İnsanlar arası şiddetin kökenleri genetik mi, yoksa kültürel mi?

İnsanlar arası şiddetin kökenleri genetik mi, yoksa kültürel mi?
Şiddete yönelmenin biyolojimiz nedeniyle kaçınılmaz bir durum olabileceği düşüncesi, 1970'lerde yeni bir bilim dalı olan sosyobiyolojinin ortaya çıkışıyla şöhret kazandı.

Biyolojik antropolog David Carrier ve ekibi; yürüttükleri deneyde bir kadavranın kesilmiş kolunu aldı ve kol kaslarını büyük bir dikkatle keserek tendonlarına kadar ayırdı. Sonra da açığa çıkarmış oldukları tendonları misinalara, misinaları da bir gitarın ayar topuzuna bağladılar. Bu sayede el ile parmakları istedikleri gibi hareket ettirebilmelerine olanak veren ürkütücü, etten bir düzenek kurmuş oldular. Deneyde eli hem farklı pozisyonlara sokup hem de üzerine bir keçe parçası yapıştırdıkları ağırlıklara çarptırarak el kemiklerinin bu durumlardaki farklı gerilmelerini inceleyebildiler. Utah Üniversitesinde Evrimsel Biyomekanik Laboratuvarı'nın başı olan Carrier, bu önemli araştırmayı doğru yapmak istediğinden, acele etmedi ve dolayısıyla, her uzvun hazırlanması 1 hafta aldı. Carrier'ın bu deneydeki amacı ise hipotezini kanıtlamaktı: Ona göre insanlık, şiddet için evrimleşmişti.

Bu araştırmaya dayanarak 2015'te yazılan teze göre birine güçlü bir yumruk atmanın en güvenli yolu, baş parmağın işaret ve orta parmaklara karşı kapanmasıyla ekstra desteklenmiş bir yumruk kullanmaktı.

Carrier'ın ulaştığı sonuçlar, antropoloji dünyasında epey tartışma yarattı: Eleştirmenler, nasıl ki "burunlar gözlük tutmak için evrimleşmiş" denemeyecekse, sırf yumruklarımızın desteklenmiş olması ve bu yapının yumruk atıldığında eli koruyor olması sebebiyle, elin de yumruk atmak için böyle evrimleştiğinin söylenemeyeceğini savunuyor. Ama insanların Carrier'ın hipotezine karşı duydukları huzursuzluk, bu eleştirinin ötesine de geçiyor. Bunun nedeni, bu araştırmanın oldukça tartışmalı bir soruyu ele alıyor olması: İnsanlar, biyolojik olarak şiddet için mi tasarlandılar, yoksa şiddet ve savaş gibi olgular sadece kültürel fenomenler mi?

Her biri farklı nedenlerle olsa bile, biyolojik antropologların büyük bir kısmının, aynı Carrier gibi, insanların şiddet için evrimleştiği sonucuna ulaşmasına rağmen, çoğu kültürel antropolog, şiddetin kültürel bir fenomen olduğu kanısında. Amerikan Antropolojik Derneği'nin (İng: "American Anthropological Association" veya kısaca "AAA") başkanı ve New York Şehir Üniversitesi'nde şiddet üzerine uzmanlaşmış bir kültürel antropolog olan Alisse Waterson, şöyle diyor:

Antropoloji literatüründen alınabilecek önemli bir ana fikir; insanların vahşi olabilme potansiyeline sahip olduğudur, eğilimine değil.

Ama 17. yüzyıl filozofu Thomas Hobbes, meşhur bir şekilde, sivil toplumun gelişiminden önce insanların "doğal hallerindeki" hayatlarını "iğrenç, hayvanca ve kısa" olarak tanımladığından beri, şiddetin türümüzü biçimlendirdiğini, hatta bedenlerimize ve zihinlerimize işlendiğini öneren Carrier gibi bilim insanları olmuştur.

Teoriler, tabii ki de hem biyolojik hem de kültürel bakış açılarını kapsayabilir; ama bu tartışmada farklı perspektiflerin arasındaki çatışma, bazı zamanlarda Carrier'ın araştırmalarındaki yumruklaşmalar kadar ateşli hale geldi. Bu tartışma, oldukça ince nüanslar barındırıyor ve insanlığın kendini algılayışının yanı sıra, dünya barışı için ortak tutkumuzun da tam içine işlemeyi başarıyor.

SOSYOLOJİ, EVRİMSEL BİYOLOJİVE İNSAN ŞİDDETİ 

Şiddete yönelmenin biyolojimiz nedeniyle kaçınılmaz bir durum olabileceği düşüncesi, 1970'lerde yeni bir bilim dalı olan sosyobiyolojinin ortaya çıkışıyla şöhret kazandı. Şiddetin insan doğasının özünde olduğu Hobbes'un zamanından beri konuşulan bir görüş; ama sosyobiyologlar (ya da daha sonra adlandırılacakları şekilde "evrimsel psikologlar") buna ek olarak sadece fiziksel özelliklerin değil, davranış biçimlerinin de doğal seçilim ile şekillenebileceğini savunuyor. Yani sonuç olarak bu, örneğin agresiflik gibi yaygın gözlenen davranışların genetik tarafından belirlenebileceği anlamına geliyor.

Ancak bu görüşün ünlenmesi, bazılarının Amerika'nın "en tartışmalı antropoloğu" ismini verdiği Napoleon Chagnon ile gerçekleşmiştir. Chagnon'un 1968 yılında yayımladığı gözlemlerinde, Venezuela ve Brezilya'nın yerli Yanomami halkını, "bitmek bilmez bir savaş halinde bulunan vahşi insanlar" olarak tanımlaması ile büyük bir tartışma patlak verdi. Chagnon; birilerini öldüren Yanomami erkeklerinin daha fazla eşinin, dolayısıyla da daha fazla çocuğunun olduğunu iddia etti. Bu şekilde şiddete daha yatkın olan erkeklerin soyunun daha çok devam ediyor olması da şiddet için seçilimin gözle görülür bir kanıtı değil miydi?

Oysa bu, çoğunluk tarafından kabul gören antropolojik görüşle çok büyük bir uyumsuzluk gösteriyordu. Bu yüzden de antropologlar, Chagnon'un çalışmasını kullanılan metotlardan elde edilen sonuçlara kadar hemen hemen her yönünü eleştirdi. Ancak sosyobiyologlara göre bu, teorilerini destekleyen mükemmel bir örnekti.

Tüm bunların gerçekleştiği sıralarda Wesleyan Üniversitesinde bir nörofizyolog ve psikolog olan David Adams da saldırganlığın altında yatan beyin mekanizmalarını araştırma kararı aldı. Onlarca yılını beynin çeşitli kısımlarının kişi saldırganlık durumundayken nasıl tepki verdiğini anlamaya adadı. Adams, beynin belirli bölgelerini elektrik ile uyarma ya da memeli beyinlerinde çeşitli doku bozuklukları yaratma gibi yollarla farklı düşmanca davranışların kökenlerini bulmaya çalıştı. Ama sonradan toplumun çalışmasına verdiği tepkiyi abartılı bularak, "Anaakım medya, [çalışmamızı] alıp, sanki savaşın temelini bulmuşuz gibi bir anlam çıkardı.'' dedi. En sonunda da çalışmasının hem medya hem de toplum tarafından böyle yanlış yorumlanmasından bıkınca, tavrını tamamen değiştirmeye karar verdi.

1986 yılında Adams; biyologlar, psikologlar ve nörologların da dahil olduğu 20 bilim insanından oluşan bir grubu bir araya getirip, bundan sonraki yıllarda Saldırganlığa Karşı Sevilla Beyanı adıyla tanınacak olan bir beyanname yayınladı.[6] Diğer birkaç şeyin yanı sıra, bildiride şunlar yer alıyordu: "Savaş ya da herhangi bir saldırgan hareketin insan doğasına genetik olarak işlenmiş olduğunu söylemek, bilimsel olarak yanlıştır." Sonradan uluslararası iş birliği ve barışı destekleyen bir Birleşmiş Milletler ajansı olan UNESCO'nun da bünyesine aldığı bu beyan, topluma kök salan "biyolojik karamsarlık"tan kurtulmak ve barışın gerçekçi bir hedef olduğunu göstermek amacıyla yapılan bir girişimdi. Lakin basının Adams'ın yeni yaklaşımından pek etkilendiği söylenemezdi. Öyle ki önemli bir haber ağının Seville Beyanı üzerine bir haber yapıp yapmayacakları sorulduğunda verdiği cevap, "Bu bizim için hiç de ilgi çekici değil. Ama savaş genini bulursanız, bize haber verin." oldu.

Peki Seville beyanı bu akademik tartışmaya bir son verebildi mi? Cevap, basitçe hayır. Yayınlanmasından bu yana çeşitli alanlarda önde gelen araştırmacılar, doğuştan gelen şiddete yönelik yatkınlığımızı savunan, sonuç olarak da hem beyanla hem de birçok kültürel antropoloğun görüşüyle tezatlaşan biyolojik kökenli savlar geliştirmeye devam etti. 1996 yılında Harvard Üniversitesi'nden biyolojik antropolog ve primatolog Richard Wrangham, bilim yazarı Dale Peterson'ın yardımcı yazarlık yaptığı popüler kitabı Şeytani Erkekler'i (İng: "Demonic Males") yayımlayarak, insanların "kesintisiz devam eden, 5 milyon yıllık bir ölümcül saldırganlığın sersemlemiş kazazedeleri" olduğunu iddia etti. Bu savın merkezinde yer alan görüşe göre erkekler, ya da kitaba göre "şeytani erkekler", şiddet için seçilmişti; çünkü bu onlara bir avantaj sağlıyordu. 

Wrangham bu görüşünü şempanzelere dayanarak açıklıyor: Erkek şempanze gruplarının komşu topluluklar üzerindeki egemenliklerinin küçük gruplara yönelttikleri ölüm saçan saldırılar ile artması, onların besin ve dişilere ulaşabilmelerini arttırıp bu vahşi şempanzelerin soylarını devam ettirmelerini sağlamıştır. O zaman belki bizim erkek atalarımız da aynı bu şempanzeler gibi başka gruplardan rakipleri öldürerek egemenliklerini sağlamak için dövüşmüşler, bunun sonucu olarak da daha fazla üreme başarısı elde etmiş olabilirlerdi. Wrangham'ın bakış açısına göre şiddete yönelik belli bir arzu ile donatılmış erkeklerde gözlenen bu tarz davranışların seçilimi, şu koşullar sağlandığında gerçekleşiyordu: Zafer heyecanının deneyimi, kovalamacanın hazzı, kolayca insanlıktan çıkma (şempanzelikten çıkma) eğilimi... Wrangham şöyle diyor:

"Bence doğuştan bir şiddete yönelik yatkınlığa işaret eden, hatta sayısı gittikçe artan kanıtların varlığı, [Seville Beyanı'nın] bayağı ve olsa olsa abartılmış olduğunu açıkça gösteriyor."

Wrangham bu görüşünü şempanzelere dayanarak açıklıyor: Erkek şempanze gruplarının komşu topluluklar üzerindeki egemenliklerinin küçük gruplara yönelttikleri ölüm saçan saldırılar ile artması, onların besin ve dişilere ulaşabilmelerini arttırıp bu vahşi şempanzelerin soylarını devam ettirmelerini sağlamıştır. O zaman belki bizim erkek atalarımız da aynı bu şempanzeler gibi başka gruplardan rakipleri öldürerek egemenliklerini sağlamak için dövüşmüşler, bunun sonucu olarak da daha fazla üreme başarısı elde etmiş olabilirlerdi. Wrangham'ın bakış açısına göre şiddete yönelik belli bir arzu ile donatılmış erkeklerde gözlenen bu tarz davranışların seçilimi, şu koşullar sağlandığında gerçekleşiyordu:[8] Zafer heyecanının deneyimi, kovalamacanın hazzı, kolayca insanlıktan çıkma (şempanzelikten çıkma) eğilimi... Wrangham şöyle diyor:

Bence doğuştan bir şiddete yönelik yatkınlığa işaret eden, hatta sayısı gittikçe artan kanıtların varlığı, [Seville Beyanı'nın] bayağı ve olsa olsa abartılmış olduğunu açıkça gösteriyor.

Şiddeti biyolojiyle bağdaştıran bu görüşün önemli bir taraftarı da, Harvard'dan başka bir araştırmacı olan psikolog Steven Pinker. Yazıları, özellikle de 2011 tarihli Doğamızın İyilik Melekleri: Şiddet Neden Azaldı? (İng: "The Better Angels of Our Nature") isimli kitabı, geçmiş yıllarda insanlarda şiddetin kökeni konulu tartışmaları büyük bir ölçüde biçimlendirmiştir.[10], [9] Pinker'ın sıkça alıntılanan bir tahminine göre, arkeolojik kanıtlara bakılırsa devlet dışı topluluklarda ölümcül şiddetten kaynaklanan ölümlerin oranı şaşırtıcı bir biçimde toplumun %15'idir.

Bazı fiziksel indikatörler (örneğin Carrier'ın tendon araştırmasındakiler), hayatımızda şiddeti kolaylaştıran belli özelliklerin seçilim sayesinde var olduğunun bir kanıtı olarak görülebilir. Carrier'a göre insan vücudunun her bir parçası "saldırganlığa yönelik özel tasarımlar" içeriyor. Hatta Swansea Üniversitesinden biyolog Christopher Cunningham ile birlikte yazdığı yeni bir tezde, ayak duruşumuzun dövüş performansının gelişmesi için adapte olduğunu iddia ediyor.

Avustralya'da bulunan Griffith Üniversitesi'nde insan erkeklerinin "dövüşe dönük tasarımını" inceleyen bir evrimsel psikolog olan Aaron Sell, "Saldırganlığın insan evrimini şekillendirdiği gerçeğinin tartışılabilir bir iddia olduğunu hiç sanmıyorum." diyerek, diğerleriyle aynı fikirde olduğunu belirtiyor. Sell, insan erkeklerinde dövüş için kolaylık sağlayan adaptasyonların olduğunu öne süren bir cinsiyetler arası farklılık listesi derledi.[12] Bu listenin içinde "üst gövdede daha fazla kuvvet"ten tutun da "daha fazla ter kapasitesi"ne kadar toplam 26 tane farklılık yer almakta ve Sell, listenin henüz tamamlanmadığını belirtiyor.

ŞİDDETİN İNSAN EVRİMİNİ ŞEKİLLENDİRDİĞİ ŞAİBELİ BİR İDDİA!

Bu şekilde şiddetin evrimsel bir avantaja sahip olduğu ve çatışmaların kökeninde derin bir biyolojik açıklamanın yattığını öne sürenler olsa da, bu hipoteze hala katılmayan birçok antropolog da var. Örneğin; Birmingham'daki Alabama Üniversitesi'nden, savaş ile barış çalışmalarında uzmanlaşan antropolog Douglas Fry, şöyle diyor:

"Bu insanlar büyük bir yanılgıya düşmüşler. Biz tam tersine, ölümcül sonuçlanabilecek anlaşmazlıklara girmemizi önleyerek, gerçek bir fiziksel yüzleşmeden kaçınmak için iyi tasarlanmışız."

Douglas, doğuştan şiddete yatkın olduğumuz fikrini, "düpedüz yanlış" olan bir kültürel inanç olarak tanımlıyor. Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde bir paleoantropolog olan Caley Orr, şunları söylüyor:

"David Carrier biyomekanik alanında dikkatli ve zekice deneyler yürüten müthiş bir bilim insanı. Anatominin bazı kısımlarının meydana getirdiği biyomekanik sonuçlardan bahsederken de büyük ihtimalle haklıdır; ama bahsettiğimiz anatomi kısımlarını şekillendiren evrimsel seçici baskı etkenlerinin ne olduğunu çözmekle, bu sonuçlardan bahsetmek aynı şey değil."

Papua Yeni Gine'nin dağlık arazilerinde bulunan Enga halkında savaş durumu ve uzlaşmanın yanı sıra Kalahari Çölü'nün !Kung halkında risk azaltımı için sosyal ağlar üzerine çalışan, Arizona Eyalet Üniversitesi'nde bir antropolog olan Polly Wiessner, Carrier'ın hipotezindeki başka bir muhtemel soruna şöyle dikkat çekiyor: 

[Geleneksel toplumların] hiçbirinde de yumruk dövüşüne girişen biriyle karşılaşmadım; insanlar yumruklaşmazlar, güreşirler.
Wiessner ayrıca bu tarz toplumlardaki insanların, eğer gerçekten de birinin "işini bitirmek" isterlerse basitçe silah kullandığını da eklemeyi unutmuyor. Eğer yumruklarını kullanmak bu toplumlarda yaygın değilse, bu tarz bir dövüş şeklinin evrimimizde kilit bir unsur olmadığını varsaymak da mantıklı olmaz mı?

Bunu biraz daha açarsak: Eğer şiddet ve savaş geleneksel toplumlar boyunca her zaman her yerde bulunmuyorsa, bu demektir ki bu tarz insan davranışları doğuştan gelmemekte ve aslında kültürden kaynaklanmaktadır. 

Fry, hem arkeolojik hem de modern kanıtları kapsamlı olarak inceleyip, hiç savaş yapmayan, hatta "kan davası" ile "savaş hali" için hiçbir sözcükleri bile olmayan Avustralya'nın Martularından tutun da, bir anlaşmazlıkla yüzleştiklerinde direk ormana kaçan Malezya'nın Semai'lerine kadar 70'ten fazla toplum belgelemiştir.[14]Fry, aynı zamanda uzak geçmişimizde gerçekleşmiş olan gruplar arası anlaşmazlıklara dair arkeolojik kanıtların oldukça az bulunduğunu ve böylece Pinker'ın sonuçlarının aksine, savaşın yalnızca yaklaşık 12.000 yıl önce daha geniş ve yerleşik uygarlıkların doğuşuyla yaygınlaştığını öne sürüyor.

PRİMATLAR SAVAŞIYOR MU?

Peki ya primat kuzenlerimizde durum nasıl? Emory Üniversitesinden primatolog Frans de Waal'ın dediğine göre, primatların davranış biçimlerine ait verilerin hepsi kullanılmak yerine, aralarından sadece bazıları isteğe göre seçilip kullanılıyor ki, insanlığın kökeni daha vahşi bir hikayeye uyabilsin.

Şempanzelerin davranışları, insan erkeklerinin şiddet eğilimlerini açıklayabilecek olsa da de Waal, en yakın 3 akrabamızdan diğer 2'si olan bonobo ve gorillerin ise bizden daha az şiddet kullandıklarına dikkat çekiyor. Tabii, kuşkusuz ki en barışçıl insan toplumlarında bile şiddetin herhangi bir biçimde gözlenebilir olması, bahsettiğimiz "barışçıl" kuyruksuz maymun türleri için de geçerlidir. Yine de bizim soyumuzun şempanzemsi atalarınki yerine, aynı bonobolar gibi nispeten barışçıl sayılan, dişilerin baskın olduğu bir kuyruksuz maymun soyundan geliyor olması oldukça mantıklı. Şempanzeler, primatlar arasında aşırı vahşi bir uç örnek bile olabilir!

Indiana'dan Notre Dame Üniversitesi'nin antropoloji bölüm başı olan biyolojik antropolog Agustín Fuentes şunları söylüyor:

Evrimsel başarımızın büyük bir kısmının şiddet eğilimli olabilme kabiliyetimize dayandığını düşünmek mi? Bu açıkça yanlış! Genetikten davranış bilimine, fosillerden arkeolojiye kadar uzanan alanlardan edindiğimiz verinin genel toplamı da zaten bunun doğru olmadığına işaret ediyor.

Tartışmanın Kökeni

Antropologlar, şiddetin kökeni araştırmasında iki zıt kutba ayrılmış olabilirler; ama hepsinin ortak bir amacı var: çalışmalarının daha huzurlu toplumlara ulaşılması için kullanılması. Hatta taraf fark etmeksizin antropologların büyük bir çoğunluğu, insanların hem yüksek derecede vahşilik hem de yüksek derecede kibarlık gösterebilecekleri görüşü üzerinde anlaşıyor da... Ama bu ortak noktalara rağmen Chagnon'dan beri, zıtlaşan bakış açılarına sahip kişiler arasında öyle bir gerginlik oluştu ki elle tutulur, gözle görülür diyebiliriz. Öyle ki 2005'te de Waal'a gönderilen bir açık mektupta Groningen Üniversitesi antropoloğu Johan van der Dennen, "barış ve uyum mafyası" tarafından aşağılanmış gibi hissettiğinden şikayet etti.[16]

Kültürel antropologlara göre şiddetin biyoloji ile açıklanmasındaki asıl sorun, bu ifadenin, şiddetin kaçınılmaz olduğunu ileri sürmesinde. Fuentes, şöyle diyor:

"Eğer şiddetin içsel bir niteliğimiz olduğunu kabul edersek; hoş olmayan davranışların kaçınılmaz, hatta ve hatta bizde ve çevremizdeki diğer herkeste bulunmasının doğal olduğunu kabul etmeye başlarız."

Amerikan Antropoloji Derneği başkanı Waterston, şöyle söylüyor:

"Şiddet şiddeti doğurur." diyen eski özdeyiş, doğru demiş. Şiddeti benimseyip ona adapte olmuş bir toplum, şiddeti tekrarlama eğilimindedir; hatta bunu başarmak için yeni kaynaklar bulup onları güçlendirir bile.

The End of War'un (Tr: "Savaşın Sonu") yazarı ve bilim muhabiri John Horgan, uzun yıllar öğrencilerle gayri resmî anketler yaptı ve katılımcıların %90'ından fazlasının savaşların asla durmayacağını düşündüğünü bildirmesi üzerine, Adams ve taraftarları, öğrenci tavırları üzerine kendi çalışmalarını yürütünce, endişe yaratan bir etkiyi gözlemledi: Şiddetin doğuştan olduğu inancı ile, barış hareketlerine katılım arasında ters orantılı bir ilişki vardı! Aktif olarak barış için mücadele eden öğrencilerin bile %29'unun, önceden"insanların doğaları itibarıyla şiddet eğilimli olduklarını belirten pesimist görüşler" tarafından heveslerinin kırıldığı keşfedildi. Adams, eylemcilikten tamamen çekinenlerde ise şiddete kayıtsız kalmanın çok daha fazla olabileceğini ön görüp, bunu şu şekilde açıklıyor: 

"Savaşın kaçınılmaz olduğuna inanıyorsan, neden karşı koyasın ki?"

Bu kaderci tavırların özellikle de toplum üzerinde güç sahibi olanlar tarafından benimsenmesinin endişe verici olduğu öne sürülüyor. de Waal, kaderci şiddet kaçınılmazdır görüşünün, "alternatif çözümler aranmak yerine askeri bütçeyi savunmada kullanılabileceğini" iddia ediyor. Görünüşe bakılırsa, Nobel Barış Ödüllü eski ABD başkanı Barack Obama bile şiddetin insanlığın köküne işlediğine katılmakta. Hatta Obama, Nobel Ödülü kabul konuşmasında, "Savaş, öyle ya da böyle, ilk insanla ortaya çıktı." demişti. Obama'nın görev süresinin topluma (kendinden önce gelen bir başkandan kalmış olsa da) bir savaşta rehberlik etmesiyle geçmesinden dolayı Horgan, eski başkanın "savaşın köklere işleme teorisi"ne olan kişisel inancının daha aktif bir biçimde barış aramasının önüne geçip geçmediğini sorguluyor.

2009'da Nobel Barış Ödülü'nün verildiği eski başkan Barack Obama, şiddetin insan tarihinin bir parçası olduğu ama bizim bunu kontrol edip buna karşı koymak için sosyal yapılar geliştirdiğimiz inancına sahip.

Ama aynı Hobbes ve Pinker gibi, Obama da toplumun şiddete yönelik sözümona biyolojik zorunluluğuna karşı koyulabileceğini savunuyor: Sonuçta empati ve mantığa sahip olma kapasitemizi kullanarak, şiddet eylemlerini kısıtlamak amacıyla sayısı gittikçe de artan kanun ve felsefeler oluşturduk. "Doğamızın İyilik Melekleri: Şiddet Neden Azaldı?" kitabında Pinker; devlet dışı topluluklardaki korkutucu bir %15 oranındaki şiddet kaynaklı ölümlerden, iki dünya savaşı içeren 20. yüzyıldaki savaş, soykırım ve diğer insan yapımı felaketler kaynaklı %3 oranına düşüşünü gösteriyor.

"Şiddetin 'insan doğası'ndan kaynaklandığına dair eskimiş olan varsayım"dan bıkan Waterston'a göre sorulacak asıl soru, hayatımızda daha az şiddet olması için ne gibi durumların gerektiği olmalı. Ama biyolojik bir açıklama arayanlar, zaten kendilerini bu sorunun cevabını edinebilmek için problemin köküne iniyor olarak görüyor. Carrier, bu konu ile alkoliklik arasında şöyle bir benzerlik kuruyor: Aşırı miktarda alkol tüketmeye dair bir eğiliminiz varsa eğer, bu eğilimler ve sebeplerinin farkında olmalısınız ki, buna karşı savaşabilesiniz. Carrier şöyle diyor:

"Gelecekte gerçekleşebilecek şiddeti önlemek istiyoruz. Ama eğer sırf benliğimizi reddettiğimiz için aynı hataları tekrar ve tekrar yapmaya devam edersek bu hedefe ulaşamayız."

Örneğin şempanze araştırması, gruplar arasında dengelenmiş bir gücün şiddeti nasıl da kısıtladığını göstermekte. Wrangham, şöyle diyor:

"Aynısının insanlar için de geçerli olduğu epey barizdir. Bütün karmaşıklıklarıyla birlikte bu basit formülü irdelemek, bana zahmete değer bir uğraş gibi geliyor."

Toplumsal barış ve huzurun nasıl başarılacağı konusunda uyuşmazlıklar olabilir; ancak dahil olan herkes, aynı nihai hedefe erişmek için çabalıyor. Wrangham şöyle bir açıklama yapıyor:

"Evrimsel bir analizin amacı, tabii ki de insanları şiddete mahkum etmek değil. Bu analizin asıl başardığı şey, oldukça olağandışı barış durumuna neyin katkı sağladığının çok daha iyi anlaşılması." (Evrim Ağacı

Fotoğraf: Vikings dizisinden

Öne Çıkanlar