"Merhaba, ben Musa"

Ellerini yanlara açarak, kartal kanat yürüyordu Musa. Hemen her konuda anlatacak bir şeyi vardı ve her türlü elektronik cihazdan her türlü motor sitemine, teknelerden gemilere, balıkçılıktan avlanmaya kadar inanılmaz bir birikime sahipti.

"Merhaba, ben Musa"

Cezaevinin karantina bölümünde kalışımın ikinci gününde karşılaşmıştım onunla. Sakalları olmasa ergen bir çocuk sanabilirdiniz. 1.60 boylarında, sıska denecek kadar zayıf ve esmer yüzünde cam gibi parlayan bir çift gözle oradan oraya koşuşturuyordu. Cezaevinin mutfak ve idare bölümü arasında kalan yerde çalıştığını düşünmüştüm önce ama tam olarak zannettiğim gibi olmadığını daha sonra öğrenecektim.

Ellerini yanlara açarak, kartal kanat yürüyordu Musa. Yürüyüşü ile görüntüsü arasındaki bu çıkıntılık hemen göze çarpıyordu. “Karantinada bir Türk kalıyor dediler, o sensin sanırım abi,” diyerek durmuştu karantinanın demir parmaklıklarının önünde. Bir şeye ihtiyaç olursa söyle abi” diyerek bir kestirme yapıp, hızla ortadan kaybolması bir olmuştu.

Yemeklerin pişirildiği mutfak ile idare bölümünün arasında kalan ve adına İşçi koğuşu denen, içinde diğer mahkumlardan farklı olarak kimi “imtiyazlı” haklara sahip kılınmış olan dört kişi ile, rahat ve geniş bir yerde kalıyordu Musa önceleri. Kendisine verilmiş bir “imtiyaz”ı yoktu Musa’nın. Var-mış gibi yapılanlardandı. Orada yalnızlıktan sıkılmış ve kendini tekrar koğuşa aldırmıştı.

“Abi çok konuşur, seni esir alır haberin olsun,” diyen Zafer’in uyarısı boş değildi elbette ve evet, Musa hiç durmadan konuşuyordu. Hemen her konuda anlatacak bir şeyi vardı ve her türlü elektronik cihazdan her türlü motor sitemine, teknelerden gemilere, balıkçılıktan avlanmaya kadar inanılmaz bir birikime sahipti. Cezaevinin kaynak işlerinden, söküm takım işlerine kadar, aklınıza gelebilecek her türlü derdin çözüm yeriydi Musa. Onu bir gün kırık ranzalara kaynak yaparken, bir gün tıkanan tuvaletlerin giderini açarken, bir gün bozulan televizyonları tamir ederken bulabilirdiniz. Kartal kanat yürüyüşüne eklediği küfürlerle ise kimsenin yarışması mümkün değildi. Ona kim laf atsa, verdiği bel altı cevapların altında kalması kaçınılmaz olurdu. Herkesin onunla mutlaka bir işi olurdu. Musa’nın tek imtiyazı işte bu ihtiyaçları karşılayabilecek olan kişi olmasıydı. Hem idare bölümünde hem koğuşlarda ona duyulan ihtiyaçtan yarattığı imkânları, arkadaşlarıyla paylaşmaktan asla çekinmiyordu ve Musa asla “olmaz, yapamam” demezdi. “Bakarız hallederiz” diyordu herkese ve halletmenin bir yolunu mutlaka buluyordu.

Musa da “sahipsiz” olanlardandı ama o kendisini idare edecek, üç beş kazanıp, sigara vs ihtiyaçlarını karşılayacak bir yol bulmuştu. Boncuk gibi şeylerden çakmaklıklar, Yunan koğuşuna, gardiyanlara haç işaretli kolyeler filan yapıp satıyordu. Hatta cezaevinin hemen dışında bulunan ve her Pazar kiliseye gelenlere bile ulaştırıyordu yaptıklarını. Kendisi gibi bu işi yapmak isteyenlere ise yol yordam gösteriyor, boncuk, iplik gibi temel şeyleri bulup, buluşturuyordu. Elinde olanı kimseden saklamıyordu ve sanırım koğuşun içinde bu konuda yalnız değildi. Kendisi gibi elindekini paylaşan 3-4 kişinin varlığı, “yok” çarkını bir nebze kırıyordu. Bir yerden bulduğu, ondan bundan alıp biriktirdiği tütünleri sarıp, sigarası olmayanlara dağıtan Zafer gibi.

Bir lüks sayılan Nutella’nın, ekmeklerin üstüne sürülüp tatlı niyetine paylaştırılmasından çok etkilendiğimi söylemeliyim. Markete Nutella siparişi veren için pek matah bir durum değildi bu ama zulada Nutella saklamak çok akıl karı da değildi. Çünkü herkes kimin dolabında ne var ne yok biliyordu. Kimse kimsenin elinden zorla bir şey almıyordu ama herkes birbirine muhtaç olduğunu da biliyordu. Yoksul paylaşımının büyüsü bu ihtiyaçtan doğuyordu sanırım. Parası olanlar ise, markete verdikleri siparişleri alır almaz, ranzanın kenarında duran dolaplarına malzemeleri hızla tıkıştırıyor ve kilidi üzerine geçiriyorlardı. Market günü, verdikleri siparişlerin idare kapısına yığılmasıyla koşuşturanlar ile oturduğu yerden onlara uzaktan bakanlar arasındaki ironi her şeyi anlatıyordu.

Ne tuhaf ki cezaevi yemeği gelir gelmez ilk koşturanlar da onlardı.

Onlar hep en ön sıradaydı!

“BU ÜLKEYE KÖTÜLÜK YAPAN BİRİSİN SEN”

Musa kendisinin Türk karasularında alındığını iddia ediyor. Telefonu ıslandığı için Türk Sahil Güvenliğini arayamamış ve Yunan Sahil Güvenlik onu fark etmiş. Hiçbir uyarı yapılmadan bulunduğu bota ateş edilmeye başlanmış anlattığına göre. “Öylece kalakaldım ve sonra bota yaklaşıp, beni yukarı çektiler ve yukarı çekmeleriyle beraber dört bir yandan vurmaya başladılar. Beni tekme tokat dövmelerinden çok, yüzlerindeki nefret ve öfkeden korktum. Sahil Güvenlik gemisinin dümeninde olan bile, dümeni bırakıp koşarak bana doğru geldi ve vurmaya başladı. Sadece yüzüme vurmuyorlardı. Gemi hareket etmeye başlayınca, artık dövmeyecekler diye geçirdim içimden ama yanıldım. Gemiyi denizin ortasında durdurup, tekrar dövmeye başladılar. Artık acı hissetmiyordum, bütün vücudum dayaktan uyuşmuştu ve sanırım bunu onlar da anlamıştı. Birden ensemde korkunç bir acı hissettim. İçlerinden biri, elektrikli şok makinasını enseme bastırmıştı. Beynimin içinde kıvılcımlar hissettim. Burnumdan kan gelmeye başlayınca bıraktılar. Onlara bacağımı işaret edip sakat olduğumu ve vurmamalarını istedim. Ben öyle deyince bu sefer sol bacağıma, göğsüme, sırtıma tekmeler atmaya başladılar. Hiç bitmeyecek sandım o an. Rodos limanına geldik ve beni suyla yıkadılar.”

“Hastaneye götürdüler mi?” diye sordum. Musa “evet” diyerek ekledi, “Covid testi için götürdüler. Doktoru görünce hemen yaralarımı gösterdim ama o sadece yüzünü buruşturdu. Sonra savcılığa çıkarttılar. Savcıya da yaralarımı ve bedenimin morarmış yerlerini gösterdim.”

Yaralarını gösterince savcının ne dediğini sordum ve kaptanlar diye adlandırılan bu gençlere nasıl bakıldığını tarif eden bir cevap aldım; “Bu ülkeye kötülük yapan birisin sen”

Musa, avukat olmadan ifade vermek istemediğini söylemiş savcıya ama tercüman bunu çevirmemiş ve “zaten sana mahkemede avukat verecekler” diyerek kestirip atmış tercüman sözünü.

Karakolda iyi davranıp, davranmadıklarını soruyorum Musa’ya. “İyi davrandılar. Zaten normal polis karakoluna geçince rahatladım, kimse bana vurmadı ve kötü davranmadı” diyor. Yunan Sahil Güvenlik ile polis arasında dağlar kadar fark olduğunu, konuştuğum herkes ifade ediyor. Kendi kişisel deneyimim de bunun doğru olduğunu söylüyor bana.

Musa son olarak, botla 15 göçmeni Rodos’a geçirdiğini ama savcılıkta bu sayının karşısına 17 olarak çıktığını ve bunu kabul ettiğini söylüyor. Neden kabul ettiğini soruyorum Musa’ya.

“Ha 15, ha 17 abi, o saatten sonra hiçbir önemi yoktu benim için” diyor ve “belli ki yolda 2 kaçak göçmen bulmuşlar, onları da bana ekleyerek araştırma derdinden kurtulmuşlar işte. Sor aha buradakilere, birçoğunun dosyasına eklenen göçmen sayısı, kendilerinin getirdiklerinden daha fazladır” diyerek gülüyor.

Karadenizli Abdullah koğuşun içinde volta atarak Musa’nın anlattıklarına kulak kabartıyor ama hiç oralı değilmiş gibi yapıyor. Zafer, onu işaret edip “oğlum gel sen de anlatsana yaşadıklarını,” diyerek takılıyor ona.

“Ne anlatacam, neyi anlatacam, neresinden anlatacam ben Zafer abi. Evde dayak, okulda dayak, git kuran kursuna hocadan dayak, mahallede dayak, karakolda dayak, cezaevinde dayak, gel Yunanistan’a Yunan polisinden dayak. Alışığız biz, sıkıntı yok,” diyerek ranzasının perdesini kapatıp, içinde kayboluyor.

“Bu da böyle bir arıza abi, ne yapacan işte” diyor Zafer bana dönerek.

“Sıkıntı yok” diyorum Zafer’e.

YARIN: BEDELİNİ ÖDEDİĞİM HAYATI SORGULAMAK SİZE DÜŞMEZ