Prof. Doğanay: Beka söyleminin temel besleyicisi korku siyaseti

Doğanay, 'Korku siyaseti konjonktürel olarak işe yarıyor. AKP’yi bugüne getiren de bu oldu. Korku rasyonel olmadığı için ne kadar irrasyonelleştirirseniz etkisi o kadar artıyor' diyor.

Prof. Doğanay: Beka söyleminin temel besleyicisi korku siyaseti

Derya OKATAN

ARTI GERÇEK- Son yıllarda her seçim döneminde gündeme gelen beka tartışması, 31 Mart yerel seçimlerinde de AKP iktidarının temel söylemlerinden birisi. Bu söylemi bu seçim döneminde ilk olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli dile getirdi.

Şimdi seçim meydanlarında her gün duyduğumuz beka söyleminin arkasında ne var? Peki muhalefet bu söylem karşısında güçlü bir söylem kurabiliyor mu? Beka tartışmasını KHK ile ihraç edilen, barış akademisyeni Prof. Dr. Ülkü Doğanay ile konuştuk:

AKP’Yİ BUGÜNE KADAR GETİREN KORKU SİYASETİ OLDU

- Hemen her gün ya Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da MHP lideri Devlet Bahçeli’den beka açıklamaları duyuyoruz. Bu açıklamaların arkasında ne var?

Önceki seçimlerde de vardı. Siyaset yapma tarzıyla ilgili. Erdoğan için bunun 2007’den sonra başladığını söyleyebiliriz ama 2011’de, 2013’de daha keskinleşen bir şekilde temel siyaset tarzı oldu; kutuplaştırma. Toplumu iki ayrı kamp arasında bölmek. Bu iki ayrı kampın sınırları da kendi seçmeni olan ve olmayanla belirleniyor. Bu, bugün bir tarafta kırmızı zemin üzerindeki Cumhur İttifakı, öbür tarafta zillet ittifakı adını verdiği kendi seçmeni olmayan herkesin bulunduğu taraf olarak karşımıza çıkıyor. Her türlü muhalefeti illegal kılma ve kendi cephesini kurma çabasını görüyoruz. Ama adım adım başka bir yere vardı. Mesela 16 Nisan’da bunu gördük. Öyle bir tablo çiziyor ki, "iktidarda ben olmazsam bu ülke batar, yıkılır, bölünür." Beka meselesi daha çok bölünme paranoyası üzerinden kuruluyor. Ama sadece bununla sınırlı kalmıyor. AKP ve Erdoğan’ın siyasal söyleminde korku siyaseti çok baskın. Seçmene öyle bir korku tablosu çiziyor ki, "Fetih"in yıl dönümüne denk gelen bir İstanbul mitinginde, minareler yıkılacakmış, insanlar ibadetlerini yerine getiremeyecekmiş, İstanbul sanki bir gün sonra işgal edilecekmiş gibi canlandırarak bir yıkımı tasavvur ediyordu. Bunu da –o zaman 400 milletvekili istiyordu- "ben tekrar seçilemezsem…"e bağlıyordu. Bu korku siyaseti konjonktürel olarak işe yarıyor. AKP’yi bugüne kadar getiren de bu oldu. İnsanlar bir şekilde istikrar arıyorlar. İnsanlar bilinmez olan yerine şimdiye kadar bildiğinin sürmesini isteyebiliyorlar. Ama bir yere kadar tabi. Bence bu yerel seçimin bu kadar kritik kabul edilmesinin altında yatan böyle bir şey var.

TEMEL BESLEYİCİ KORKU SİYASETİ

- Yani seçmen bu söyleme bu seçimde ikna olmuş değil mi?

Bunu ben söyleyemem, bunu söyleyebilmek için başka saha araştırmaları yürütmek gerekiyor. Benim gözlemlediğim şöyle bir şey var, 16 Nisan’da da işledi, bir referandum olduğunda toplumu iki kampa ayırmak daha kolay; evetçiler ve hayırcılar. O zaman da gördük, "Hayırcıların asında bu ülkenin bekasına karşı oldukları, güçlü Türkiye istemedikleri" söylemlerini. Güçlü Türkiye’den güçlü lider anlıyor. Bugün de öyle. Bahçeli ve Erdoğan’ın konuşmalarında bunu görüyoruz; Kıbrıs meselesinde, Suriye’de kurulacak masada ya da dış politikada o dönem hangi kritik mesele varsa "bizim güçlü olabilmemiz için, iktidarın güçlü olması, liderin güçlü olması gerekir." Yerel seçimlerde satıh kaybının bu gücü zedeleyeceğine dair bir kabul üzerinden bunu kuruyor. 16 Nisan ve 24 Haziran’da da karşımıza çıkan, hep bir güç talebi: "Biz güçlü olmazsak kazanımlarınızı yitireceksiniz." Ya da ekonomik kriz. Kaybettirecekmiş gibi düşünüldü ama seçimi kazandıran bir şey oldu. Çünkü insanlar gerçekten kapının eşiğinde bekleyen bir felaket senaryosu karşısında, -öbür tarafta kendi iç çatışmalarından sıyrılamamış, alternatif politika geliştirmeyen bir ana muhalefet olduğunu da düşünürsek- bu güç talebi özellikle felaket senaryosu karşısında insanlar tarafından tercih edilen bir şey haline gelebiliyor. 24 Haziran’da gördüğümüz biraz öyleydi. "Kim sebep olduysa bırak o çözsün" gibi bir kavrayış ortaya çıkmaya başlıyor.

Beka söyleminin temel besleyicisi korku siyaseti; "Türkiye dört taraftan düşmanlarca kuşatılmış, dış güçler gelecek işgal edecek", işte Erdoğan’ın yakın zamanda söylediği "biz güçten düşersek, bekamız sarsılırsa bütün Müslümanların, İslam aleminin de bekasını etkileyecek…"

KURMACA İDDİALAR

- Yani gerçekten bir tehdit görmüyor, seçmenleri etkilemek için kullandığı bir söylem mi?

Bu kurmaca tabii. Türkiye’nin dört tarafının İslam ve Türk düşmanları tarafından kuşatılmış olduğu iddiasının seçmenin gözünde de gerçekliği yok. Ama korku rasyonel bir duygu olmadığı için ne kadar irrasyonelleştirirseniz etkisi de o kadar artıyor. Şimdiye kadar böyle gidiyordu.

MİLLET AKP-MHP SEÇMENİ İLE ÖZDEŞLEŞTİ

"İç düşmanlar" da yaratılıyor. 7 Haziran’dan bu yana bu var, sonrasında vardığı nokta çok kritik. Artık milletten kast ettiği Cumhur İttifakı’na oy veren herkes. Millet, AKP-MHP seçmeni ile özdeşleşmiş durumda. Milli irade, Erdoğan’ın iradesinde karşılık buluyor. Oysa milletin belli bir toprak parçası içinde yaşayan herkesi kapsaması gerekir. Ulus devlet literatürüne baktığımızda ulusun tanımı böyledir, sadece belli bir kampı destekleyenler değil. Bence buradaki temel problem bu, tercih ettiğim bir kelime değil ama bir bekadan söz edeceksek bir ulusu oluşturan nüfusun bir kısmını millilikle işaretleyip onun dışında kalan herkesi gayrimilli olarak tanımlarsanız ulusu bölmüş olursunuz.

SİYASETİN ALANI DARALTILIYOR

- Bunun sonuçları ne olur?

Bunun bir yanı toplumsal kutuplaşma ve çatışmayı arttırma potansiyelidir. Ama bununla birlikte esas önemli sorun, siyasetin alanını o kadar daraltırsınız ki, siyaset artık sadece kendi partisini ve kendi politikalarını destekleyenler tarafından yapıldığında meşru hale gelir. Her türlü toplumsal muhalefet, bu ittifakın dışında kalan herkes tehdidin bir parçasıymış, herkes bu ülkeyi yıkmak istiyormuş gibi algılanır. Neredeyse toplumun yarısı, belki daha fazlasına denk gelen bir seçmen kesiminin iradesini gayrimeşru kılmış ve siyaset dışına itmiş oluyorsunuz. Bu noktadan itibaren demokratik siyaset yapılamaz. 1970’lerden itibaren demokrasinin sadece sandığa gidip oy vermek olmadığı, sadece siyasal partilerden ibaret olmadığı tartışılıyor ama biz şu anda insanların seçme seçilme haklarının, partiler düzeyinde siyaset yapabilmenin tartışıldığı bir noktaya geldik. Schumpeter’in rekabetçi ya da elitist demokrasi teorisine göre; demokrasi, birbiriyle rekabet edebilen adaylar arasından seçmenin birisini seçebilmesidir. Daha bu noktadayız. "Benim dışındaki her türlü lider de aday da gayrimeşrudur" diyor. Herkes gayri meşru ise daha Schumpeter çizgisi, yani çekirdek liberal demokrasinin dayandığı serbest rekabet edebilme anlayışı yoktur. Gayri meşru olanla meşru olan arasında bir rekabetten söz edemeyiz.

VARLIK YOKLUK MESELESİ

- Muhalefet liderlerinin tamamı beka tartışmasını "AKP iktidarı ya da Cumhur ittifakının bekası" olarak yorumluyor. Öyle mi gerçekten?

Öyle gibi görünüyor. Dinçer Demirkent, Gazete Duvar’daki yazısında "bekadan kast ettikleri her şeyin değişmeden kalması" diyor. Bekadan kast edilen AKP-MHP ittifakının olduğu gibi sürüp gitmesi. Çünkü yeni bir şey vaat edemiyor. 2007, belki 2011’deki seçimlere kadar değişim vaadi vardı. Şimdi neyi vaat ediyor? Bekayı. Öyle bir noktadayız ki, değil iyileşme ya da daha ileri adımlar, varlık yokluk meselesi haline geldi. Muhalefetin böyle yorumlaması anlaşılır ama muhalefetin de aynı tuzağı düşme riski var. Diğer tarafı gayrimeşru görme, düşmanlaştırma… Karşı tarafı düşmanlaştırarak siyaset yapmak mümkün değil, çünkü düşmanlar siyaset yapmazlar. Siyaset ancak müzakere ederek, herkes için iyi olana karar verebilmek ile mümkün olur.

- Muhalefet yıllardır kutuplaşmaya neden çözüm bulamıyor?

Erdoğan oyun kurucu. Nelerin nasıl konuşulacağını belirleyen Erdoğan oluyor. 24 Haziran’da, Muharrem İnce ile rekabet sırasında bu biraz değişir gibi oldu. İnce seçim kampanyasının ilk başında daha yapıcı bir dil kullandı, herkesi kapsayacağım herkesin cumhurbaşkanı olacağım, dedi. Süreç ilerledikçe duygusal refleksler vermeye ve Erdoğan’ın diline dönmeye başladı. Kutuplaştırıcı söylemin içine girmeye başladı.

-Kitlelerin bu şekilde ikna edildiği mi düşünülüyor?

Öyle değil aslında. Muharrem İnce’nin duygusal refleksler vermeye başladığını düşünüyorum. Ama belki de zihnindeki siyaset anlayışı ile ilk baştaki dili arasında da fark vardı. Bir yerden sonra "ben yapacağım, bunları ben göndereceğim, ben yargılayacağım" demeye başladı. Ak Parti seçmenini dışarıda bırakarak "Erdoğan’dan sizi kurtaracağım" demeye başladığı andan itibaren seçimi kaybetmiş gibi görülüyordu. Bir şeyin aslı varken taklidine oy vermiyor insanlar. Ancak gerçekten bir alternatif sunabilecekseniz siyasette var olma şansınız olabilir. Muhalefet partileri bu tuzağa düşüyor.

-Bu seçim için de mi böyle, mesela Ankara?

Mansur Yavaş için öyle görülüyor. Seçimi o kazanır, bu kazanır diyemem ama Ankara nüfusunun bir kesiminin iki muhafazakar milliyetçi aday arasında tercihte bulunmak zorunda bırakılmış olması kötü bir şey. İkisi de birbirinden farklı şeyler söylemiyor. Nasıl bir siyaset anlayışı, sorunlara nasıl çözüm getirecekleri, nasıl bir belediyecilik anlayışı getirecekleri konuşulmuyor. İki aday da sağ muhafazakar seçmenin reflekslerine, korkularına hitap ederek, ne kadar milliyetçi olduğunu kanıtlamaya çalışarak seçim yarışına başlamış gibi gözüküyor.

MUHALEFET SEÇMENİ DEĞİŞTİREBİLECEĞİNE İKNA ETMELİ

- Bir yazınızda demokratik olmayan rejimlerde seçimlerin nasıl olduğuna dair tespitleriniz var. Tabii bizim ülkemiz için söylemiyorsunuz ama biraz umutsuz bir tablo çiziyorsunuz o ülkeler için. Peki böyle rejimlerde muhalefet kazanmak için ne yapmalı?

Demokrasiyi yeniden inşa etmek zorunda. Demokrasiyi yeniden inşa etmenin yollarını bulmadan ya da gerçekten farklı bir şey söylemeden mevcut olanın içinde kalarak, mevcut olanı yineleyerek bir yere varma şansı çok olmayabilir. Muhalefetin gerçekten yeni bir şey söylemesi gerekiyor ki, insanlarda değişebileceğine dair bir ümit doğsun. Seçmen, hiçbir şey değişmeyecekse o zaman şimdiye kadar kim getirdiyse onunla devam etmek daha güvenli diye düşünebiliyor. Bir şeyleri değiştirebileceğini, değiştirmek için gücü ve isteğinin olduğuna seçmeni ikna etmesi lazım. Bir de tabii sadece seçimle olacak bir şey değil demokrasinin yeniden inşa edilmesi. Seçimden seçime meydanlara çıkıp bir takım vaatlerde bulunarak yapılacak bir şey değil. Tabanla iç içe olması lazım.

mhp akp akademisyen belediye seçim Korku Beka Derya Okatan yerel