Üniversitelerin esamesini okudunuz
Bilimin ve bilimsel çalışmaların, uygulamaların insan yaşamını değiştirme misyonuna sahip olduğu gerçeği günümüz Türkiye'sinde keşfedilmiş bir gerçek değildir.
Bilgin KAYVAR
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Dokuz Eylül Üniversitesi Akademik Yıl Açılış Töreni konuşmasında üniversitelerin başarısızlığından yakınan bir açıklama yaptı. "Türkiye'nin nasıl oluyor da dünyanın en büyük 500 üniversite arasında esamesi okunmuyor? Eğitimde altyapı ve kapasite bakımından büyük mesafe kat etmemize rağmen, içerik ve sistemde büyük sıkıntı var. Bilim üreten bir üniversite iklimi oluşturmadan hiçbir sonuç elde edemeyiz." AKP'nin ilk iktidara geldiği yıllarda üniversitelerimiz bu sıralamalarda yer alırken şimdi ise uygulanan rejim ve eğitim politikalarının bir sonucu olarak dünya üniversiteleri sıralamasında "Türkiye üniversitelerinin esamesini okutmadınız". Üniversite, bilgi üretiminin, eleştirel aklın, tüm sesleriyle soru sormanın ve insanı anlamayı, insanı yaratmayı hedefleyen farkı diyarlardan farkı kültürlerden insanların "bölünmez bir bütünlük" içinde yaşadığı yer.
Bilimin ve bilimsel çalışmaların, uygulamaların insan yaşamını değiştirme misyonuna sahip olduğu gerçeği günümüz Türkiye'sinde keşfedilmiş bir gerçek değildir. Öteden beri bilinen gerçek, bilimle uğraşan üniversitelerin yeni bilimsel esaslara dayalı bilgi birikimi göz ardı edilmeksizin yeni bilgilerin üretilip aktarıldığı ve böylece toplumun bilim ve teknoloji bakımından geleceğini oluşturan temel bir görevi olduğudur. Bu bakımından üniversiteler kuruluş amaçlarını yerine getirirken çok çeşitli nedenlerden kaynaklanan problemlerle karşılaşmaktadır. Çağdaş üniversitelerin kurumsallaşma sürecindeki temel konular arasında kurumsal özerklik ve akademik özgürlük önemli yer tutar. Özerklik, kurum olan üniversitenin başka kurumların etki ve baskısından uzak kalarak özyönetimine ilişkin karar alabilmesini ifade eder. Bu bakımdan özerkliği bir kuruma atfederken, akademik özgürlük ise öznesi insan olan, akademisyenlerin hakkıdır. Akademik özgürlükler ve bunların koruyucu çemberi olan özerklik bugün olduğu gibi, Türkiye'de hiçbir dönem güçlü olmamıştır.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı rejimini anlatırken de örnek aldığı ( "Hitler Almanya'sına baktığınızda orada görürsünüz..." ) 30 Ocak 1933’te iktidara gelen diktatör Adolf Hitler, ırkî ve ideolojik sebeplerden dolayı üniversite öğretim üyelerini emekliye sevk etmeye, ihtar ve tehditle görevlerinden uzaklaştırmaya, hatta tutuklamaya başlamıştır. Bu durumla karşılaşan Yahudi öğretim üyeleri Almanya’yı terk etmek zorunda kalmıştır. Bu öğretim üyelerinden biri olan Hukuk profesörü Ernst Hirrch, Türkiye'de bilimsel çalışmalarına devam ettiği dönemlerde Türkiye eğitim hareketine de pararlel olarak, 1945'te özerk bir üniversite kurulması gündeme gelince, akademik özerklikten şöyle bahsetmiştir : "Devlet, üniversitesini kurar, destekler ama işine, işlevine ve yönetimine karışmaz. Sadece, kamu kaynaklarının yerinde ve verimli kullanılmasını denetler."
"SAKINCALILAR"
Her yeni siyasal rejim, kara bir bulut gibi üniversitelerin üzerine çökmüş ve kendi "sakıncalılarını" yaratmıştır. Ebedi bir karanlığa mecburiyete , rejimlerin tek tipleştirme isteğine karşı akademisyenler sürekli üretmiş, büyütmüş, direnmişlerdir. Ancak, akademilerin üstünde bekleyen her duyarda her seslenişte gürleyen sonrasında yağan , içinde "yükselenleri" sele mahkum eden bu bulut sözde "bereket" timsali , üreteni, büyüteni, direneni yoketmiştir. Devletin, "sakıncalılara" bitmeyen tükenmeyen, ağzından dilinden düşürmediği "şevkatini" her defasında "tasfiye" operasyonlarıyla göstermiştir.
1933 Üniversite Reformuda, sakıncalıların temizlemesidir. 1946'da temizlenen diğer sakıncalılar ise, Muzaffer Şerif, Pertev Naili Boratav, Behice Boran ve Niyazi Berkes'in uzaklaştırılmadır. Açık tasfiyenin asıl örneği, 27 Mayıs askeri darbesiyle 147 öğretim üyesinin üniversiteden çıkarılmasıdır. Bu durum 12 Mart döneminde de böylesine açık, seçik, ağır olmuştur.
12 Eylül askeri darbesinin baş aktörü Kenan Evren, "Ne yani, üniversite profesörlerini muhtar seçer gibi mi seçeceğiz ? !" diye meydanlarda yakınıyordu. Askeri darbeyle kurulan rejimin ürünü olan YÖK Başkanı Prof. İhsan Doğramacı ise ancak özerkliği şöyle savunmuştu : "Özerk olan benim, Üniversite değil." Nihayetinde, 12 Eylül dönemiyle 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'yla üniversiteler en ağır darbeyi yaşamışlardır. Bu dönemde uzaklaştırılanlar ancak uzun yıllar sonra yargı kararıyla dönebilmişlerdir. 12 Eylül döneminde 1402 uygulaması dışında akademisyen tasfiyesi için şöyle bir yöntem de uygulamıştır. Akademik ünvanını yükseltmek için başvuran kişilerin dosyaları akademik incelemeden sonra " güvenlik soruşturması için Ankara'ya" gönderilmiş, olumsuz yanıt alanlar yükseltemediği gibi kurumdan da çıkarılmıştır. Siyasi görüşleri beğenilmeyen kişilerin bir üst akademik ünvana yükseltilmemesi ve atanmaması, akademik özgürlüğün çiğnenmesinde yaşanan en ağır örneklerden biridir. Beğenilmeyen görüşler dönemden döneme değişik gösterse de, her dönem "sakıncalı" görüş olmuştur.
"BUGÜNÜN SAKINCALILARI": TOPLUMSAL HAFIZA
Bugün, AKP-Erdoğan iktidarı 1981 (YÖK) yılından bu yana atılan tohumların "muhafazakar-milli-yerli" kimliğiyle , hedef "dindar-kindar" neslin acı meyvesini tüm memlekete tattırmakta. Üniversiteler içine kapanık, saydam olmayan yönetimleriyle toplumun ihtiyaç ve sorunlarından uzak, toplumu kavrayamamış ve içselleştirmemiş kadroların, elemanların elindedir. Tektipleştirme ve çoğulcu üniversite yapısıyla biat kültüründen uzak olan üniversite kurumlarını sindirmektededir. Aleni bir şekilde dokunamadıklarını, "terörist", "terörist destekçisi" , "komünist" , "vatan haini" gibi yaftalamalarla akademisyen ve öğrencileri bir yargı kurumunun dahi kararı olmadan halkın önünde "uydurma" suçlamalarla suçlu göstermektedirler.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı bir açıklama da, "Türk üniversiteleri tarihlerinin en özgür, en güçlü dönemini yaşıyor." Veriler bunun aksini söylüyor.
Üniversitelerde, "gestapo 2018" yarattılar. Girmedikleri sızmadıkları makam, mekan izlemeye sorgulamaya alamacağı insanlar olmadığı bir korku akademesi oluşturuldu. Üniversitelerden çok , karakol hissini uyandıran kapısında toma , kampüs içerisinde çevik kuvveti, sivil polisiyle heran dinlemekte izlemekte olan bir iktidar. Parasız, bilimsel , eşit eğitim talepleri olan öğrencileri tutukladılar. İfade ve düşünce özgürlüğü bir hayal oldu. Türkiye tarihinin en yüksek mahkum öğrenci sayısına AKP iktidarı döneminde yaşanıyor. Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü 70 bin öğrenci var. Bu rakama, tutuksuz yargılanan ya da uzun tutukluluktan serbest bırakılan ve yargılaması devam öğrenci de eklenince sayı 100 binin üstüne çıkıyor. Yani her üç mahkumdan biri öğrenci.
AKP'nin üniversitelere saldırmasında kırılma noktası OHAL öncesinde yayınlanan Barış Bildirisidir. 2015-16'da Güneydoğu'da yaşanan olayların bir parçası olarak gerçekleşen çatışma ve operasyonlar sırasındaki sokağa çıkma yasaklarının ve şiddetin sona ermesi için çağrı yapan toplumu kavramış ve içselleştirmiş bir grup akademisyen bu bildiriye imza atmışlardı.. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın , "Tiksiniyorum", "Aydın müsvvettesi" , "cahil" , "Haddini bilmesi lazım" gibi sert çıkışmalarıyla 404'ü ihraç, 516'sı ise iş kaybına uğradı.
Her üniversitenin kendi içinde seçim yapılarak seçtiği rektörlerin yerine , Saray'dan atanan yandaşlarını, darbe kurumu Yök aracılığıyla bu nitelikli, dereceli üniversitelere rektör yapıldı. İstanbul Üniversitesi'nde en yüksek oyu almasına rağmen Raşit Tükel yerine, Mahmut Ak'ı, Odtü'de en yüksek oyu alan yerine Verşan Kök'ü, Boğaziçi Üniversitesi’nde yüzde 86 oy alan rektör adayının yerine seçime bile girmemiş bir isim rektör olarak atanmıştı...
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine uyum için çıkarılan (!) 703 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle kaldırılan ‘rektörlerin profesör unvanına sahip olma şartı’ yeniden getirilmişti. "Dünyanın en büyük 500 üniversite arasında esamesi okunması" için düşünülmeden verilen kararlar hangi büyük aklın fikriydi, acaba? Eş-dost, çoluk-çocuk, aile eşrafıyla üniversiteleri dolduran yandaş bolca... Örneğin; Bitlis Üniversitesi Rektörü, ailecek üniversiteyi yönetiyor. Rektör Mahmut Doğru'nun eşinin kuzeni Serdal Özbay: Üniversite Genel Sekreter Vekili oldu. Oya Özbay, Serdar Özbay'ın eşi: Mimarlık-Mühendislik Fakültesi'nde sekreterliğe getirildi. Rektörün yakın çevresinden Salih Aygün: Kültür Sağlık ve Spor Daire Başkanlığı'na atandı. Aygün, Kültür Sağlık ve Spor Daire Başkanlığı'na atanmadan önce Tatvan Belediyesi Mezbaha Müdürü'ydü. Talat Özbay, Serdar Özbay'ın yeğeni: Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü'nde fotoğrafçı olarak görevlendirildi. Özbay'ın yüzde 40 görme kaybı bulunuyor. Mezbaha Müdürü Salih Aygün'ün amcasının oğlu: Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı'na getirilmişti.
Türkiye'de toplamda 206 üniversiteye ayrılan ödenek 33 milyar lirayken, tek başına Diyanet'e ayrılan ödenek 7.7 milyondur. Parasız eğitim, yurt, yemekhane, fotokopi ve kitap zamları gibi temel talepleriyle söz söylemek isteyen öğrencileri tutukladılar. Bu talepleri yerine getirmektense, gelecekleri cemaat yurtlarına teslim edildi. Bir bilim adamı çalışmalarıyla göz ışıldadacakken, öğrenci ve akademisyenlerin sorunlarına yakın bir noktada durması gerekirken , İTÜ Rektör'ü 400 bin liralık makam aracıyla gündem olmuştu.
Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen "2017-2018 Akademik Yılı Açılış Töreni"nde 100 yakın üniversite kuran AKP iktidarı, Türkiye'de sadece 10 üniversitenin araştırma yapabilir olduğunu tespit etmişti. Bunlar arasında sindirme politikalarının bir parçası olan üniversitelerde var. Ankara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi. Ocak 2018'de, Dünyaca ünlü yükseköğretim derecelendirme kuruluşu QS, Türkiye’deki üniversiteleri "alan bazlı" olarak dünya üniversiteleri ile karşılaştırmıştı. QS Dünya Üniversite Sıralamaları’nın verilerine göre dünyadaki ilk bin üniversite içerisine Türkiye’deki 186 üniversiteden sadece 10 üniversite girebildi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ilk sırada yer aldığı değerlendirmede Cumhurbaşkanı'nın "yerli ve milli değil" diyerek eleştirdiği Boğaziçi Üniversitesi ve "solcu, ateist ve terörist" olarak değerlendirdiği ODTÜ ilk beş üniversite arasında yer aldı.
PASİF DİRENİŞ Mİ?
Üniversitelerin esamesini okudular. Kimler mi? Makamlar, ünvanlar, koltuklar ve intikamcılar... Konuştuğunuz takdirde yitirebileceğinizden korktuğunuz bütün o makamlar ve unvanlar, bilim insanı onurunuzdan daha mı değerli? Bütün o makam ve ünvanları asıl değerli kılan, saygınlığı ile donatan, onları taşıyan insanların akademinin onurunu korumaya, hem de ne pahasına olursa olsun korumaya yönelik kararlılıkları değil midir? Kimi zaman, özgür akademi onurunu savunmak, unvanları ve makamları reddetmekle gerçekleştirilebilecek bir eylem niteliği kazanmaz mı? Bu bir pasif direniş mi? Egemen çevrelerin ve siyasal iktidarın, özellikle de nüfuzlu politikacıların toplumsal çıkarlarla bağdaşmayacak kararlarına karşı kamu yararını gözeterek bir şekilde çözüm üretmeyi görev haline getirmeyi üniversitelerin toplumsal misyon olarak kabul görmesi gerekmektedir. Memleketimizde yaşanan hukuksuzluklara karşı, hukuk fakülteleri susuyorsa, büyük bir ekonomi krizinin içinde olan ülkemizde iktisat fakülteleri susma hakkını kullanıyorsa, sağduyunun kaybedildiği, bölünmenin ve kimlikleşmenin hat safhada yaşandığı ülkemizde insan ve toplum fakülteleri safdışı ise bırakın dünya sıralamasını , üniversitelerin esamesini okuturlar. Bu toprakların ender ürünlerini, en umut dolu tohumlarını sağa sola saçılıp başka ülkelere ekildiğinde ise, beyin göçüne karşın "çağrı" ve "tedbirler" için artık çok geç kalınmış olur.