YÖK’ün 42. Yıldönümü: Üniversiteler, sermaye faaliyetini yürüten mekanizmalar haline geldi
Dicle Üniversitesi İletişim Fakültesi akademisyenlerinden Dr. Yılmaz Alışkan ile YÖK'ün yıldönümü dolayısıyla, akademik sorunları ve toplum üzerindeki etkisi üzerine konuştuk.

Rojhat ABİ
Diyarbakır- Yükseköğretim Kurulu (YÖK) 42 yıl önce, 6 Kasım 1981’de, 12 Eylül darbesinin ertesinde kuruldu. Anayasa’da yer alan 2547 No’lu Yükseköğretim Kanunu’nda bugüne kadar yüzlerce değişiklik yapılmış olsa da YÖK’ün yükseköğretim ve akademi dolayısıyla da öğrenciler üzerindeki tahakkümü farklı biçimler alarak sürüyor. Türkiye’deki üniversitelerin tarihine bakıldığında, YÖK’ün kuruluşu nasıl ki bir miladı teşkil ediyorsa, bugün de YÖK’ün ne olduğunu düşünmek, yeniden hatırlamak ve zamanla geçirdiği dönüşümü tartışmak gerekiyor.
YÖK’ün 42. kuruluş yıldönümü nedeniyle Dicle Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi Dr. Yılmaz Alışkan, YÖK'ün yıldönümünü, bugün için ne anlam ifade ettiğini, akademisyenlerin yaşadığı sıkıntıları, öğrencilerin sistemdeki yeri ve üniversite yönetimlerindeki temsilleri ile ilgili Artı Gerçek’in sorularını yanıtladı.
Bildiğimiz gibi üniversitelerde YÖK ile geçen 42. Yılı geride bıraktık. YÖK nasıl doğdu, YÖK’ün doğuşu akademi dünyası için ne ifade ediyor?
Aslında YÖK, bilindiği gibi 12 Eylül askeri cuntasından sonra kuruldu. Tabi bu darbe Türkiye’deki sol muhalefetin, ülke dinamiklerine etki etmesiyle birlikte sermaye sınıfının bu sol yükselişi bir anlamda yok etmek için ortaya koyduğu bir askeri cuntadan bahsediyoruz. Askeri cuntanın yalnızca askeri müdahalesi yoktu. Onun dışında kültürel alanda ve diğer alanlarda da belli noktalarda müdahalelerde bulundular. Üniversiteler tabii ki en fazla etkilenen alanların başında geldi. 12 Eylül darbesinden sonra üniversitedeki hem gençlik hem de akademi ciddi anlamda baskıyla karşı karşıya kaldı.
Bahsettiğiniz baskılar nelerdi?
Bu baskılar, görevlerden uzaklaştırılan veya sürgün edilen akademisyenler şeklinde başladı. Daha sonra öğrenci dernekleri yasaklandı, öğrenci kulüpleri kapatıldı. Bir anlamda Türkiye’de ses getirebilecek cenahın sesi bu noktada üniversite merkezinin zapturapt altına alınarak kesilmeye çalışıldı. Tabi bu belli noktalarda özellikle 1980 sonlarına doğru aşılmaya çalışılan ve öğrenci hareketini tekrar devreye girmesiyle yeniden bir diriliş sürecini başlattığını biliyoruz. Doksanlardan itibaren ele aldığımızda da bir noktada YÖK’ün sermayeyle çok daha iç içe geçtiği bir üniversite algısı olduğunu görüyoruz.
ÜNİVERSİTELER, SERMAYE FAALİYETİNİ YÜRÜTEN MEKANİZMALAR HALİNE GELDİ
Nasıl bir algı?
Şöyle ki; Özal iktidarından sonra üniversitelere bir misyon biçildi ve neoliberal politikaların toplumda yayılması için üniversiteleri bir merkez olarak kullandılar. Günümüzde de temel olarak üniversitelere baktığımızda bu ideolojik saldırının hakim olduğunu görüyoruz. Yani üniversitelerin tarihsel olarak kamu için bilgi üreten merkezler olmak yerine artık sermayenin gündelik, dönemsel çıkarları için faaliyet yürüten bir mekanizma haline geldiğini görüyoruz. Bu da aslında hem derinlikli bilginin hem entelektüel anlamda geniş bilginin üretilmesi yerine, daha sığ, daha teknik alana odaklanan üniversiteler yarattı.
YÖK’ün oluşturmak istediği bu algı üniversitelere pratikte nasıl yansıdı?
Yansıma hem akademisyenlere hem de öğrencilere müdahale ile oldu. Mesela öğrenci harçlarını protesto eden öğrencilerin ya da YÖK protestolarını gerçekleştiren öğrencilerin, öğrenciliklerine son verilmesi veya okuldan uzaklaştırılması gibi YÖK’ün ortaya koymuş olduğu algının öğrencilere ve üniversitelere yansıması oldu. Tabii bu müdahaleler ile birlikte yargı süreçleri de başlamış oldu. YÖK disiplin önergesiyle birçok öğrenci ve akademisyen yargıladı. Bu yargılamaların çoğu zaten bölge mahkemelerinden dönüyordu. Mahkemeler bu cezaları ve disiplin yönetmeliğini aslında yasalara ve anayasaya aykırı yönetmelikler olarak nitelendirebiliyordu. Bu yüzden birçok öğrenci geri dönüp öğrenimine devam ediyordu. Tazminat da alıyordu. Ama yıllarını ve özgürlüklerini kaybettikten sonra bu gerçekleşiyordu.
YÖK TARTIŞILAN BİR KURUM OLMAKTAN ÇIKTI
Günümüze dönersek, YÖK, bugün eskisi kadar etkili mi? Zira bugün Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile üniversitelere kayyım rektörler atandığını biliyoruz. YÖK’ün bugün akademi ile olan ilişkisi için neler söyleyebilirsiniz?
Ülkede özellikle 2000’lerin başında ve ortalarına doğru bir noktada YÖK’ün yavaş yavaş etkisinin yani, politik arenada etkisinin tartışılmaya başlandığını görüyoruz. 2010’lardan sonra ise YÖK, Türkiye’de tartışılan bir kurum olmaktan çıktı.
Neden?
Bunun temel nedeni baskısını azaltılması değil, aslında baskının bir anlamda yön değiştirmesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki; bizim dönemimizde, üniversitelerde YÖK’ü protesto etmek bir gelenekti çünkü ciddi anlamda bir baskı aygıtı veya baskı aracı olarak nitelendiriliyordu. Ama günümüzde mesela YÖK’ün başkanının kim olduğunu bile bilmiyorum. Biz eskiden bilirdik. Kendisi çıkar, demeçler verirdi, o demeçlere karşılık verilirdi. Olaylar olurdu. Ama günümüzde mesela başkanın kim olduğunun kimse için bir önemi de kalmadı. Artık YÖK’ü de aşan bir mekanizma ile karşı karşıyayız.
BARIŞ AKADEMİSYENLERİNE YAPILANLAR KORKU İKLİMİ YARATTI
Bu nasıl bir mekanizma?
Mesela günümüzde Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, aslında bütün bu mekanizmaları içerisinde toplayan ve bunların üstünde konumlanan bir yapı. Bugün insanlar artık YÖK’ün ne dediğinden çok Cumhurbaşkanı kararnameleri veya yönetmelikleriyle nasıl atamalar yapıldığını öğrenmeye çalışıyor. Bilindiği gibi üniversitelerde özellikle 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan atmosferde özellikle barış akademisyenlerinin başına gelenler ciddi anlamda Türkiye’nin akademi alanında bir korku iklimi yarattı. Bu korku iklimi temel olarak akademisyenlerin, içe dönük bir çekilme, kendi alanlarına çekilme, kendi alanlarının dışında hiçbir temas kurmama olabildiğince demeçlerden veya imza kampanyalarından kaçınan bir hal almaya başladı.
‘SUSKUNLUK SARMALI TOPLUMSAL ÇÜRÜMEYE NEDEN OLUYOR’
Yaratılan korku ikliminin tarihselliğine ve bugüne bakacak olursak, Türkiye’deki akademi ne durumda?
Öncelikle bu korkunun anlamsız olduğunu söyleyemeyiz. Korkunun ciddi anlamda bir karşılığı da var. Ama akademinin temel misyonu olan topluma yön verme veya akademinin toplum için bilgi üretme azminin bu baskıyla da tamamen durdurulamayacağı önümüzdeki dönemlerde anlaşılacaktır. Zira tarihin her döneminde egemenler için ters veya egemenler için sıkıntı oluşturabilecek söylemlerde bulunan bilim insanları ve düşünce insanları çıkmıştır. Bugün de sonraki süreçlerde de çıkacaktır. O düşün insanlarının bir kısmı da akademiden, üniversitelerden çıkıyordu. Bizim toplumumuzda maalesef son dönemlerde akademi bu toplumsal sorunlara cevap üreten toplumsal sorunların çözülmesi için bilgi üreten bir mekanizma olmaktan çıktı. Yani bunu bir suskunluk sarmalı olarak da açıklayabiliriz. Bu da bir noktada toplumsal çürümeye neden oluyor. Toplum bir anlamda susturulmaya çalışıldığında önce en çok konuşan insanları susturursunuz. Ve konuşan insanlar konuşmadığı süre içerisinde toplumda bu konuşmama hali yaygınlaşmaya başlar.
Bahsettiğiniz suskunluk sarmalının neden olduğu toplumsal çürüme, üniversitelerin ve/veya toplumun temel dinamiği diyebileceğimiz öğrenciler üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?
Bugün öğrencilerin üniversitelerde artık bir kurucu unsur olmanın da ötesine geçerek bir nesne pozisyonuna itildiğini görüyoruz. Bu da aslında öğrencinin derste konuşurken ‘daha dikkatli’ davranmasına, öğrencinin bir anlamda yaşamını idame ettirebilmesi için part-time veya full-time çalışıyor olmasına ve ekonomik krizin de yaratmış olduğu yıkıcı etkiden kaynaklanıyor. Almış oldukları burs miktarları ve kredi miktarları kendi temel yaşam giderlerini sağlamakta bile yetersiz kalıyor. Derslerine giremiyorlar. Bu da ciddi bir aidiyet sorunsalına yol açıyor. Öğrencilerin kampüslerde aidiyet duygusunu çok derin bir şekilde yaşadıklarını düşünmüyorum.
Son olarak, sizce ne yapmalı?
İnsanlık tarihi her dönemde belirli geri çekilişler yaşıyor. Yani insanlık tarihi sürekli düz bir çizgi üzerinde ilerlemiyor. Tarihsel aklı olan insanlar bunu görebilir. Zaten bizim de bu en karanlık dönemde sığındığımız en önemli liman tarihsel akıldır. Tarihsel akla sığınmak zorunda kalıyoruz. Bu döneminde bir noktada biteceğini biliyoruz. Akademi başta olmak üzere toplumun farklı kesimlerinde bulunan insanların alternatif söylemler geliştirme, bilgi üretme metotlarıyla ürettikleri bilgileri devam ettirmeleri gerekiyor. Bu noktada toplumdaki farklı odakların belki de benzer gündemlerde ortak ses çıkartmaları gerekiyor. Bunun Türkiye’de oluşan karamsar havayı en azından dağıtabileceğini söyleyebiliriz. Bu süre zarfı içerisinde bilimsel mücadeleyi bir araç olarak kullanarak egemen ideolojiyle bir şekilde entelektüel düzeyde mücadele etmek gerekiyor. Alternatif yol ve yöntemler üzerine tartışma yürütmek, daha etkin kongreler, konferanslar yapılarak başta akademisyen olmak üzere alternatif bir yöntem ve metodolojinin bulunması gerekiyor. Diğer türlüsü gerçek anlamda hepimiz için karanlık bir sürecin devam etmesi anlamına geliyor.
Yılmaz Alışkan kimdir?
Yılmaz Alışkan, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimler Fakültesi İletişim Bölümünde 2008 yılında lisans derecesini aldı. 2015 yılında Medya ve Kültürel Çalışmalar alanında Yüksek Lisans ve 2021 yılında da Doktora derecesini İngiltere’de bulunan Sussex Üniversitesi’nde tamamladı. Alışkan, şu an Dicle Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümünde çalışmalarına devam etmektedir.