OHAL: Düzen var hukuk yok
Birinci yılını dolduran OHAL'i Artı Gerçek'e değerlendiren Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek, '15 Temmuz'la birlikte sadece devlet aygıtı değil toplumun da agresifleştiği bir dönem yaşandı' dedi
Fatma YÖRÜR
Türkiye’de 21 Temmuz 2016'da üç ay süre ile Olağanüstü Hal ilan edildi. Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek, yıldönünümünde OHAL'i yorumladı ve "Olağanüstü Hal, düzenin olduğu ancak hukukun olmadığı bir duruma işaret eder" dedi.
OHAL koşullarının bürokrasiyi pasifleştiren, baskıyı artıran yanına dikkat çeken Özpek, bu durumun vatandaşlar arasında bölünmeye neden olduğuna ve bu bölünmenin makul vatandaş- potansiyel tehdit kategorizasyonu yarattığına dikkat çekti.
Özpek'e göre ne 15 Temmuz darbe girişimi siyaset kurumunun ihtiyaçlarına ne de sonrasında gelişen baskı süreci Türkiye'nin ihtiyaçlarına tekabül etmiyor.
‘DÜZEN KURMA İŞİ SİSTEMLİ BİR YASAL ÇERÇEVEDE İLERLEMEDİ’
- Türkiye son bir yıllık süreci OHAL altında yaşadı. OHAL öncesi de yargı, yasama ve medya saç ayaklarıyla demokrasi konusunda tartışmalı bir noktada duran Türkiye’nin OHAL öncesi ve sonrasıyla demokrasi sınavını yorumlar mısınız?
- Olağanüstü Hal, düzenin olduğu ancak hukukun olmadığı bir duruma işaret eder. Toplumun seferber edilmesiyle beraber, düzeni sağlama görevi yasal çerçeve içinde kalmak zorunda olan bürokrasiden alındı ve topluma tevdi edildi.
Kendisini makbul vatandaş olarak gören veya bu çerçeve içerisine girmeye çalışan insanlar, subjektif yargılarıyla düzeni sağlama işine giriştiler. Hukukun düzen ihtiyacından ötürü askıya alınması ile beraber, gerek devlet görevlileri gerekse sivil halk kendi subjektif anlayışıyla kendi dışındaki aktörleri yargılamaya başladı. Düzen kurma işi sistemli bir yasal çerçevede ilerlemedi.
Yaşanan seferberlik hali, toplumda hem kaygı hem de mağduriyet yarattı."
- Muhalefet kanadı OHAL altındaki Türkiye’de ‘adalet’ olgusu ve ihtiyacını ön plana çıkarırken, iktidar kanadı ‘demokrasi’ kavramını öne çıkarıyor. Bu iki olgu birbiriyle nasıl karşı karşıya gelebiliyor?
Bu sorun, devletin bireyin hilafına genişleyen otoritesinin ve ulusal güvenlik söyleminin toplumda bulduğu karşılık ile alakalı.
Sosyal yapı demokratik değerlerin yerleşebilmesi için önemlidir. Türk toplumu devletin ulusal güvenliği sağlamak için hukuku askıya alma girişimlerine şimdilik destek veriyor. En azından toplumun yarısı bu desteği her halükarda sağlamaya hazır. Adalet yerine, kendisini siyasal iktidara yakın tutarak daha güvenli olabileceğini düşünüyor.
Bu yüzden makbul vatandaş olduğunu düşünen insanlar ancak başlarına bir iş gelince adalet kavramını hatırlıyorlar. Zihinlerde soyut bir güvenlik ve düşman kavramsallaştırması var ancak soyut bir hukuk ve adalet kavramsallaştırması yok.
Toplumun bireysel özgürlük talebi bu yüzden azınlıkta kalıyor. Üstelik bu talepler azınlıkta olduğu için, çoğunluk desteğine sahip iktidarı eleştirmek demokrasi dışı bir pratik olarak algılanıyor.
- 15 Temmuz süreci özellikle ana akım medyada demokrasi destanı olarak yorumlanıyor. Yaşanan süreç ve demokrasi ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'de sivil-asker ilişkileri hep sorunlu bir alandı. Bu konuda yapılması gereken reformlar bir demokratikleşme tutkusuyla yapılmadı ve devlet içindeki grupların hesaplaşmaları üzerinden halledilmeye çalışıldı. Bu durum ordunun sistem içindeki otonom yapısıyla birleşince darbe tehditleri hep var oldu.
‘SİYASET KURUMU KENDİ İÇİNDE YOLLAR BULABİLECEK DURUMDAYDI’
Ne var ki iki tip ülkede askeri darbe tehdidi yoktur. Birincisi tam demokratik ülkelerde; ikincisi katı otoriter yönetimlerde. Zaten ortada bir demokrasi yoksa olan şeyin ismi de darbe değildir. Türkiye arada kalmış bir ülke, bu yüzden bu tehditleri yaşıyor. Ben demokratik kalite arttıkça darbelerin önlenebileceğini düşünenlerdenim. Bu yüzden darbe bir sonuçtur.
Türkiye'de siyasetin ve sivil toplumun alanı her ne kadar gitgide daralsa da askeri darbe mekaniğini çalıştıracak ne siyasal ne sosyal ne de iktisadi bir bunalım söz konusuydu 15 Temmuz'da. Siyaset kurumu kendi içinde yollar bulabilecek durumdaydı. Darbeyi örgütleyen cuntanın evhamları ve obsesyonları ve elbette ki Gülen cemaatine olan angajmanları bu darbeyi tetikledi. Kurumsal bir karar olmadığı için de başarısız oldu. Bu başarısızlık, darbeyi atlatan hükümete, otoriterliğini arttırmak için başvurabileceği güvenlik tedbirlerini almasında çok yardımcı olmuştur. Zira ortada somut bir güvenlik tehdidi olduğuna dair kimseyi ikna etmek zorunda kalmadı, olan biten ne varsa herkesin gözünün önünde oldu. Oysa, bir daha darbe olmaması için devreye girmesi gereken akıl, daha fazla hukuk ve demokrasi ihtiyacını vazetmeliydi."
-Uluslararası siyasette yalnız kalmak pahasına Erdoğan demeçlerini sertleştiriyor ve uygulamalarıyla da daha tavizsiz ve katı bir pozisyon alıyor. Bu tablo nasıl sonuçlar doğurabilir? Önümüzdeki sürece ilişkin beklentileriniz nedir?
Bu soruya bütün uluslararası ilişkiler akademyası cevap arıyor aslında. Şimdilik sadece şu kadarını söyleyebilirim ki, Türkiye dış politikasını tamamen demokratik değerlerden ve Batı ile uyumlu bir kimliğe sahip olma motivasyonundan arındırdı.
Bu Türk dış politikasının diğer aktörler ile örtüşen ve çatışan çıkarlarına göre geçici ve kırılgan işbirliklerine girmesi demek. Bu çok riskli bir alan ve Hobbes'un 'state of nature' olarak tanımladığı kaotik duruma çok benziyor.
Birinci Dünya Savaşı öncesine benzer şekilde hatalı yapılan bir çıkar ve güç tanımlaması önemli güvenlik tehditleri üretebilir. Bu tip kazaları önlemek için kurumsal bir hariciye mekanizması, özgür tartışma ortamı, şeffaflık ve parlamenter denetimin her zaman var olması gerekiyor.