyük tesadüflere ve beklenmedik altüstlere gebe olmuştu. 70’lerin ortasından itibaren TİİKP sadece yasallığa evirilmekle (Türkiye İşçi Köylü Partisi) kalmayacak ama aynı zamanda Çin’deki kapitalist yolcuların, Batı bloğunun ve devletin kararlı savunuculuğuna soyunacaktı.
* Araştırmacı, yazar
DİPNOTLAR
[1] Perinçek’in 17 Haziran 1972 tarihli polis ifadesine bakılacak olunursa, Ömer Özerturgut, “Parti Başkan Yardımcısı”ydı. s. 90, https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2023/08/LE-YA-YAYINLARI-No-3-Belgesel-Yayinlar-No-3-Iki-Lider-Iki-Ornek-Ibrahim-Kaypakkaya-ve-Dogu-Perincekin-Polis-Ifadeleri.pdf
[2] Buraya zorunlu bir not düşmem gerekiyor. Zira, 2011’de Oya Baydar ile birlikte kaleme alınan Bir Dönem, İki Kadın’ın esas amacı, AKP’nin estirdiği “liberal” havaya “sol”dan yelpaze sallamaktı. Kitaptaki Kaypakkaya iddialarına karşı kaleme aldığım “Melek Ulagay’a Açık Mektup”, Mesele kitap dergisinin Mayıs 2012 tarihli sayısında yayınlandı. Bu sert vurguyu yapmamnın nedeni şudur: İçindeki devrimci/ilerici ateşin nispeten daha sönmediği 1997’de Ulagay bana, kitaptaki anlatımından farklı olarak mealen, “toplantıda Kara Eylül’cülere Özerturgut, ‘biz size Avrupa’da lojistik destek sağlayalım, siz de bizimkilere burada gerilla eğitimi verin’ diye teklifte bulunduğunu” anlatmıştı.
[3] TİİKP Büyük Kongre Belgeleri, Şafak Yayınları
[5] İsa Güzel’in anlatımları, İbrahim Ünal, Tarihe Not içinde
[6] Emrah Cilasun, İbocular