Ortadoğu'da barış söylencesi ve gerçeklik

Ortadoğu'da barış söylencesi ve gerçeklik
İsrail‘le olan ilişkilerini dün kesmedikleri gibi bugün de aynen hiç de kesmeyecekleri; ticari, siyasi, askeri ilişkilerini sürgit devam ettireceklerini düşünebiliriz.

Kazım KARACA


Ne zaman İsrail’in, Filistin’i işgalini meşrulaştıracak bir gelişme olsa bir şaşa ile ABD tarafından dünya kamuoyuna tüm medya araçları kullanılarak servis edilir. Ortadoğu’nun artık barış içinde mutlu, mesut günlere kavuşacağı ve bundan herkesin, özellikle Filistin’in faydalanacağı dile getirilir. Yine böylesi bir "barış" günlerinden geçirtilmeye çalışılan Ortadoğu’yla karşı karşıyayız. Enver Sedat’ın, emperyalist ülkelerle barışma stratejisinin gereği olarak izlediği "açık kapı" siyaseti Camp David’de, (1978) İsrail’i tanımasıyla sonuçlandı. Arap halklarının İsrail’i tanımama kuşatması ilk kez bu antlaşmayla yarıldı. Ardından 1993 Oslo antlaşmasıyla gelişen süreç 1994’te Ürdün ile İsrail arasında yapılan antlaşmayla sonuçlanacaktı. Antlaşmalar Mısır’da Sedat’ın İsrail’de Rabin’in öldürülmesiyle sonuçlanacaktı.

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), ile İsrail arasında yapılacak "ilişkileri normalleştirme" görüşmeleri Trump tarafından, "Tarihin akışını değiştirecek antlaşma" mottosuyla sunulurken son anda bu antlaşmaya Bahreyn’in de dahil olması antlaşmayı daha bir gündem kapsayıcı hale soktu. Bu antlaşmaların Filistin davasına zarardan başka bir katkısının olmayacağı tarihsel tecrübelerle sabitken Türkiye ve kimi Arap devletleri tarafından kınama mesajlarıyla yetinildi. Her zaman olduğu gibi. ABD öncülüğünde İsrail ile Arap devletleri arasında yapılan antlaşmalar İsrail’in daha bir saldırgan politika izlemesine güç verirken, Filistin’in de yeni yerlerinin işgal edilmesine bahane oluyor adeta.

Ortadoğu’da ideolojik sebeplerin beslediği düşmanlık sonucu gelişen ve süreklilik arz eden İran ve Suriye dışında herhangi bir Arap devletinin İsrail’le küslüğü olmamasına rağmen şaşalı bir barıştan bahsetmek neden. İllüzyonların çokça sahnelendiği Ortadoğu siyasetinde yeni bir oyunla karşı karşıyayız. Barış retorikten ibaret sadece. Bu barış retoriğine karşı geliştirilen yüksek perdeden muhalefetin de yine bir iki yüzlülüğün, iç politika malzemesi olmasının ötesinde kayda değer bir anlamının olmadığı anlaşılır. Bu politikalar dün de böyleydi bugün de. Ne zaman bir Arap, İsrail barışından bahsedilse Arap, İsrail çekişmesinin temel nedenini oluşturan Filistin sorunu merkeze alınmadan bir değerlendirilme yapılamaz. Yakın geçmişe dönüp şöyle bir göz attığımız da kınama mesajları yayınlayanların İsrail‘le olan ilişkilerini dün kesmedikleri gibi bugün de aynen hiç de kesmeyecekleri; ticari, siyasi, askeri ilişkilerini sürgit devam ettireceklerini düşünebiliriz.  

"Yeni Dünya Düzeni" (YDD), diye pazara sürülen emperyalist politikayla Ortadoğu’da üç bin yıllık İsrail-Filistin çatışmasının son bulacağı bir sürecin başlatılacağı gibi ABD menşeli YDD tüm Ortadoğu’da 'barış'ın egemen olacağı bir süreç de başlatacaktı. Bu sürecin deneme laboratuvarı işgal edilmiş Filistin topraklarıydı. Bu "barış" Arap coğrafyasında çıbanbaşı görülen İsrail’in Araplar tarafından meşruiyetinin kabul edilmesi için yürütülen bir diplomasiyi merkeze alan politikalardan ibaretti. Barış sürecinin mimarı ABD iken taraflar, İsrail ve Filistin idi  

Ortadoğu Barış Konferansı 30 Ekim’de Madrid’de toplandı ancak bir sonuç alınamadı. İkinci tur 4 Aralık’ ta Washington’da ve 28 Ocak 1992’de de ABD, Rusya ve bölge ülkelerinin yanı sıra Avrupa Topluluğu (AT), Avrupa Serbest Ticaret Topluluğu (EFTA), ülkeleri Japonya, Kanada, Çin ve Türkiye’nin de temsil edildiği üçüncü tur Moskova da gerçekleştirildiyse de yine somut bir adım atılamadı. Lübnan ve Suriye’nin katılmama kararı almalarını takiben Filistin dışında yaşayan Filistinlilerin de temsil edilmesinin gerektiğini savunan Filistin heyeti de Moskova Konferansı’nı boykot etti. … Ortadoğu’yla ilgili Washington’da süren görüşmeler sonucu taraflar 10 Eylül’de karşılıklı mektup teatisiyle eski tutumlarını terk ettiklerini müteakiben 13 Eylül1993’te Beyaz Saray’da FKÖ ile İsrail arasında bir barış anlaşması imzalandı ve anlaşma 13 Ekim’de yürürlüğe girdi (Demirer, 1998: 5-37).  

Arafat ile Rabin arasında yapılan bu anlaşma gerek Filistin içinde gerekse İsrail içinde tepkiyle karşılandı ve tepkinin dozu hayli yüksek olacaktı. Filistinli sosyalist ve İslami on örgüt tarafından Arafat kınanırken, İsrail tarafında ise Başbakan İzak Rabin’in aşırı sağcı bir eylemci tarafından vurulmasıyla sonuçlanacaktı. 13 Ekim 1993’ te yürürlüğe giren adına "Oslo barış süreci" denilen bu anlaşmayla Ortadoğu’da 2000’li yılların başına kadar diplomasi esasen İsrail – Filistin merkezli uluslararası dışişleri ve hükümetlerin yürüttüğü diplomasi trafiğine sahne olacaktı.  

Oslo İlkeleri Bildirgesiyle birlikte başlayan süreç yedi yıllık bir diplomasi trafiği sonucu oluşturulan yedi anlaşmayla sürdürülmeye çalışıldı. Tarafların birbirlerini karşılıklı tanıyacaklarını beyan etmelerinin ardından Mayıs 94’te Kahire anlaşmasıyla İsrail, Gazze Şeridi’nden %60 oranından çekilip, çekilişini Eriha ile sınırlıyor, iç ve dış sınırlarının güvenliğini İsrail’e bırakma şartına bağlıyordu. Boşaltılan bu bölgelerde Filistin Ulusal Yönetimi’ne kendi özerkliğini kurma hakkı tanınıyordu. 1995’te Taba anlaşmasıyla Batı Şeria’yı üç bölgeye ayırıyor, Hebron protokolü de İsrail’in yeniden konuşlanmasını belirliyordu. İsrail’in 1998’de yeni başbakanı olan Netanyahu’da Wye River bildirisiyle nihai statü görüşmelerinin ön hazırlığı için ara anlaşmalara geçilecekken 1999’da Şarme’ş Şeyh anlaşmasıyla Wye River anlaşmasının maddelerini İsrail lehine yeniden dayattı. Fakat yerine getirecekleri taahhütler konusunda hiç bahsetmedi. Camp David’e gidilirken İsrail’in esas niyeti kendini orada gösterecek, dört "olmazsa olmaz" şart ileri sürerek "barış Süreci’ni sabote eden fitili ateşleyecekti. Bu dayatmalara güya garantör ve tarafsız olan Clinton yönetimi de boyun eğdi. Bu koşullar altında 2. Camp David zirvesi yapılacaktı. Bu zirve dünya kamuoyunu Arafat, aleyhine yönlendirmek için ABD’nin tezgahladığı bir parodiye dönüşecekti. Kulislerde İsrail tarafından önerilip Filistinliler tarafından reddedilen öneriler, dünya kamuoyuna ABD’nin "uzlaşı önerileri" gibi sunuluyor böylece Arafat’ın, çözüm yanlısı olmadığı gibi algı oluşturulmaya çalışılıyordu (Bishara,2003: 49-61). Bu sürecin sonu 2. İntifadayı başlatacaktı. İşgale taşla karşı koyan Filistinli direnişçilere işgalci İsrail ordusu, F-16 uçak ve tanklarla cevap verecekti. Sürecin mimarlarından olan Arafat’ın, harabeye dönmüş konutunun içinde tank namlusunun ucunda oturan resmi kalacaktı hafızalarda. 

Birinci Körfez savaşı öncesi Türkiye’nin, Varşova paktının dağılmasıyla stratejik olarak boşluğa düştüğü ve bundan sonra ne olacağı hakkında kaygılı bir arayışla çeşitli teorilerin üretildiği aşamada kısa süre sonra kaygının yersiz olduğu durum ortaya çıktı. Bu kaygı halinden hemen sıyrılıp bir koyup üç almanın hesabıyla incirlik üslerinin kullanılmasına izin veren Türkiye, savaş zararını tazmin edemediği gibi 12 yıl süren BM ambargosu nedeniyle Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapanmasından dolayı yaklaşık 100 milyon dolar zarara uğramaktan kurtulamadı. İsrail’in Filistin’i yok etme hesapları sürgit devam ederken bu süreçte, İsrail-Türkiye diplomatik ilişkileri adeta enseye şaplak dedirtecek samimiyetteydi.  

Türkiye -İsrail ilişkileri Türkiye’nin, Fantom uçaklarının modernizasyonuyla başlayan ilişki boyutlanarak sürecekti. Gelebilecek tepkilerden çekinilmesinden dolayı önce gizlenen fakat Türkiye kamuoyunun varlığını İsrail radyosundan öğrendiği 23 Şubat 1996 tarihli ‘askeri eğitim ve iş birliği Anlaşması’ imzalanmıştı. ABD’nin tam destek verdiği bu anlaşmaya Suriye ve İran sert tepki gösterecekti. 28 Haziran 1996 ‘da Kurulan Refahyol hükümeti sürecinde de Başbakan Erbakan rahatsız olmasına rağmen önüne getirilen anlaşmaları imzalıyordu. Erbakan’ın gelişmelerin dışında tutulması bu ilişkilerin hükümet değil bir devlet politikası olduğunun ispatıydı. Bir hükümetin varlığına rağmen uluslararası diplomasi askerlerin nezaretinde askerler veya cumhurbaşkanı tarafından yürütülüyordu. ABD-İsrail-Türkiye arasında Kasım ayında tatbikat yapma kararı alınıyor. Arap Birliği’nin, Suriye’nin ve İran’ın bu kararı sert eleştirmeleri karşısında bu ülkeleri ikna etmek için Genelkurmay Başkanı Karadayı Kahire’ye gidiyor. Mısır Devlet Başkanı Mübarek Türkiye’ye geliyor. Bu tatbikatın Ortadoğu’da yarattığı tepki 8 yıl birbiriyle savaşan İran Irak arasındaki havayı yumuşatmış, Suriye ile Irak’ı
yakınlaştırmıştı. Yükselen tepkiler sonucu tatbikat ertelenecekti. Türkiye’nin Milli Güvenlik Kurulu (MGK), tarafından yönetildiği bir süreç işliyordu adeta. Böylece diplomaside asker ağırlıklı oluyordu (Aykol,1998: 119-133).  

Yirmi sekiz Şubat askeri darbesiyle Refahyol koalisyon hükümetinin dağılması sonucu Türkiye yeniden bir seçime gitti. Kurulan DSP-ANAP-MHP üçlü koalisyon hükümeti süresince de İsrail’le olan diplomatik ilişkiler devam ettirildi. O günlerde yoğun tepkiler sonucu iptal edilen tatbikat yine, Refah Partisinden ayrılıp 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına hükümet kurabilen AKP iktidarınca 2008 yılında, "ABD ve İsrail'in Akdeniz'de Fransa yahut İspanya ile kapışması söz konusu olamayacağına göre, bunların Akdeniz'deki mevcut ve potansiyel düşman hedefleri illa ki İslam ülkeleridir" (Albayrak,2008) eleştirilerine rağmen gerçekleşti.  

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) tüm bu gelişmeler karşısında Filistin davasını sahiplenmek adına beşinci kez yine olağanüstü toplanmış "İsrail ürünlerini boykot kararı" alırken ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıklamasının ardından yine olağanüstü toplantı yapan İİT, Trump’ın bu kararına karşı "Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıyacağı" açıklamalarıyla yetindi. Bu son kararın pratik bir karşılığı olmadığı gibi alınan "boykot" kararının da bir karşılığı olmadı. Aksine, İsrail ile olan ticari ilişkilerinin arttığı görüldü.  

"Tarihin asla affetmeyeceğini" ileri süren Türk devletinin böyle bir arka plana sahip olmasına rağmen ABD’nin öncülük ettiği İsrail ile BAE ve Bahreyn arasındaki yapılan anlaşmaya ilişkin tepkisini Filistin’in yanında olmanın ötesinde sebeplerde aramak daha anlamlıdır. BAE’nin Ortadoğu politikasında Suudi Arabistan’la birlikte Mısır’ın yanında yer alması Türkiye’nin bölgeye yönelik, özelliklede Libya’ya ilişkin hesaplarının çıkmaza girmesinde etkili olmuştur. Türkiye’ye tek çare olarak iç kamuoyuna yönelik hamasetle Filistinsever gözükmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.

Bu yazının oluşturulmasında şu yazılardan yararlanılmıştır.

1- Aykol, H. (1998) "İsrail-Türkiye ilişkileri: Yalnızların Birbirine Mahkumiyeti", Özgür Üniversite Forumu, (4)119-133. Ankara: Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı yayını.

2- Demirer, T. (1998) "’Pax-Americana’ Ortadoğu’da Ne Yapıyor?" Özgür Üniversite Forumu, (4) 5 37.Ankara: Türkiye Ortadoğu Forumu Vakfı yayını.

3- Bishara,M. (2003) Filistin/İsrail BarışVeya Irkçılık, çev. Ali Berktay, İstanbul: Kitap Yayınevi.

4- Albayrak, H. (2008)  ABD-Türkiye-İsrail  Tatbikatı…Skandal, https://www.yenisafak.com/yazarlar/hakanalbayrak/abd-israil-turkiye-ortaktatbikatiskandal-12431.   

Öne Çıkanlar