Ümit Kıvanç: 'Ne işi var bunun orada!' diye bağırmak geliyor içimden; halay!
Ümit Kıvanç
Biz kimiz? Yüreği delik deşik edilmiş, midesi hurdahaş olmuş, beyni dövüle dövüle, kızgın yağda kızartıla kızartıla küçülmüş herkes.
Bir fotoğraf gördük, kanımız dondu. Benim son zamanlarda yeniden alevlenen bulantım köpürdü, başıma vurdu.
Lafı açmadan, baştan hemen hatırlatmalıyım ki, toplumların bağrında yara açmış büyük meseleler halledilecekse, yarıklar kapatılacak, çatlaklar örülecek, yırtıklar dikilecekse, herkese düşecek en muazzam iş fedakârlık. Kimilerinin yutkunması, kimilerinin yutması, kimilerinin vazgeçmesi, kimilerinin pişmanlık belirtmeden selamının alınmayacağını, kimilerinin hayatını özürle, kefaretle geçireceğini kabullenmesi, kimilerinin acılarını yalnız kendilerinin girip çıkıp sessizce ağlayacağı odalara kaldırması gerekecektir. Bu yüzden, özellikle gadre uğramışlara, zulüm görmüşlere, acı çekmişlere ağır gelse de, bazı selamlaşmaları, tokalaşmaları, aynı havayı solumaları sineye çekmek zorunlu olacaktır.
Ancak, Şark’ta pek sevilmeyen, bağlılık duyulmayan, duruma, menfaate göre çekiştirilip şekilden şekle sokulan hayat ilkesine göre de "her şeyin bir sınırı var"dır. Sınır; had yani. İntikamdan vazgeçip işkenceciyi affetmeyi kabullenmek, ağır yaralı hayatı onarılacak toplum için zorunlu olabilir, resmî katilin herhangi bir yurttaş olarak bir kenarda yaşamasını sineye çekmek gerekebilir. Ama adamla birlikte tatile çıkıp akşam da masayı kurmak, gerekli veya zorunlu olmadığı, aksine, kesinlikle uzak durulması gereken bir hal olduğu gibi, benim diyenin becerebileceği iş de değildir. Midesi kaldırmaz insan olanın. Midesi kaldırana insan denmesi de hoş olmaz.
Ahmet Güneştekin, eserleri beni fazla ilgilendiren bir sanatçı değil. Ürettiklerini başkalarının ilgisine, beğenisine sunan hepimiz gibi, o da sanırım birilerinin kendisini eleştirmesini doğal sayıyordur. Bu güvenle ve şimdi gerektiği için bunu söylüyorum. Son sergisi vesilesiyle meydana getirilen rezilliğe dair konuşurken, Güneştekin’in sanatını işe karıştırmamak için özellikle belirtiyorum.
Oradaki eserleri bizzat görmedim. Anca fotoğraflarını gördüğümden, hakkıyla değerlendirme yapamam. Faili meçhul kurbanlarının ve gözaltında kaybedilenlerin isimlerini tabelalara yerleştirerek yaptığı enstalasyon ilginç ve etkili olabilir. Galiba -eğer açılış için ortalık özel olarak aydınlatılmış değilse- fazla aydınlıkta, fazla gölgesiz, tonsuz sergilenmesi etkisini azaltıyor, ama sırf fotoğraflara dayanarak vereceğimiz hüküm yanlış da olabilir.
Bunun dışında, Güneştekin’in tarzını -işçilik bakımından değil ama içerik bakımından- fazla kolaycı, derinliksiz buluyorum. Yine de, sürekli arayışını olumlu buluyor, bir sonraki eseri neymiş diye göz atıyorum. Güneştekin’in hemen her eseriyle birlikte yürütülen "PR" faaliyetini -bu devirde- olağan karşılıyorum. Geniş bir yerleşik düzen seçkinler grubuna erişmeye çalışmasını da yadırgamıyorum. Bu fasıllar zaten kendi bileceği iş.
Ancak şimdi, becerebilirsem edebimi koruyarak sözünü etmeye çalışacağım hadise ondan çok bizi ilgilendiriyor.
Biz kimiz? Yüreği delik deşik edilmiş, midesi hurdahaş olmuş, beyni dövüle dövüle, kızgın yağda kızartıla kızartıla küçülmüş herkes. Büyük acıların kurbanlarıyla birlikte, bizzat yaşamadıkları acıların da yükünü taşıyanlar, zulüm ve alçaklık karşısında, riya ve yüzsüzlük karşısında yalnız midelerinde değil bütün iç organlarında, ağızlarında gözlerinde, kaşlarında saçlarında bulantı duyanlar. Duyabilenler diyerek, fecaatimizden erdemlilik esintisi de çıkarabiliriz azıcık.
Sanırım artık neden bahsedeceğim belli olmuştur. Güneştekin’in Diyarbakır Keçi Burcu’ndaki "Hafıza Odası" sergisi vesilesiyle verilen davette, Kardeş Türküler’in müziği eşliğinde çekilen halaya Ertuğrul Özkök’ün de katılması, konumuz. Yani tam flaş flaş flaş son dakika son dakika rezilliği.
Onyıllardır kendisiyle ilgili üç-beş cümle dışında söz etmemeyi başardığım büyük yıldız böylece hayal dünyamda kendisini arkasına atabildiğimi sandığım duvarı da şimdiye kadar yıkımına el attığı hayatların, umutların, onurların arasına katmayı başarmış oldu. Başarabileceklerinin sonu, sınırı olmayan, bu "sınırı olmama"yı kudret iksiri haline getirebilen, geniş kalabalığa bunu içirmeyi, eğilip bükülüp bu sınırsızlığa uymaya insanları ikna etmeyi becerebilen hünerbaz. Sınırsızlık dediğimizin kanatlanmış özgür davranış değil zalimane hadsizlik olduğu anlaşılıyor umarım.
Her şeyden önce, faili meçhullerle, kayıplarla ilgili herhangi bir toplaşmada bu karakterin, -herhalde "davetli" sıfatıyla, başka nasıl olacak?- bulunmasının ortaokul talebesi, pilot, hamal, ev kadını, gazeteci ve müzisyen tarafından mâkûl bulunabilecek herhangi bir sebebi var mıdır?
O orada ancak, bunca insanın öldürülüp yol kenarlarına, asit kuyularına atılmasının, gözaltında kaybedilmesinin, bu suçların faillerinin asla cezalandırılmayıp devletçe taltif edilmesinin sorumlularından biri sıfatıyla, altına yediği haltlara işaret eden iki laf yazılmış fotoğrafıyla bulunabilir. Ahmet Güneştekin, resmî katliam ve cinayet kurbanlarının isimlerini taşıyan sokak levhalarının arasına katillerin ve hizmetkârlarının fotoğraflarıyla bezenmiş hâki tabelalar yerleştirecek olsaydı, oraya yakışırdı.
Bu şahıs ve onunla birlikte başka birkaç "gazeteci" -evet, bunlar da gazetecidir ve bu yüzden gazetecilik "doğuştan" kutsal falan değildir- sadece Kürtlere veya başka muhaliflere yönelik gayriresmî devlet şiddetinin propagandacıları, ideolojik yol açıcıları, kar küreyicileri, suç mahalli temizleyicileri, suç örtücüleri değildir. Bunlar Türkiye’de basının da, güvenilir kamusal faaliyet olarak gazeteciliğin de canına okumuş insanlar. Gazeteciliği patron çıkarlarının doğal aracı, Genelkurmay bülteni, kara propaganda organı haline getirme işinin ustaları.
Bizzat Özkök, muhtemel her insanca gelişme karşısında önleyici kötülükler icat edebilmiş bir manevracıdır; hakkını teslim etmek gerek. Bu karakterlerin üstün uyarlanma yetenekleri de bu manevra kabiliyetinin ürünü ve göstergesi. Şimdiki devrin beceriksiz propagandacılarını işaret ederek, müstakbel Tek-Adam’a, "sizinkiler beceremiyor, bırakın bu işlerinizi biz yapalım" teklifinde bulunmak nasıl bir iç organlar bileşimiyle mümkündür?
Durup durup, lafı kesip, "Ne işi var bunun orada!" diye bağırmak geliyor içimden. Halay!
Fakat bağıramıyoruz. Niye? Çünkü biliyorum ki, sesime katılacak meslektaşlarım o kadar da çok değil. Zira kimlerle kimlerle ne "basın özgürlüğü" yürüyüşleri yapıldı bu memlekette. Bazılarımızın başına gelenler asla "basın özgürlüğü"ne, gazeteci haysiyetine müdahale sayılmadı. Hattâ bazılarımız kendileri de sayılmadı. Çünkü onların meslek onuruna dokunanlarla birlikte "özgür basın susturulamaz" pankartları açılıp yüründü. Bedeli var mıdır? Yoktur. Kimse bunu mesele eder mi? Etmez.
Yine de birilerinin orada asla yeri olmayan davetliyi görünce salonu terk etmesini beklerdim. Yahu, halaya katılmamalarını beklemez miydik en azından? Ama işte, bendeniz hep böyle olmayacak şeyler bekliyorum, sizi de beklemeye sürükleyeceğim bıraksanız.
Bunu sitem veya mağduriyet edebiyatı olsun diye söylemiyorum. Belki dünyanın bu zamanında riyasız hiçbir iş yapılmayacaktır. Belki insanların arzuladığı yaşam biçimi budur. Belki böyle mutlu olacaklardır. Birilerini ezerek, birilerinin üstüne basarak, sinek öldürene kızıp kuşları avlayanın sırtını sıvazlayarak.
Yaşlandıkça üç aşağı beş yukarı anlıyoruz meseleyi. Anladıkça üç yukarı beş aşağı dönüyoruz. Şu bulantı olmasa katlanacağız ya, geçmiyor, dinmiyor, azdıkça azıyor işte.
Ümit Kıvanç'ın P24'te "Şu bulantı olmasa…" başlığıyla kaleme aldığı yazıya ulaşmak için tıklayınız.