Bekir Ağırdır: Eksik Türkiye’yi nasıl yöneteceksiniz?

Bekir Ağırdır: Eksik Türkiye’yi nasıl yöneteceksiniz?
KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır, Gazete Oksijen için kaleme aldığı yazıda Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tabloyu değerlendirdi...

Artık son etaba girdik sayılabilir. Resmi tarihi Haziran 2023 olsa da 2022 sonbaharında yapılma olasılığı yüksek 21’inci genel seçimlere kadar 12 ila 18 ay kaldı önümüzde.

İktidarı oluşturan zihni koalisyonun her bir aktörünün ortak plan ve hedeften ayrı başka planları olsa da henüz bunları açık biçimde anlayamıyoruz. Ama iktidar blokunun ana oyun planı belli sayılır. Ekonomik gidişatın olumsuzluğu ve olası büyük krizin yaklaşmakta oluşuna dair her gün birçok görüş ve uyarı okuyoruz, dinliyoruz. Kaldı ki sayısal olarak tüm makyajlama çabalarına karşın enflasyon ve işsizlik gibi her bir haneye değen gerçek derdin boyutu ve harareti her gün yükselmeye devam ediyor. Ülkenin yarısı borçlu ve her 10 kişiden 8’i borcunu ödemekte zorlanıyor. Pandemi can almaya devam ediyor ve neredeyse her gün ortalama 250 can gidiyor. Eğitim sistemi yalnızca güncel dertleri nedeniyle değil ülkenin geleceği için de hiçbir katkı üretemeyecek kadar çökmüş durumda.

İktidar şu ayrımı görmüyor:

10 yıl, 15 yıl önce ekonomik başarı anlatısının umut yaratıcı bir yanı ve etkisi vardı. O gün insanlar ekonomik kalkınmanın kendilerine değeceği güne dair bir beklenti içine giriyorlardı. Bu beklentiyi besleyen eğitim, sağlık, sosyal politikalar gibi alanlarda gündelik hayatta da yaşanan öncesine göre düzelme politikaları ve sonuçlarıydı.
Bugün toplumsal bellekte biriken bilgi ve deneyim tersini söylüyor. Gezi’den beri gözlenen ve giderek her yıl daha da ağırlaşan ekonomik ve siyasi krizlere karşı iktidar yeni bir başarı üretemiyor. Başkanlık sistemi üzerinden bir umutlanma iklimi yaratılmış olsa da başkanlık sisteminin aşırı vaatlere dayanan ve adeta bir sihir ima eden dili bugün deneyimlenenler nedeniyle artık çalışmıyor. Her beş kişiden üçü eski sisteme bile razı. Toplum kendi hanesindeki enflasyon ve işsizlik derdinin ne olduğunu, eğitim ve sağlık sistemindeki çöküşün nasıl olduğunu bizatihi kendi hanesinde yaşıyor.

İktidarın bugünkü her şey iyiye gidiyor söylemi toplumda iktidarın gerçeklikle ilişkisinin bozulduğu algısını güçlendiriyor. Hele orman yangını ve sel mağdurlarına çay dağıtmak, daha yangın sürerken traktörü yanmış birisine traktör verdik gibi günün duygularını hafife alan görüntüler kendi seçmenince bile yadırganıyor.

Medyanın ne anlattığı değil bizatihi her bir hanenin yaşadıkları algıyı belirliyor. Artık bugün iktidarın pembe söylemleri umut değil öfke üretiyor. Toplumun üçte ikisi de artık iktidarın gerçeklerden ve toplumdan uzaklaştığı kanaatine varmış durumda. Kaldı ki iktidar orman yangını, sel gibi ağır meseleler karşısında bile biz ve onlar ayrımı yaparak, diğer partilere karşı kullandığı dil ve uzlaşmaz görüntüyü en küçük ilçede, yerellerde her gün yeniden tekrarlayara siyasi rekabet yaptığını sanabilir.

İktidar İstanbul’da metronun sembolünü değiştirmeye kalkışacak kadar trajikomik hale gelen, yerel yönetimlerin hizmet fırsatlarına, sosyal politikalarına doğrudan ve açıktan engel olacak kadar partizanlığın esiri olmuş uygulamaların kendi tabanında bile sorgulandığını görmüyor. Ya da ne olduğunu görüyor ve el artırmaya devam ediyor.
Üniversite ve öğrenci yurtlarında Kuran kursları açma projesiyle de muhalefetin yapamadığını başarıyor bir bakıma. Önümüzdeki seçimin ‘Erdoğan mı rakibi mi’ gibi bir siyasi makam rekabetinden sistem ve gidişat rekabetine dönüşmesine neden oluyor.

İktidar bloğu bir yandan seçimin Erdoğan ve rakibi ekseninde geçmesini arzuluyor. Eğer bunu başarırsa Erdoğan’ın önceki dönemlerde olduğu kadar seçmeni etkileme, dönüştürme kapasitesine güveniyor ama Erdoğan’ın bu siyasi maharetindeki ve seçmeninin bu etkileşime açık oluşundaki gerilemeyi görmüyor. Diğer yandan Batı karşıtlığından, dünyanın karmaşıklığından ve küresel bölüşüm kavgasından beslenerek birlik, beraberlik söylemine yükleniyor. Ama kurduğu dil yalnızca ahlaki veya siyasi bir arzudan çok hayatı tekleştirmeyi, toplumun değil devletin bekasını önceleyen bir dil. Tüm bu soyut anlatılar da hanenin geçim ve can derdi gibi somut meselelerinin harareti nedeniyle önceki etki gücünün çok ırağında kalıyor.

Gezi’nin palalısının fuhuş yöneticisi olduğunun ortaya çıktığı haberlere, suç örgütü liderinin itiraflarına, Sezgin Baran Korkmaz vesilesiyle ortaya çıkan mala çökme çetelerinin haberlerine kendine bağımlı yargı eliyle erişim engeli getirterek bu işlerde payı olduğu algısının yok olmasını hedefliyor. Ama bu kısıtların algıları daha da güçlendirdiğini görmüyor iktidar. Ama o zaman da iktidarın cevaplaması gereken ve seçmenine de anlatması gereken soru şu: Seçimi kazansa bile yurttaşlarının yarısının etnik ve inanç aidiyetlerindeki, yaşam biçimi ve siyasi tercihlerindeki farklılıklar nedeniyle canını sıktığı, düşman gördüğü bir ülkeyi nasıl yönetecek? Ya da eksik bir Türkiye hayal etmeyeceğine göre ülkeyi yeniden zor kullanmadan nasıl bütünleyecek?

İktidarın kutuplaşmayı artırarak seçmenin oy tercihini kültürel kimliğinden yola çıkarak belirlemesine zorlayacağı bir seçim süreci tasarladığı anlaşılıyor Bunu zorlamak için de Diyanetin ve İslamcı cemaatlerin de tüm güçleriyle sahne aldığı şoven ve dini bir söylemle seçmeni değişimin kaos üreteceği gibi bir zihni iklime sıkıştırmaya çalışıyor.
Bu amaçla da içeride ve dışarıda her mesele daha da çok ölüm kalım meselesi haline getirilecek, bir bakıma doğal ve olası her türlü gerilimin ateşini düşürmek yerine gerilimlerin olduğundan daha büyük hale getirilmesi beklenebilir.

Buna karşılık, muhalefet blokundaki partiler henüz seçimin ana dinamiği konusunda tam bir mutabakat üretmiş değiller. Seçimi "Erdoğan mı öbürü mü" ekseninden sistem ve gidişat eksenine çevirmeleri gerekiyor. Bunu yapabilmeleri için de önce ülkenin temel tercihi, yönü ve ilkeleri konusunda temel bir uzlaşma üretmeleri gerekiyor. İkinci katman geçiş sürecinin planlanması. Karşı karşıya olduğumuz güncel meseleler o denli ağır ki seçim sabahı her şey çözülmüş olmayacak. Her şeyden önce seçilen kişi bugünkü tek kişiye bağımlı hale gelmiş, güçler ayrılığı, denge denetleme mekanizmaları yok olmuş, bu denli merkeziyetçi bir gücü olan, bilgisizlik, hukuksuzluk, yolsuzluk konusunda bu denli savrulmuş kadroların elinde olan bir sistemin başına gelecek. Üçüncü katman ise adayın ve kritik kadrolara adayların kimler olacağı konusu. Sistem tercihi ve geçiş dönemi politikalarının ilkeleri ve hedefleri konusundaki uzlaşmalar sonrası ancak bu ilke ve politikaları taşıyacak, temsil edecek adaylar kimlerdir sorusu gündeme gelebilir.

Halbuki kamuoyu ve siyasetçilerin büyük kısmı aday meselesiyle meşgul. Elbette her partinin kadrolarının siyasi kariyer arzuları ve beklentileri var. Ama öncelikli meselenin gidişat olması gerektiğini herkesin içselleştirmesi ve seçimi kazanabilmeleri için bunun ön şart olduğunu görmeleri gerek. Anketlerdeki seyre, iktidarın toplumsal desteğindeki çözülmeye bel bağlamak, kendi başarılarına değil iktidarın başarısızlığına bel bağlayan bir strateji, beklenmeyen sonuçlar doğurabilir de.

Seçmen gidişattan rahatsız, ama hala da başka bir gidişatın mümkün olabileceğine inanmış değil. Hala seçmenin yarıya yakını siyaset marifetiyle bu sorunların çözülebileceği konusunda umutsuz. Siyasi aktörler bu umudu inşa edemedikçe, gündemi belirleyemedikçe de duygusal, öfkeli bireysel tepkiler karşılıklı korkuları çoğaltıyor, kutuplaşmayı diri tutuyor.
Bu nedenle eğer muhalefet yeni bir umut ve iddiaya seçmeni ikna edemez ise seçime katılım düşebilir. Bunun sonucunun kime yarayacağı ise öngörülemeyebilir.

Muhalif blok, seçmeni kimlikler ve kutuplaşmalar dışında düşündürtmek ve oy verdirtmek istiyorsa bunun yolu ilkeler ve hedefler üzerinden bir ittifak oluşturmak. Bu ilkeleri ve hedefleri de son derece şeffaf biçimde toplumla beraber tartışarak uzlaşmak. Ancak o zaman iktidarın ‘kim kiminle’ dili ve düşmanlaştırması bertaraf edilebilir. Ancak o zaman endişeli modernler de endişeli muhafazakarlar da Kürtler de bu uzlaşmada, geçiş dönemi politikalarında ve yeni bir Türkiye hayalinde kendilerini var hissedebilirler.

Bugün partilerin kurumsal mekanizmalarında bu gereklilik henüz tam kavranamamış olsa da en azından liderlerde belirli bir kabul noktasına gelindiği gözleniyor. Zaman zaman duyulan farklı çıkış ve söylemler biraz da partilerin masaya kuvvetli biçimde oturma arzularının ifadesi sayılabilir. Sivil toplum aktörleri de bu sürece tarafların ilişki ve diyalog zeminleri oluşturarak, tartışma, ikna, uzlaşma alanları açarak dahil olabilir. Ülkenin geleceği yalnızca liderlerin değil herkesin bu sürece nasıl dahil olacağına bağlı. Herkesin, her gün birbirini sınaması ancak güvensizliği, kutuplaşmayı artırır. Kutuplaşmanın sürmesi ve seçim sürecinin bu kutuplaşma üzerinden yürümesi de sürecin, seçmenin ve geleceğin bazı iktidar ortaklarının da bazı kötücül dış aktörlerin de manipülasyonlarına, provokasyonlarına açık hale getirir.

Bu yazının tamamı Gazete Oksijen’de yayınlanmıştır. Özetini yayınladığımız yazının orijinali bu linkte...



 

Öne Çıkanlar