Meryem’in herkesi dansa davet eden cingöz tavrı dizinin özeti gibi...

Meryem’in herkesi dansa davet eden cingöz tavrı dizinin özeti gibi...
Tüm bu yapımlar ne kadar yaralı olduğumuzun, dinlenmeye/konuşmaya ne kadar ihtiyacımızın olduğunun göstergesi.

Aytül HASALTUN BOZKURT


Elbette bu bir dizi ve gerçeğin birebir tezahürlerini izlemediğimizi çoğumuz biliyoruz. Ama akılda tutmamız gerekenlerden biri de bu topraklarda ölen dizi karakterleri için cenaze namazları kılındı. Ve bir süreden beri, süren politikanın bir parçası olarak Kurtuluş, Diriliş gibi propagandif diziler ekranlar aracılığıyla hanelerin hafızasını canlandırmaya devam ediyor. Ayrıca uzun uzun bakışmalar olmadan, oyunculukların nasıl da pırıl pırıl parlayabileceğini görme şansımız oldu -ki bunu bu sektörde gecesi gündüzü birbirine karışarak ter akıtan, kameranın önünde/arkasında görev yapan tüm sahne emekçileri için ayrıca değerli buluyorum- Bir diğer değer ise çokça kan, gözyaşı ve ter akıttığımız devasa meselelerimiz hakkında bizleri daha derin bir düşünmeye doğru ittirmesi. Bizlerin konuşmadığı yerde, elinde sopasıyla iktidar konuşuyor ki bu daha fazla kan, gözyaşı ve ter demek. O yüzden ne kadar çok konuşursak o kadar iyi diye düşünenlerdenim. Son bir güzelleme, kanımca hem batılı hem doğululuğuyla ve bizi alıp götürdüğü tarih/yıllar düşünüldüğünde dizinin en iyisi Ferdi Özbeğen’di.

Ama pek çoğumuz için isminden başlayarak, içimizde kekremsi bir tad bırakan pek çok noktası var dizinin. Genelini düşündüğümde ise travmatik bir anın ardından Meryem’in herkesi dansa davet eden cingöz tavrı benim için işin özeti gibi -ki bence bu tavır, zekası gözlerinden okunan, sarkastik Meryem için bile fazlaydı ve onca sevip bağrımıza bastığımız Meryem’den koşarak uzaklaşmamıza da yol açmış olabilir ayrıca- Nihayetinde; Kürt Birey, LGBT-I birey, kadın birey, muhafazakar birey, engelli birey olmakla ilgili çok pek çok derdimiz var ve bunlar diziler yoluyla değil siyasi olarak tutum alarak ya da en mikrosundan birbirimizin derdini dinleyerek çözülebilecek toplumsal/ortak dertler, kabul... Ama dizinin ardından en azından şunları söyleyebiliriz;  gerçek adalet olduğunda başka ama aksi halde mesela kocamız, tecavüzcüye ağır şiddet uyguladığında majör depresyonumuzdan kurtulabilir miyiz, yine benzer şekilde partnerimiz, şiddet uygulayanı bıçakladığında yüreğimiz hafifler mi, mesela evlat, evlatlık olduğunda aile için aykırılığını açıklayabilir miyiz, mesela Jungyen Hoca’lar da var diyerek başımıza gelenleri mukedderatla ya da kadercilikle ‘Allah iyi insanlarla karşılaştırsın’ naifliğinde anne temennileriyle geçiştirip, olan olmuyormuş gibi davranabilir miyiz, mesela babamızın türküsünü duyduğumuzda, her fırsatta saçını başını yolduğumuz kardeşimizle, aramızdaki engeller sihirli bir şekilde kalkar mı? Kardeşin kardeşi çokça vurduğu topraklardayız. Bu tutumları safiyane bir iyi niyet ya da naiflikten daha çok indirgemecilik olarak okuyorum. Dizinin özeleştiri verenleri ise senelerdir devlet hastanesinde çalışıp başörtüsü antipatisini anca çözmeye çalışan, ana babasına maruz kalmış seküler Peri ile göçe zorlanmış tecavüzcü ve iki çocuk tecavüz mağdurundan tabiri caizse kafayı yemiş olanı. Ama tabi Nişantaşı’nda ‘ofis’ açmak varken, devlet hastanesinde çalışan idealist (idealist benim çıkarımım) Peri de, teslim olmayıp ‘gönlüne göre’ bir eş bulmayı başarmış Ruhiye kadar havada aslı kalıyor tüm hikayenin içinde. Ayrıca Kürt olduğunu zannettiğim ( Zannetmem için pek çok emare var.) bir tecavüzcüyü anlamak ve affetmek zorunda mıyız? Elbette değiliz.

Bu kadar çok tahakkümün olduğu topraklarda isyan da olur, başkaldırı da olur, isyan sesle de sözle de olur -ki kahramanlarımızın neredeyse hepsi ağır yaralı- ama gel gör ki hepsi işinde gücünde, etliye sütlüye karışmayan, beyazlıklarıyla göz kamaştıran türden hayatlar yaşıyorlar. Hepsinin radikal aktivist, eylemci olması değil tabi mezvuu, Türkiye’nin en kalabalık şehrinde, en ufacık haliyle bile bu dev mücadele alanlarından, teğet bile geçmiyor oluşları yani aşırı temassızlıkları. Son olarak tüm oyuncular, bu işi yapan profesyonallerce icra ediliyorken Kürt ailenin anne ve babasının ‘halk’ arasından seçilmesi dikkat çeken başka bir ilginçlik. Arzu nesnesi Sinan’ı ise şahsen ben hiç anlayamadım, erkekler de ezilir kategorisinden değildir umarım.

İçeriğinden bağımsız olarak, bu senenin ulusal televizyon ekranlarında çok tutan Kırmızı Oda gibi terapi odasından açılması ve dizinin mecrasının Netflix olması da ayrıca dikkat çeken başka bir unsur. Tüm bu yapımlar ne kadar yaralı olduğumuzun, dinlenmeye/konuşmaya ne kadar ihtiyacımızın olduğunun göstergesi. Sezon başında Kırmızı Oda üzerinden terapistin tutumları da epey konuştuğumuz konulardan biriydi. Burada uzun uzadıya girmeyeceğim ama terapist, terapistliğini bırakıp bir ana/baba, bir abla/abi olamaz meslek etiğine aykırı. Kendisini masanın arkasında da konumlandıramaz, bu da meslek etiğine aykırı. Ayrıca bir seans ücreti ortalama 300 lirayken kolay kolay kim terapiye gitmeye yeltenir ki. Bir de devlet kurumlarına terapist yerine ahlaki değerlerimizi hatırlatan ablalar/abiler yerleştirmeye çalışılıyor bu da ek bir bilgi olarak kenarda dursun. Kaldık mı yine el elde baş başta, konuşmayacağız da ne halt edeceğiz?

Bir Başkadır’ı, Klinik Psikolog Gülsüme Oğuz’la gelecek pazar konuşuyor olacağız, bir sunuş yazısı olarak başladığım bu satırlar haddini aşınca önden haber vereyim istedim.

Öne Çıkanlar