Nedir bu devletten çektiğimiz?

Nedir bu devletten çektiğimiz?
‘Dayı gel bak, anketçi gelmiş ne diyeceksiniz diye soruyorlar' diyor. ‘Oğlum anketçi değilim, gazeteciyim' diyorum. ‘Ne bileyim ağabey gazetecileri...

‘Dayı gel bak, anketçi gelmiş ne diyeceksiniz diye soruyorlar' diyor. ‘Oğlum anketçi değilim, gazeteciyim' diyorum. ‘Ne bileyim ağabey gazetecileri unuttuk biz artık' diyor. Her şeyin son derece sert icra edildiği bu coğrafya da basın eleştirisinin bu kadar "ince" olması, beni açığa düşürüyor.

Nazım ALPMAN

Bölgeye bir gazeteci olarak kaçıncı defa gelişim olduğunu artık ben de bilmiyorum. Bu sefer mihmandarlığımı genç bir gazeteci yapıyor. Benim bölgeye ilk geldiğim yıllarda küçük bir bebek olan Refik Tekin, şimdi çok deneyimli bir Kürt gazeteci haline geldi. Bana da yol ve yön gösteriyor. Refik, pek çok sıcak haber takip etti, çatışma izledi, hatta sıcak savaşları en yakından takip eden gazeteci olarak sayısız ödül aldı. Bölgedeki olaylar ile o kadar bütünleşmişti ki, Cizre’de evlerinden beyaz bayraklarla çıkan ailelerin üzerine ateş açanlar Refik Tekin’i de vurdular. Refik uzun zaman sonra ilk kez koltuk değneksiz yürüyebiliyor.

Diyarbakır’ın dar, hüzünlü ve yorgun sokaklarında Refik Tekin ile dolaşıyoruz. Bölgedeki insan sıcaklığı her zamanki kıvamında… Bir yandan çocuklar diğer yandan yaşlı insanlar, yanımıza gelip "hoş gelmişsin" diyorlar. Sonradan yaşının 87 olduğunu öğreneceğim bir yaşlı Kürt ile sohbete başlıyoruz.

-Niye gelmişsin buralara?

-Halinizi hatırınızı sormak için. Nasılsınız, iyi misiniz?

-Valla hiç iyi değiliz!

-Neden?

Sohbet cümleleri karşılıklı olarak soru işaretleriyle bitiyor. Konuşmamız ağır tempo yürüyüşle devam ediyor. Ara sokaklardan Ulucami’ye doğru ilerliyoruz. O, akşam namazına yetişecek. Üzerinde yüzlerce yılın acısı birikmiş Diyarbakırlı ağabeyimiz son soruyu duyunca duruyor. Kalem tutan sağ bileğimden yakalayarak duraklatıyor. Ve gerçek bir muhatap bulmuş gibi soruyor:

-Nedir bu devletten çektiğimiz?

Sonra bir soru daha savuruyor bütün hayatını özetleyen türden:

-Kürtlerden ne istiyor?

-Sence ne istiyor?

-Bilmiyoruz. Biz seçtik, o aldı.

-Neyi seçtiniz kim aldı?

-Belediyeleri… Gidip bak ne göreceksin?

Caminin kapısına geldiğimizde bu söylediklerini yazıp yazamayacağımı soruyorum, "yaz" diyor:

-Peki adını yazabilir miyim?

-Hayır!

-Referandumda nasıl oy kullanacaksın?

-Söyledim ya!..

Bölgede 87 yıl yaşayıp da bir türlü huzura kavuşamamış adam haliyle kırgın, ama teslim olmuş bir hali de yok. Merhamet dilenmiyor. Sadece soruyor:

-Kürtlerden ne istiyor?

***

UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde yer alan Sur ilçesinin sağlam kalabilmiş bölgesi içinde yürümeye devam ediyoruz. Küçük bir terzi dükkanı önünden geçerken, kapı açılıyor, içeri buyur ediliyoruz.

Çay ikramı için görüş alınmıyor. Kahve için biraz sonra soracaklarını söylüyorlar, "orta mı, sade mi" diye…

Söz dönüp dolaşıp 16 Nisan 2017 günü yapılacak Anayasa değişikliği referandumuna geliyor. Kardeşler Terzihanesine bir suskunluk çöküyor. Birbirlerine bakıyorlar. Sonra bana dönüyorlar:

-Valla biz hiçbir şey söylemesek daha iyi olur.

-Korkuyor musunuz?

-Senden korkmuyoruz.

-Kimden korkuyorsunuz?

-Burada öyle şeyler yaşandı ki, artık kimsenin mecali kalmadı.

Anlatmaktan değil aynı şeyleri tekrar yaşamaktan kaçınıyorlar. Hem kendilerinin hem de akrabalarının Sur’daki evleri kendilerine bir haber bile verilmeden yıkılmış. Hani diyorlar, yıkacaksınız bari gelin eşyalarınızı alın deselerdi. Onu bile yapmadılar. Hayatta kalmak bile buralarda milli piyango çıkması gibi bir şey valla…

İsimlerini söylemiyorlar ama, lider sevgilerini saklamıyorlar:

-Tayyip Erdoğan’ı en çok tutan bizdik. İş yapıyor, hizmet getiriyor, yol, köprü, havaalanı, hastane, adliye… Valla hepsini de güzel yapmıştır.

Tam burada diğer kardeş söze giriyor:

-Ama bütün yaptıklarını yıktı!

-Neyi yıktı?

-Sur’u yıktı, Cizre’yi yıktı, Nusaybin’i yıktı, Yüksekova’yı yıktı, Şırnak’ı yıktı. Beş Kürt şehrini yıktı.

-Ama yeniden yapacaklar.

-Hıh! Nasıl yapacaklar? Tapuyu getirin diyorlar. Tapu da evlerimizle birlikte yıkıldı. Hadi gittik yenisini çıkarttık. Gidip başvurduk. Bekleyin dediler. Bekliyoruz. Dört ay oldu hala çağıracaklar.

Bir de tapu konusunda devlet ile konut sahipleri arasında ölçü farkı bulunuyor. Avlulu bir konutta eskiden üç aile birden yaşayabiliyordu. Şimdi böylesi bir ev için tek daire parası veriyorlarmış.

-Bütün bunlardan sonra 16 Nisan’da ne olacak?

-Valla biz barikatlara falan da çok kızıyoruz. Ama sandığa varınca elimiz HAYIR’a gider. EVET’e gitmez.

***

Diyarbakır cadde ve sokaklarında sora, sora dolaşmaya devam ediyoruz. Bir internet kafenin önünde kürsülerde sabah çaylarını içen grupla karşılaşınca, saniyeler içinde daireye dahil oluyoruz. Bulunduğum saha görece kendilerini özgür-korkusuz hissedenlerin topluca yaşadıkları bir yer. Hiç kimse ismimi yazma demiyor. Ben de havaya dahil oluyorum.

Ve bu sefer doğrudan koyuya giriyorum:

-Evet mi, Hayır mı?

SSK emeklisini olan Hacı Adıgüzel, son derece melodik bir şekilde oyunun rengini açıklıyor:

-Haaa-yyyy-ııııı-rrrr… diyeceğim.

Sonuç aldığım için artık "neden-nasıl" gibi yan sahalara geçmiyorum. Yandaki kahveden Hüseyin Güneş’i çağırıyorlar:

-Dayı gel bak, anketçi gelmiş ne diyeceksiniz diye soruyorlar.

-Oğlum anketçi değilim, gazeteciyim.

-Ne bileyim ağabey gazetecileri unuttuk biz artık!

Her şeyin son derece sert icra edildiği bu coğrafya da basın eleştirisinin bu kadar "ince" olması, beni açığa düşürüyor.

Neyse Hüseyin Güneş geliyor. Altmışlı yaşlarının ikinci yarısında, SSK emeklisi… Önce beni öğreniyor, sonra sorumu alıyor, arkasından da yanıtlıyor:

-Ben EVET diyeceğim.

Onu çağıranlar dahil hep birlikte bir uğultu yükseliyor:

-Ooooo!.. N’aaptın sen dayı?

Hemen "durun" diye atılıyorum:

-Diyarbakır’da EVET oyu verecek adam bulmuşum, karışmayın da anlatsın.

Emekli işçi Hüseyin anlatıyor:

-Bir defa Allah Cumhurbaşkanımızı başımızdan eksik etmesin. Nedir bu yabancı devletlerin bize yaptıkları? Neden bizim büyümemizi istemiyorlar?

Bu fikirler çok taze… Buram buram Hollanda kokuyor.

Hüseyin abimiz devam ediyor. Küçük bir de dileği var:

-Ne olurdu dünya milletleri bizi sevseydi?

-İyi olurdu.

-Ama sevmiyorlar.

-Neden?

-Gavurdan dost olmaz!

Evetçi Hüseyin Abimiz son cümlesiyle dış politika baş danışmanlığını fazlasıyla hak ediyor.

***

Henüz otuzlu yaşlarının ilk yarısında olan genç öğretmen Cihan Medeni, diplomasi eğitimi almışçasına fikrini beyan ediyor:

-Evet veya hayır demek için yeterli bilgiye sahip değilim henüz.

-Ne zaman olacaksın?

-Bilmiyorum, izliyorum.

Kararsız öğretmenin ağzından kerpetenle evet ya da hayır almak için çabalarken çaylarımız tazeleniyor. Ocakçı Fikri Üdün’e dönüp "sen söyle bakalım" diyorum:

-Fikrin nedir?

-Ne hakkında?

-16 Nisan referandumu hakkında…

-Yooo… Yoooo… İstemiyoruz, HAYIR diyeceğiz.

-Kaç kişi?

-Benim bütün aile böyle düşünüyor.

Bu son konuştuklarım Diyarbakır’ın eski havasını bir ölçüde yansıtıyor gibiydi… Ancak şehirdeki esas hava üzerinden tank geçmiş bir insanın kırılıp, dökülmüş burukluğuna işaret ediyor. Yaşı seksen yediye varmış bir Kürt’ün sorusu Diyarbakır’ın bütün caddelerinde ve sokaklarında asılı vaziyette duruyor:

"Nedir bu devletten çektiğimiz?"

Fotoğraflar: Refik TEKİN

Devam edecek: Diyarbakır-Bismil-Batman

Sesini Kaybeden Şehir yazını buradan okuyabilirsiniz

 

Öne Çıkanlar