Orhan Gökdemir: Susurluk'un anlattığı; ne derin, ne sığ, bildiğimiz patron devleti

Orhan Gökdemir: Susurluk'un anlattığı; ne derin, ne sığ, bildiğimiz patron devleti
‘Halk yoksa çeteler vardır’ diyen Orhan Gökdemir ‘Susurluk’ta devlet değil, onun yozlaşmasıyla oluşan ‘derin devlet’ olduğu sanıldı. Oysa bildiğimiz sermaye düzenin pisliğiydi’ diyor.

Orhan Gökdemir, Sol Haber’de kaleme aldığı ‘Ne derin, ne sığ, bildiğimiz patron devleti’ başlıklı yazısında Susurluk kazasını değerlendirdi.

ABD’nin komünizmle mücadele kapsamında NATO ülkelerinde Gladio’yu örgütlediğini belirten Gökdemir, devletin yapısı gereği hukuk dışına çıkmaya meyilli olduğuna dikkat çekiyor. Bugün tartıştığımız SADAT’lar, ÖSO’ler, Sedat Pekerler, Özel Timler, TÜGVA’lar, TÜRGEV’ler, her boydan cihatçılar derin devletin değil, yeni nesil devletin karşılığıdır" diyen Gökdemir’in yazısı şöyle:

"Susurluk’ta kaza yapan otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan ‘derin devlet’ olduğu sanıldı. Oysa devlet bir bölümüyle değil bütünüyle hukuk dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Bugün tartıştığımız SADAT’lar, ÖSO’ler, Sedat Pekerler, Özel Timler, TÜGVA’lar, TÜRGEV’ler, her boydan cihatçılar derin devletin değil, yeni nesil devletin karşılığıdır. 

Kontrgerilla türü örgütlenmeler, 2. Dünya savaşını takip eden yıllarda aşırı motive olmuş ve aşırı kışkırtılmış ülkelerde ortaya çıktı. Yunanistan, İtalya, Fransa, Almanya, Belçika vb. ülkelerde NATO örgütlenmesine paralel ve kuşkusuz NATO’dan daha güçlü bir ‘Süper NATO’ oluşturulmuştu. 

Sınır ülkeler, Yunanistan ve İtalya ‘Komünizm tehlikesi’ne en açık ülkelerdi. İtalya’nın düşmesine yüksek ihtimal diye bakılıyordu ve böylece Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e açılacağı hesap ediliyordu. Türkiye ise zayıf sol hareketiyle denklemin ve tehlikenin dışındaydı. NATO’ya girmek için direndi, yolu açmak için 1951 Büyük Komünist Tevkifatı, Rusya’nın Türkiye’den toprak istediği iddiası vb gibi bir takım iç tertiplere başvurdu. Sonunda, Yunanistan ile birlikte NATO’ya girmeyi başardı.

Bize, kontrgerilla türü örgütlenmeler Amerikan yardımı ile birlikte geldi. Polis, ordu ve elbette istihbarat teşkilatı bizzat Amerikalılar tarafından eğitildi, yönlendirildi. Böylece komünizmle mücadele için kışkırtılmış ve aşırı motive olmuş bir yeni devlet aygıtı oluşturuldu.

Burada örgütlenmenin temel esprisi ne pahasına olursa olsun Komünist yayılmanın durdurulması ve eğer başarısız olunursa, bir ‘komünist işgale’ karşı yeraltında bir direniş hareketi oluşturulmasıydı. Örgütü oluşturmak için harekete geçenler, bu mücadele için en hazır güç olarak dinci ve radikal sağ örgütlenmeleri buldular. 

DEVLETİN MAFYALAŞMASI

Mafya da kendisine göz yumulması karşılığında "mücadeleye" her türlü hizmete hazırdı. ABD, mafyanın buradaki rolünün ne kadar önemli olduğunu İtalya’ya asker çıkarırken iş birliği yaptığı İtalyan mafyasından öğrendi. Bu silahlı, gözü kara ve ‘devletimsi’ güç, kolay ikna ediliyor, hızlı bir şekilde mobilize oluyor ve komünizmle mücadelenin gerektirdiği şiddeti profesyonelce kullanıyordu. Öte yandan mafyanın kontrolünde olan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile oluşan muazzam kara para, ‘örtülü operasyonlar’ın finansmanı için gereken paranın bulunmasında yerel meclislerin çıkaracağı muhtemel sorunlardan kurtulma şansı sağlıyordu.

Böylece Süper NATO için ‘Kirli NATO’ olmanın yolu da açılmış oldu. Oluşan kayıtsız güç, kaydı olmayan yasaları oluşturmakta da gecikmedi. Terör, dünya tarihinde ilk defa, devletin gücünü kullanan odakların kontrolünde uygulanıyordu. İtalya’da Gladio ve Masonik P-2 örgütlenmeleri açığa çıkarıldığında, Süper NATO’nun süper işlerinin büyük kısmının terör eylemlerine girişmek ve bu eylemleri solcular yapıyormuş gibi göstermek olduğu anlaşıldı. Öte yandan, Vatikan’ın da boylu boyunca içinde olduğu bir ağ kurulmuştu. 

Bankaların, uluslararası tekellerin, popüler politikacıların, CIA’nın, ABD ordusunun kontrolünde yerel askeri güç odaklarının, büyük sermayedarların, ünlü gazetecilerin rol üstlendiği karanlık ve kuşkusuz sağ bir güç odağının izleri seziliyordu. O dönem İtalya’nın en güçlü adamı olarak kabul edilen politikacı Aldo Moro’nun kaçırılıp öldürülmesine kadar uzanan siyasal cinayetler işlenmiş, paravan sol örgütlerle eylemlere girişilmiş -Kızıl Tugaylar’ın sonradan Gladio’ya bağlı olduğu anlaşıldı- yaratılan dehşet havasında sağın iktidarı garanti altına alınmıştı.

İtalya’daki ‘derin devlet’in zeminini oluşturan P-2 Locası ve Gladio, bütün Avrupa’yı ve yakın çevre ülkelerini sarmış olan yepyeni bir örgütlenmenin laboratuvarıydı. Türkiye, bu savaşın sıcaklığını ancak 1960’lı yılların sonunda hissetti. 12 Mart muhtırası ile oluşan sert siyasal atmosferde polis, istihbarat örgütü, asker ve mafya arasında karmaşık bağlar kuruldu. Doğal olarak mafya bu ilişkiyi kendi çıkarı için kullanmak istedi. Devlet memurları için ise bu kaçamaklar o kadar önemli değildi. Önemli olan mafyanın sağladığı yeni olanaklardı.

Faik Türün, Fuat Doğu, Şükrü Balcı, Hiram Abas; ikinci kuşakta Mehmet Eymür, Mehmet Ağar, Nuri Gündeş gibi resmi kişilikler bu yeni memur tipinin en önde gelen örnekleri oldular. 1970’li yıllar devletle iş tutmayanın mafya olamayacağının anlaşıldığı yıllardı. Hemen hemen önde gelen bütün mafya babaları ceplerinde devletin verdiği kimlikleri taşıyorlardı. İçlerinden bir kısmı, Süper NATO’ya paralel uluslararası ilişkiler de geliştirmişti. Vatikan’da Saint Pierre meydanında Papa’yı hedef alan suikast, sert bir hiyerarşi içerisinde Süper NATO’dan Süper NATO’ya ve mafyadan mafyaya yeni bir ağ kurulduğunu gösteriyordu.

SUSURLUK DEVLETİ İŞ ÜZERİNDE

12 Eylül’ün ardından oluşturulan yeni hukuk sistemi de işte bu ilişkileri korumak ve sürdürmek üzere şekillendirilmişti. Devleti kutsayan bu yeni anlayış içinde, siyasal cinayetler doruğa çıktı, "faili meçhul cinayet" "devlet tarafından işlenen cinayet" anlamına geliyordu artık. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in bütün bu ilişkileri ortaya çıkaran Susurluk kazasının ardından söylediği "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir" sözü, ülkenin içinden geçtiği 40 yılın birikimini özetliyordu. 

‘Şerefli kurşun atanlar’, aynı zamanda uyuşturucu kaçakçısı, mafyöz ve yasadışı kişilerdi. Mafya uyuşturucu kaçırır, cinayet işler ama mutlaka şereflidir. Sicilya mafyası bir "şerefli adamlar örgütü"dür. Türkiye’nin NATO’lu yıllarında ‘şeref’in politikacı, polis müdürü, istihbaratçı vb. için bir şifre kelime haline gelmesinin sırrı budur. Şeref devlet güçlerinin hızla mafyalaştığını, mafyanın da hızla devletleştiğini göstermektedir.

Dünyanın her yerinde, soğuk savaşa göre konumlanmış bütün ülkelerde ortaya çıkan belirgin bir çürümenin işaretleridir bunlardır. Hukuku bir soğuk savaş aygıtı haline getiren devletler, sürecin sonunda birer çete devlete dönüşmüş, çürümüştür. CIA için şaka yollu söylenen Cocain Important Agenci (Kokain İhraç Örgütü) tabiri gerçekte gelinen noktayı göstermektedir; Killerkapitalismus (Katiller kapitalizmi) terimi ise sistemin yeni efendilerinin kimler olduğunu...

Denildiği gibi, kapitalizmin savunulması artık her yerde bir karşıdevrim örgütlenmesini zorunlu kılar... Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki, devletin, hukukun, çetelerin bu iç içe geçmesi bir arızaya değil, bir yeni yola işaret etmektedir. Ve ne yazık ki karanlıktan aydınlık çıkacağını sananlar yanılmışlardır. Dünyanın hızla muhafazakarlaşmasının ardında, sistemin işte bu keskin dönüşümü yatmaktadır. ABD’de Neo-Con’lar, Türkiye’de Nev-Müslümanlar işte bu karanlığın içinden çıkmışlardır. Usame Bin Laden’in daha yakın zamanın bir CIA yetiştirmesi olduğu, Bush’un da kariyerini onun yanında yaptığı unutulmaktadır. Dünya, istihbarat teşkilatlarının içinden gelen politikacılar yönetimindedir.

Türkiye’de yaşanan ise ‘çetelerin tasfiye’sinden çok, ‘başkalarının çeteleri’nin tasfiyesinden ibarettir. Mafya devlet boşluğunda doğar ve giderek devletin yerini alır. Bugün devlet içinde çetelerin güçlenmesinin yanında, bizzat devlet memurlarının bir tür feodalleşmesi, çeteleşmesi söz konusudur. 

Çeteleşme, ortaya çıktığı hemen her yerde kendi hukukunu oluşturur ve giderek devleti biçimlendirir. Bu nedenledir ki, Sedat Peker olmadan "darbe" planı yapmak mümkün olmamaktadır.

Devletin yozlaştığı ancak toplumun ayakta kaldığı yerde bu ağ çözülmekte ve temizlik için ileri adımlar atılabilmektedir. Ancak ne yazık ki, bizim de içinde bulunduğumuz bölgelerde devletle birlikte toplumlar da yozlaşmışlardır. Küçük çeteciklerden oluşmuş bir toplum yepyeni bir vakadır ve bunun imkanlarının olduğu yönünde ciddi işaretler ortaya çıkmaktadır. 

Çeteleşme dünyanın yeni haliydi çünkü daha iyi bir dünyanın olabileceği yönündeki umut kaybedilmişti.

HALK YOKSA ÇETE VAR

Türkiye’de çeteleşme oluştuğu andan bu yana biliniyordu. Bazı ‘saplantılı’ yazarlar ve gazeteciler geride bıraktıkları küçük izleri takip ederek çetinin az çok bir resmini oluşturabilmişti. Kamuoyu ise o fotoğrafın tartışmasız bir gerçek olduğunu 3 Kasım 1996'da Balıkesir-Bursa karayolu üzerindeki Susurluk ilçesinde meydana gelen bir trafik kazası sonucu öğrendi. Kamyona çarparak parçalanan lüks aracın içinden devlet-polis-mafya birlikte teşhis edilmişti. 

Ancak bu gerçek de çarpık bir biçimde algılandı, otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan "derin devlet" olduğu sanıldı. Oysa devlet bir bölümüyle değil bütünüyle hukuk dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Bugün tartıştığımız SADAT’lar, ÖSO’ler, Sedat Pekerler, Özel Timler, TÜGVA’lar, TÜRGEV’ler, her boydan Cihatçılar derin devletin değil, yeni nesil devletin karşılığıdır. Susurluktan biliyoruz, hukuk yoksa, yasa yoksa, denetim yoksa, halk muhalefeti yoksa devlet derin devlettir.

Öne Çıkanlar