Demokrasi Konferansı emek, özgürlük, adalet talebiyle başladı: Bu, Deniz Poyraz'ların konferansıdır

Demokrasi Konferansı emek, özgürlük, adalet talebiyle başladı: Bu, Deniz Poyraz'ların konferansıdır
'Türkiye'yi yöneten otoriter rejim hakların ileri sürüleceği kamusal alanları iyice daralmıştır. Bu konferansın amacı bu kanalları açmak ve bir demokrasi hareketi başlatmaktır.'

Yağmur KAYA


ARTI GERÇEK- Demokrasi Konferansı Bileşenleri, "Emek, adalet, özgürlük" sloganıyla İstanbul Yenikapı'da bulunan Mimar Kadir Topbaş Gösteri ve Sanat Merkezi'nde Demokrasi Konferansı düzenledi. 

'BU KONFERANS BİR BAŞLANGIÇ'

Konferansın açılış konuşmasını yapan Rıza Türmen, bu konferansın hak arayınların, hakları gasp edilenlerin, ezilmişlerin, dışlanmışlarının konferansı olduğunu söyledi. Türmen, "Bu konferans Deniz Poyrazların konferansı" diyerek özgürlük, adalet, eşitlik ve iş taleplerinin temelinde demokrasi talebi olduğunu vurguladı. Türkiye'de hakların ileri sürüleceği kanalların kapalı olduğunu söyleyen Türmen, "Türkiye'yi yöneten otoriter rejim hakların ileri sürüleceği kamusal alanları iyice daralmıştır. Bu konferansın amacı bir yandan bu kanalları açmak, sesi duyulmayanların sesini duyurmak, öte yandan bütün hak taleplerini bir demokrasi programı çerçevesinde birleştirmek ve buradan hareketle ülkeyi, toplumu yeniden inşa edecek bir demokrasi hareketi başlatmak. O nedenle bu konferansın bir son değil, bir başlangıç olduğunu söylüyoruz" dedi. 

Türmen'in ardından Emek Çalışma Grubu adına Özgür Karabulut söz aldı.

Karabulut şunları söyledi: "Bizler; çalışabilen ya da işsiz; kadın ve erkek; kayıtlı ve kayıtdışı; yerli ya da göçmen; işçi, memur, sözleşmeli, taşeron vb. çeşitli istihdam biçimlerinden işçi sınıfının üyeleriyiz. Hepinizi, grevlerden direnişlerden, çeşitli mücadele alanlarından işçi sınıfı adına saygıyla, sevgiyle selamlıyoruz. Çalışma yaşamının insanileştirilmesi ve dolayısıyla çalışma yaşamında demokrasi mücadelesinin, genel demokrasi mücadelesinden ayrı ele alınamayacağını, demokratik bir devletin inşası mücadelesinin aynı zamanda emek alanının da demokratikleşmesi anlamına geldiğinin farkındayız. Bu bakımdan, ekonomik alan, siyasal alan ayrılığı olarak ifade edilen ve bu dolayımla işçi sınıfının ve sendikal hareketin mücadelesini yalnızca iktisadi meselelerle sınırlamak isteyen yaklaşım içinde olmadığımızı özellikle belirtmek isteriz.

Emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin birbirinin ayrılmaz parçası olduğuna inanıyoruz. Bu inançla, insanca çalışma ve yaşam koşulları, eşit, özgür, barış içinde yaşadığımız bir ülke ve dünya için tüm direnenlerle mücadelelerimizi ortaklaştırmak için Demokrasi Konferansı'nın aktif bir bileşeniyiz.

İşçi, memur, sözleşmeli, taşeron vb. gibi bir dizi istihdam biçimleri ile oldukça farklı adlarla çalıştırılan işçi sınıfı nüfusun oldukça büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Giderek büyüyen bu kesim bir dizi sorunla karşı karşıya ve sorunlar çözülmek bir yana daha da artmaktadır. Yaşanan bu sorunlardan bir kısmı yapısal olarak tanımlanabilecek ve uzun dönemdir varlığı sürdüren sorunlar iken, bir kısmı da özellikle pandemi ile birlikte ortaya çıkmış ya da daha yakıcı hale gelmiştir."

SAYIN: BİLİM ALANINDA YÜRÜTÜLECEK MÜCADELE DEMOKRASİ MÜCADELESİDİR

Bilim Akademi Çalışma Grubu adına  Beyza Sayın hazırladıkları bildiriyi okudu. Demokrasi Konferansı'nın, "tüm demokrasi güçlerinin güç birlikteliklerini, talep ve hedef ortaklıklarını belirgin kılmak" amacıyla toplandığını belirtti. 

Bilim-Akademi Çalışma Grubu olarak, Türkiye’deki tüm muhalif bilimcileri, üniversitelerde yaşanan tekno-kapitalist dönüşümü enine boyuna tartışmak, sorgulamak ve bir kolektif karşı irade oluşturabilmek adına bir araya gelmeleri yönünde çağrıda bulunan Sayın, "Kuşkusuz bilim ve akademi alanında yürütülecek örgütlü mücadele özünde toplumsal bir hak ve dolayısıyla da bir demokrasi mücadelesidir ve yalnızca bilim emekçilerinin çabalarıyla sürdürülemez" dedi. 

'ÜNİVERSİTELER ŞİRKETLERE DÖNÜŞTÜ'

Üniversitelerdeki krizin bir demokrasi krizi olduğunu ifade eden Sayın, "Üniversitenin, bilginin meta formuna büründürülerek kapitalist ilişkiler içine çekilmesiyle içine düştüğü 'varoluşsal kriz' ini ve tüm anlamını ve değerini bu ilişkiler bağlamında kazanması nedeniyle yaşadığı "meşruiyet krizi"ni, aynı zamanda bir demokrasi krizi olarak anlamlandırmak mümkündür. Kapitalizmin küreselleşen koşullarında, yaşamın her alanı olduğu gibi bilim ve akademi alanı da sermaye mantığına tabi kılınmakta; sermaye birikiminin öncelik ve beklentileriyle uygun hale getirilmektedir. Eleştirel aklın yuvası ve hasbi bilgi üretim merkezi olması gereken üniversitenin yerini, varlık nedenini kapitalist etkililik ve verimlilik anlayışında bulan, dolayısıyla da işlevselci aklın tüm zafiyetlerini sergileyen bir "girişimci üniversite" almış, bilginin ve eğitim hizmetinin metalaştırılması ve üniversitelerin şirketlere dönüştürülmesi süreci ivme kazanmıştır" dedi.

BAKLACI: TOPYEKÛN BİR MÜCADELE HERKESİN SORUMLULUĞU

Kadın Çalışma Grubu adına Cemile Baklacı söz alarak devletin erkek şiddetine suç ortaklığı yaptığını söyledi.

Baklacı konuşmasına şu sözlerle devam etti: "Türkiye tarihinde, daha önce görülmemiş nitelikte sorunlar gündemde iken, kadın cinayetleri, vahşi şiddet olayları, çocuklara dönük her türden istismar da artıyor. Üstelik bu öyle bir artış ki öne çıkan devasa gündemler bile yaşanan erkek şiddetinin üstünün örtülmesine yetmiyor. Bunda elbette şiddetin artmasına neden olan koşulların derinleşmesi kadar, mücadeleye her koşulda devam eden kadınların, kadın hareketinin de rolü var. Kadınların özgür ve eşit olmadığı, şiddet tehdidiyle sürekli karşı karşıya bırakıldığı, haklarının sistematik bir biçimde saldırı altında olduğu, savaşın, nefret söylemlerinin, ayrımcılığın hüküm sürdüğü bir ülkede demokrasi yoktur. Kadınların eşit ve özgür bir yaşam mücadelesini içermeyen bir demokrasi mücadelesi, kadınların eşit ve özgür bir yaşam için somutlaştırdığı taleplerini asli talepler haline getirmeyen bir demokrasi programı mümkün değildir. Kadınların haklarına yönelik topyekûn saldırılara karşı topyekûn bir mücadele tüm demokrasi güçlerinin sorumluluğu" dedi. 

EMİNE ŞENYAŞAR: GÖZÜMÜN ÖNÜNDE ÇOCUKLARIMI KATLETTİLER, ADALET İSTİYORUZ 

Suruç'ta 2018'de AKP Milletvekili İbrahim Halil Yıldız'ın Şenyaşar ailesine ait işyerine saldırısıyla 2 oğlunu ve eşini kaybeden Emine Şenyaşar Demokrasi Konferansı'na katılarak adalet talebini yineledi.

Kürtçe açıklama yapan Emine Şenyaşar şunları dile getirdi: "Çocuklarım için buraya geldim. Çocuklarımı vurdular. Hastaneye götürdüler orada benim gözümün önünde vurdular. Adalet istiyorum. Bizi dövüyorlar. Katliam yapıyorlar. Hepsi fazivicidir. Yaralı bir oğlum ölümden döndü. Adalet sarayı önünde adalet arıyorum. Polisler bize saldırıyır. Nezarete atıyor. Bize zülm etmeye devam ediyorlar. Sadece insanları öldürüyorlar. Katliamlar yapıyorlar. Ailemin hepsini öldürdüler. Bunların IŞİD'ten farkı yok. Oğlumu bıraksınlar. 4 yıl oldu. Yuvamı yıktılar. Yuvamı dağıttılar. Hiç kimsemiz yok. Lütfen oğlumu bırakın. Evde duramıyorum, dayanamıyorum. Hala bizi takip ediyorlar, tehdit ediyorlar. Onların yaptıkları katliamlarına baksınlar. Bakın kaç kişiyi katlettiler. İnsanların mallarına mülklerine çöktüler. Arazilerini gasp ediyorlar. Dayanışma istiyoruz. Adalet istiyoruz."

FERİT ŞENYAŞAR: DAYANIŞMA İSTİYORUM

Saldırıda iki kardeşini ve babasını kaybeden Ferit Şenyaşar dayanışma çağrısında bulundu ve şunları söyledi: "Babamı ve kardeşlerimi annemin gözü önünde katlettiler. Olay üzerinden 3 yıl geçiyor dosya üzerinde hâlâ gizlilik kararı var. Bu katliamı yapanlar bellidir, teşhis edilmiş ama katliamı yapanlar toplumun için de rahatça dolaşabilirlar. Adalet istiyoruz. Gözaltına alındık. İki sefer gözaltı sonrası gözümüzü açtığımızda kendimizi hastanede bulduk. Biz bunu kabul etmiyoruz, dayanışma istiyorum."

TAR: VARDIK, VARIZ, VAR OLACAĞIZ

Demokrasi Konferansı LGBTİ+ Çalışma Grubu'dan Yıldız Tar konuşmasında, "2015 yılı Türkiye’de LGBT+ hakları ve hareketi açısından önemli bir dönüm noktasıydı" dedi. Uzun yıllardır barışçıl bir şekilde yapılan İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne polis saldırısı ve ardından LGBTİ+’lara yönelik nefretin siyasiler eliyle körüklenmesinin katliam çağrısına dönüştüğünü, kendilerine Genç İslami Müdafaa diyen bir grubun LGBTİ+’ların öldürülmesine çağrı yapan afişleri Ankara sokaklarına astığına vurgu yapan Tar şunları söyledi: "Neredeyse her şehirde 8 Mart eylemlerinde polis LGBTİ+ hareketinin bayrak ve sembollerine saldırdı. Polis, gökkuşağı bayraklarını alana sokmamak adına adeta 'bayrak kapmaca' oynuyor! İktidar bir yandan toplum mühendisliğine soyunarak, LGBTİ+ hareketinin 30 yıldan uzun süredir mücadele ederek yarattığı toplumsal dönüşümü engellemek isterken; diğer yandan heteroseksizm ve ikili cinsiyet rejimi; cinsiyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik, yaşçılık, sağlamcılık gibi diğer ayrımcılık biçimleriyle ittifaklar kuruyor. Kürt, Alevi, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, mülteci, yaşlı, HIV’le yaşayan, mahpus, engelli LGBTİ+’lar iktidarın baskı ve zulüm politikalarının doğrudan hedefi haline geliyor."

ASMA: DENİZLER, SULAR, GÖLLER ÇÖPLÜK DEĞİLDİR

Demokrasi Konferansı Ekoloji Çalışma Grubundan Muzaffer Asma ise şunları söyledi: "Ya kanal ya İstanbul! Vahşi madenciliğe son! Termik santraller kapatılsın! Nükleere hayır! Su haktır ticarileştirilemez! Kıyı yağmasına son! İmar talanına hayır! Denizler, göller, akarsular çöplük değildir! İklimi değil sistemi değiştir... Daha nicelerinin mücadele alanlarından haykırdığı, gözaltılar, tutuklamalar, para cezaları, engellemeler ve en nihayetinde Ali-Aysin Büyüknohutçu çifti ve Metin Lokumcu gibi ekoloji aktivistlerinin katledildiği bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Kapitalist yayılmayı yönlendiren 'Büyü ya da öl' yasasının yaşadığımız ekolojik sorunların temelini oluşturduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla yaşadığımız sorunların sistem sorunu olduğunu bilerek 'İklimi değil sistemi değiştir' şiarıyla hareket ederek bize anlatılan ve sorunların kaynağı olarak gösterilen teknoloji, nüfus ve bireysel insan faaliyetleri gibi cambaza bak numaralarına kanmadan, çözüm diye yutturmaya kalktıkları 'Yeşil Yeni Düzen' ya da 'Avrupa Yeşil Mutabakatı' gibi sistemi yeniden ve yeni rant alanlarıyla rehabilite etme masallarına da kanmayacağız."

EREN: BU GÜNLER GEÇTİĞİNDE GAZETECİ DİRENİŞİ AKILLARDA KALACAK

Demokrasi Konferansı Basın Özgürlüğü çalışma grubu adına Gazeteci Faruk Eren söz aldı. Eren, Türkiye’de medya alanı ve gazeteciliğin hiçbir dönem sorunsuz, demokratik bir ülkede tarif edildiği gibi olmadığı ancak medya üzerindeki baskıların son 10 yılda giderek arttığına dikkat çekti. 

Eren konuşmasında şunları kaydetti: "Yaşanan baskı ortamının, nefes alamama halinin ilk cisimleşmiş hali gazeteciler oldu. Özgürlük ve demokrasi vaat eden AKP, iktidarının ilk yıllarında gazetecilere, karikatüristlere tazminat davaları açarak niyetini belli etti.
İktidarın ilk operasyonları da medya üzerine oldu. Zamanla ana akım medya, tamamen hükümete yakın iş insanlarının eline geçti ve kasıtlı olarak yok edildi. İktidar, çeşitli operasyonlarla medya sahipliğini ya ele geçirdi ya da kendisine biat ettirdi. 

'GAZETECİLER HER GÜN ADLİYE KORİDORLARINDA'

Eleştirel gazetecilik sürekli hedef gösterildi ve cezalandırıldı. Gazeteciler her gün adliye koridorlarında; ya yargılanıyor, ya yargılanan meslektaşlarının haberini yapıyorlar. Üstelik gazeteciler sadece yaptıkları haberler nedeniyle değil, sosyal medya paylaşımları nedeniyle de yargılanıyor. Halen 40’ın üzerinde gazeteci hapishanelerde. Kaç gazetecinin yargılandığı ise tam olarak bilinmiyor. Bu süreçte yüzlerce gazeteci işini kaybetti.
İktidar kimin gazetecilik yapacağına kimin yapmayacağına karar veriyor
20 yıla varan bir süredir gazetecilik üzerinde yürütülen bu operasyon, Demirören grubunun Doğan grubunu ‘satın almasıyla’ sonuçlandı. Artık medyanın yüzde 90’ını aşan bir bölümü doğrudan iktidar kontrolünde.
Gelinen noktada, iktidar kimin gazetecilik yapacağına kimin yapamayacağına karar veriyor. ‘Yargı’ da gazetecilerin ‘devlet tarafından tanımlanmış gazeteci olmadığını’ söylüyor, gazetecilere ceza veriyor. Başbakanlık tarafından verilmesine itiraz ettiğimiz basın kartı Cumhurbaşkanlığı tarafından verilmeye başlandı ve "makbul" gazeteci ile "makbul olmayan" gazetecinin tespit aygıtına dönüştürüldü. Basın kartı olmaması, magazin haberi yapmamak, yargılanan gazetecilerin aleyhine delil olarak sunulmaya başlandı. 
Süreçten en çok etkilenen basın organlarının önemli bir bölümü de Kürt Medyası. Kürt basını tamamen boğulmaya çalışıldı. Özgür Gündem gazetesi kapatıldı. Devamında çalışan her gazeteci ya gözaltına alındı, ya tutuklandı. Ya da tüm bunları göze alarak çalışmaya devam ediyor.
Basın özgürlüğüne yönelik yasama, yargı, yürütme ve üçüncü kişilerden gelen müdahalelerle beraber basın özgürlüğü mücadelesini zayıflatmak için uygulanan sendikasızlaştırma, güvencesiz çalışma dayatmaları da yadsınamaz.
Son olarak, iktidar, ele geçirdiği her medya organının değerini düşürdü, gazeteleri daha az okunuyor, televizyon kanalları daha az izleniyor. Yargıladıkları gazetecilerin yayınları daha çok izleniyor. Bu, umutlanmamız için yeterli bir nedendir. Son 1 yılda öne çıkan unsurlar SGK’dan edinilen verilere göre ülkemizde 23 bin 306 gazeteci var. TÜİK verilerine göre 2020 yılında genel işsizlik oranı yüzde 13,2 iken gazetecilik mezunları içinde işsizlik oranı yüzde 27,7.

'GAZETECİLİK İŞSİZLİK ORANI YÜZDE 40 SEVİYESİNDE'

Güvencesiz ve sigortasız çalışanlar da dâhil edildiğinde gazeteciler içindeki işsizlik oranı yüzde 35-40 seviyesine çıkıyor. 42 gazeteci gazetecilik faaliyeti nedeniyle cezaevinde.
‘Koronavirüs tedbirleri’ bahane edilerek cezaevindeki gazetecilerin hakları ihlâl ediliyor. Gazeteciler aileleri ile iletişim kuramıyor, sosyalleşemiyor, dışarıdan haber alamıyor, sağlık hizmetlerine erişemiyor, kötü hijyen koşullarında cezaevinde tutuluyor. 
Gazeteciler en çok ‘Silahlı Örgüt Üyeliği’ ile ‘Terör Örgütü Propagandası Yapmakla’ suçlanıyor.

Son bir yılda: 57 gazeteci toplamda 144 gün gözaltında kaldı. 6 gazeteci gözaltındayken darp edildi.
101 gazeteci hakkında soruşturma açıldı.
128 davada 274 gazeteci yargılandı.
Gazeteciler toplam 226 yıl 8 ay 25 gün hapis cezasına mahkûm edildi.
TGS 12 cezaevinde 35 gazeteciyle görüşerek hak ihlâllerini kayıt altına aldı.
44 gazeteci fiziksel saldırıya uğradı; 23 gazeteci sözlü olarak tehdit edildi.
62 haber sitesine ve 1411 haber içeriğine erişimin engellenmesine, 13 haberin içerikten çıkarılmasına karar verildi.
RTÜK marifetiyle toplam 7.488.851,00 TL idari para cezası ve 41 defa yayın durdurma cezası verildi.

2019’da 892, 2020’de 322 basın kartı iptal edildi. İletişim Başkanlığı’ndan edinilen verilere göre 15 bin 104 kişide Cumhurbaşkanlığı basın kartı var.
Basın İlan Kurumu gazetelere toplam 212 gün ilân kesme cezası verdi. Cumhuriyet’e 90, Evrensel’e 63, BirGün’e 39; Sözcü ve Korkusuz’a ise toplamda 20 gün ilân kesme cezası verildi.
Tüm bu olumsuz koşullar altında gazeteciler ekonomik ve sendikal hakları için mücadelelerini sürdürüyor:
Sendikal haklar ve toplu iş sözleşmeleri gazetecilik mesleğinin itibarını koruyor, sansüre karşı gazetecileri güçlendiriyor. Akademik çalışmalar, gelir ve iş güvencesinin, editoryal bağımsızlığı arttırdığını ortaya koyuyor.
Pandemi son bir yılda gazetecilerin çalışma koşullarını ağırlaştırırken, çözüm arayışı ‘sendikal aşılama’ oluyor. Daha fazla sayıda gazeteci sorunların kolektif çözümü için sendikalaşıyor. 
Gazetecilerin elinden alınan yıpranma hakkı, bu sene de çözüme kavuşmadı. Meslek örgütleri yıpranma hakkının geri kazanılması için hukuki mücadelesini sürdürüyor.

DEMOKRASİ TALEPLERİ

Basın kartı devlet tekelinden çıkarılmalıdır. Cumhurbaşkanlığı tarafından değil, tüm demokratik toplumlarda olduğu gibi meslek örgütleri tarafından verilmelidir. Mevcut haliyle basın kartları "sakıncalı" görülmeyen bir avuç gazeteciye verilmekte, basın çalışanları ve kurumları üzerinde cezalandırma veya ödüllendirme unsuru olarak kullanılmaktadır.

TBMM gibi sadece turkuaz basın kartıyla girilebilen kurumlar eleştirel gazetecilik yapanlara kapalıdır. Kartı taşımak mesleğin tek kriteri gibi sunulmakta, kart verilmeyen gazeteciler yargılandığında bu durum aleyhlerine delil (!) olarak kullanılmakta, gazeteci kabul edilmemektedirler.

Online medya için çalışan gazeteciler, 5953 sayılı Basın Kanunu (eski 212) dışında tutulduğundan mesleğe tanınan haklardan mahrum kalmaktadır. Internet medyası için çalışan gazeteciler, kanun kapsamına alınmalıdır.

-Basın çalışanlarının güvencesiz ve sendikasız çalıştırılmalarına son verilmelidir. 

Basın İlan Kurumu’nun, basın kuruluşlarını yayın çizgileri nedeniyle cezalandırma aracı olarak kullanılmasından vazgeçilmelidir.

-Muhalif televizyon kanallarını karartma ve para cezalarıyla susturma girişimlerine son verilmelidir. RTÜK, BİK gibi yayıncılığı iktidar kontrolüne alan kurumlar lağvedilmelidir.

Nefret, düşmanlaştırma, aşağılama içeren yayınlara karşı kamu adına denetim yapan, içinde okur ve izleyicilerin de bulunduğu kurumlar kurulmalıdır.

Medya organlarına bu ülkede konuşulan her dilde yayın yapma hakkı tanınmalıdır.

Basın ve ifade özgürlüğü önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Daha fazla demokrasi, insan hakları, kadın hakları, işçi hakları için basın özgürlüğü mücadelesi toplumun tüm kesimleri tarafından yürütülmelidir. 

Tutuklu tüm gazeteciler derhal serbest bırakılmalıdır. Son 10 yılda gazetecilere açılan tüm davalar düşürülmelidir.

-Gazeteci örgütleri ve bu alanda çalışan akademisyenlerle birlikte medya sahipliğine ilişkin düzenlemeler yapılmalıdır.

'UNUTMAYALIM'

Bu ülkede herkese olduğu gibi gazetecilere de baskı var. Ama bu günler geçtiğinde bir gazeteci direnişi de akıllarda kalacak. Her tehdide rağmen gazetecilik yapanlar…

Çocuk Çalışma Grubu adına Hatice Göz okudu. Hakları ihlal edilen ve yaşamını yitiren çocukları anarak sözlerine başlayan Göz, yetişkinlerin çarpık bir çocuk algısına sahip olduğunu ifade ederek gerekçesini şöyle dile getirdi: "Hem uluslararası hem de ulusal hukukta kabul edilen çocuk tanımı, 18 yaş altındaki her bireyi kapsar. Bu yasal tanımın ötesinde, çocuklar yaşamın etkin özneleridir. Bu sebeple haklarına erişmek için yetişkin olmayı beklemek zorunda bırakılmalarının kendisi bir hak ihlalidir. Çünkü çocuklar 'geleceğimiz' değildir; bugün ve burada, bizlerle birlikte yaşayan, kendilerine özel duygu ve düşünceleri olan hak ve özgürlük sahibi bireylerdir.

'Çocukluk ise, insan hayatında ihmal edilemeyecek kadar önemli ve kendine has özellikleri ve ihtiyaçları olan bir dönemdir ve bu anlamda değerlidir. Çünkü çocukluk, yaşam içinde insanın kendini gerçekleştirmek için sahip olduğu olanakları en yoğun şekilde kullanabileceği bir dönemidir. Dolayısıyla, çocukların potansiyellerini gerçekleştirmeleri, biz yetişkinlerin onlara yarattığı olanaklarla, açtığı alanla ilişkilidir. Ancak Türkiye’nin içinden geçtiği dönem çocuklar için olanaklar yaratmak yerine onlar için çok sayıda risk taşıyor; çocukların, yaşadıkları gerçek sorunların, sahip oldukları potansiyellerin görünmez olmasına, seslerinin duyulmamasına yol açıyor. Bu bunlarla sınırlı olmayan pek çok sorunun nedeni; Türkiye’nin de taraf olduğu BM Çocuk Haklarına dair Sözleşmeyi referans alan, her alanı kapsayan, yalnızca sorun odaklı olmayan, geleceğe ilişkin de bakış içeren bir çocuk politikasının olmayışıdır. Türkiye’de hâlâ çocukların potansiyellerini gerçekleştirmelerini sağlayacak bütüncül ve hak temelli bir çocuk politikası yok.

'ÇOCUK HAKLARI İNSAN HAKLARI GÜVENCESİNİN TEMELİ'

Devletlerin, yurttaşı olsun ya da olmasın sınırları içinde yaşayan tüm çocuklara eşit imkânlar sunma ve haklarını gerçekleştirebilmeleri için onlara alan açma yükümlülüğü – sorumluluğu vardır. Çocuk hakları, insan hakları kültürünün yapı taşıdır ve toplumun insan hakları güvencesinin temelini oluşturur.

Çocukları ve onların beklentilerini, ihtiyaçlarını, önerilerini göz ardı ederek demokrasinin yerleşemeyeceğini ve özgür, adil ve eşit bir dünyada bir arada yaşamanın mümkün olamayacağını biliyoruz. BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin temel ilkeleri olan yaşama ve gelişme, ayrım gözetmeme, çocuğun yüksek yararı ve çocukların katılımının önemini bir kez daha vurguluyoruz. Bu doğrultuda; tüm kurumlarıyla birlikte devlet başta olmak üzere tüm yetişkinleri, çocukları ve haklarını göz önünde tutarak, çocuklarla birlikte politika yapmaya ve çocukları ciddiye almaya, onları anlamaya, duymaya ve seslerini duyurmaya davet ediyoruz.

Devletin BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme’de kültürel haklara koyduğu çekinceler sebebiyle ayrımcılığa uğrayan, anadilde eğitim hakkına erişemeyen çocuklar, çalıştırılan çocuklar, mülteci çocuklar, özel gereksinimli çocuklar, LGBTİ+ çocuklar, çocuk mahpuslar, anneleriyle birlikte hapishanede tutulan çocuklar… Haklarından yoksun bırakılan tüm çocuklar için ve çocuklarla birlikte eşit, adil, özgür ve barış içerisinde bir yaşam mücadelemizi sürdürürken, demokrasinin yalnızca yetişkinlerle değil, çocuklarla birlikte inşa edilecek bir yaşam pratiği olduğunu yeniden hatırlatmak istiyoruz.

Çocukları hak sahibi bireyler olarak görmeyen, çocukları yok sayan ve yalnızca yetişkinler tarafından kurgulanan dünyada demokrasinin; çocuklara rağmen ya da çocuklar için değil çocuklarla birlikte mümkün olabileceğini biliyoruz. 

Her çocuğun katılım hakkı olduğu bilinciyle, görüşlerini özgürce ifade edebilmelerine olanak sağlayacak bir süreci çocuklarla birlikte örgütleyecek yol ve yöntemleri bu konferans zeminiyle ve bir araya geldiğimiz kişi ve kurumlarla aramaya devam ediyoruz.

Demokrasi Konferansı Çocuk Hakları/Yetişkin Çalışma Grubu olarak, çocukların yaşamın doğrudan öznesi oldukları, uğradıkları hak ihlallerinin cezasız bırakılmadığı, kapitalizmin ve neo-liberal politikaların dayattığı yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşamak zorunda kalmadıkları, toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlik ve şiddet biçimlerine maruz bırakılmadıkları, eğitime tam ve eşit ulaşabildikleri, kendilerini ifade edebildikleri, karar alma süreçlerine dâhil olabildikleri, kendilerini gerçekleştirebildikleri, mutlu, neşeli, özgür ve barış içerisinde yaşayabildikleri bir dünya hayali kuruyoruz. Ve bunun mümkün olduğunu biliyoruz. 

Çocuk haklarının korunmasına ve geliştirilmesine yönelik yetişkin sorumluluklarımızın farkındayız ve daha demokratik, daha eşitlikçi ve birlikte özgürleştiğimiz bir dünya için herkesi bu sorumlulukları sahiplenmeye çağırıyoruz."

Demokrasi Konferansı Halklar ve İnançlar Çalışma Grubu'dan, Şilan Sürmeli ve Yaşar Güven de ortak açıklama yaptı.

"Bizler, güzel bir gelecek umut eden; yan yana, barış ve eşitlik içinde, özgürce, kardeşçe yaşamak isteyen farklı halklardan ve inançlardan insanlarız" diyen Sürmeli, "Hangi kimlikten olursak olalım, hepimiz biliyoruz ki halkların, inançların, kültürlerin haklarıyla; emeğin, doğanın, kadınların, çocukların hakları ortaktır. Eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde bir yaşamın yolunu arıyoruz. Bugün, farklı halk ve inanç temsilcileri olarak bizler; bu toprakların hak mücadelesi veren tüm toplumsal kesimleriyle birlikte, coğrafyamızdaki bütün kimlik, inanç, kültür ve anadillerin varlığını kabul eden; kimliklerin, kültürlerin ve inançların tüm renkleriyle gelişebileceği eşit, özgür, kardeşçe ve barış içinde bir yaşamın yolunu arıyoruz. Oysa yoğun krizler, kutuplaşmalar, gerginleşen üsluplar, toplumsal fay hatları hepimiz için topyekun bir travmaya dönüşmüş durumdadır. Bu travmadan kurtulmak için Demokrasi Konferansı Halklar ve İnançlar Çalışma Grubu olarak çağrımız, öncelikle dili, kültürü, inancı için mücadele etmek isteyenleredir. Yani önce bizler, en geniş kesimler olarak bir araya gelelim, nasıl bir ülke istediğimizi bu toprakların tüm halklarından ve inançlarından insanlar olarak birlikte konuşalım. Ortak taleplerimizi belirlerken, yarının insanca, onurlu, kardeşçe yaşamı için savunacağımız değerlerimizi ortaya koyalım" diye konuştu.

'ÖZGÜR BİR YAŞAMI BİRLİKTE İNŞAA EDECEĞİZ'

Güven ise şunları söyledi: "Bu topraklarda etnisite ve din ayrımcılığına dayalı pek çok acı yaşandı. Bu acıların bir daha yaşanmaması, daha eşitlikçi, daha özgür bir toplum için yasal düzenlemeler yapılmalı, cesaretle geçmiş ile yüzleşilip geleceğe dair yeni bir vizyon ve misyon belirlenmelidir. Bütün bu taleplerin gerçekleşmesi, omuz omuza, birlik içinde kenetlenmemizle mümkündür. Demokratik bir ülke için programımızı oluştururken, bütün halklardan ve inançlardan kişileri, kurum temsilcilerini, inisiyatifleri, bu çalışmayı birlikte daha da zenginleştirmeye çağırıyoruz. İnsan değerleriyle, haklarıyla insandır. Bu güzel yürüyüş, farkındalıkla başlar: Farkında olan, farklılıkların değerini bilir, korur ve sorumluluk üstlenir. Eşit yurttaş olacağımız demokratik, laik bir ülke için mücadele edeceğiz ve kazanacağız! Geleceğimiz için bir araya gelecek, özgür bir yaşamı birlikte inşa edeceğiz!"

HUKUK VE ADALET: HUKUKİ DENETİM MEKANİZMALARI DEVRE DIŞI BIRAKILDI

Avukatlar Yıldız İmrez ve Eylem Arzu Kayaoğlu Hukuk ve Adalet Çalışma Grubu adına söz aldı. "Anti demokratik anayasalar, darbe yasaları, faşizan ceza sistemi, laiklik ilkesine aykırı, cinsiyetçi, siyasal demokrasinin temel sorunlarının çözümünü içermeyen hukuk sistemi her zaman sorunlu olmuştur" diyen Avukatlar, Türkiye'nin 2016 yılında ilan edilen OHAL düzeni ile birlikte artık bir yasa devleti olup olmadığı da tartışılır hale geldiği belirtildi. 

Avukatlar, OHAL sürecinde tüm hukuki denetim mekanizmalarının devre dışı bırakıldığı ifade edilerek şu sözlerle konuşmalarına devam etti: "KHK'lar ile hak ve özgürlükler Anayasa, AİHS ve yasaya aykırı keyfi sınırlamalara tabi tutulmuş, ceza usul rejimi keyfileşmiş, gözaltı süreleri uzatılmış, avukat görüşü ve savunma hakkının kısıtlandığı koşullarda sistematik işkence ve yasak sorgu yöntemleri uygulanmış, kayıt dışı gözaltı ve alıkoymalar yaşanmıştır. Mevcut hukuk düzenindeki soruşturma, yargılama ve infaz rejimindeki genellik/eşitlik ilkesine aykırı ikili düzenlemeler, OHAL dönemi ve sonrasında, siyasal muhalifler için "düşman ceza hukuku" olarak isimlendirilebilecek bir düzeye ulaşmıştır."

Avukatlar hukuk ve adalet üzerindeki baskılara dikkat çektikten sonra taleplerini şöyle sıraladı: "OHAL yasalarının tümüyle geri çekilmesi, düşünce-ifade-örgütlenme, seçme-seçilme hakkı ve siyasal özgürlükler önündeki tüm yasal ve fiili engellerin kaldırılması, parasız-özerk-bilimsel-anadilinde eğitim hakkının tanınması, toplumsal cinsiyet- inanç-dil ve kültürler arasında eşitlik haklarının sağlanması, işçi sınıfı ve tüm çalışanların sendika, toplu sözleşme ve grev haklarının koşulsuz tanınması, barış hakkının gereği olarak uluslararası hukuka aykırı askeri müdahalelere son verilmesi, Kürt sorununun eşit haklara dayalı, barışçı ve demokratik çözümünün sağlanması; yargı bağımsızlığı ile sav-savunma-karar makamları arasında bağımsızlık ve eşitliği sağlayıcı şekilde evrensel hukuka uygun düzenlemeler yapılması, adliye binaları ile savcılık teşkilatının ayrılması, savcı ve hakimlerin ayrı kurumlarda örgütlenmesi, savcı ve hakimlerin mesleğe alım ve atamalarında özerk mesleki kurumların yetkili olması, baroların ve avukatların bağımsızlığı ve mesleki güvenceleri ile halk adına yüksek yargıda dava yetkileri sağlanmalıdır.

Demokratik hukuk devleti için öncelikle fiili Anayasasızlık ve yasasızlık toplamı olan Başkanlık sistemi, tek adam rejimi sona erdirilmeli, toplumsal ortaklaşmaya dayanan, bireysel ve kolektif temel insan haklarına dayanan demokratik bir anayasa yapılmalıdır."

MELEK ÇETİNKAYA: EMİNE ŞENYAŞAR'I EVLAT ACISIYLA YANIP TUTUŞAN BİR ANNE ANLAYABİLİR

Oğlu askeri okul öğrencisi olan Furkan Çetinkaya’nın annesi Melek Çetinkaya ise şunları söyledi:

"Emine Şenyaşar'ı dilini bilmesekte, evlat acısıyla yanıp tutuşan bir anne anlayabilir.

Beş yıldır çok büyük zorluklar yaşadık. Adaletsizliği iliklerimize kadar yaşadık. Bugüne kadar bizi ayrıştırmışlar. Sokağa çıkıp adalet aramanın ne olduğunu anladık. Sadece kendi çocuğum adına değil, bütün çocuklar için adalet aramaya başladık. Benim söylecek çok şeyim var. Daha yeni Deniz Poyraz'ı kaybettik. Ama hâlâ kimlikler fikirler üzerinden insanlar ayrışıyor. Biz bunları göstermek için mücadele edeceğiz.

Beş yıldır içerde olan askeri öğrenciler için neden çok fazla ses olunmadı? İçerde üniversite sınavlarına girerek ilk bine girdiler. Eğitim hakları engellendi. Bende iki yıldır sokaklarda 'başörtüsü bacıları' olarak adalet aradığım için beni de iki ay hapse koydular. Ben bu gücümü çocuklarımın masumiyetinden alıyorum. Bundan sonra Türk, Kürt, Alevi, Sünni demeden hep bir arada tek ses olmaya çalışalım."

Demokrasi Konferansı sonuç bildirisinin okumasının ardından son buldu.

Öne Çıkanlar